Osman Usta, tanıdığımdı. Telefonda konuştuğumuz gibi, zamanında geldi.
Köydeki evimin çatısı damlıyordu, onu, tamir edecekti.
Babadan kalma, alt katı ahır, üstte iki odası vardı. Terasa da arkadan bir merdivenle çıkılırdı.
Merdiveni içeri alıp, arka duvarı biraz daha yükseltip, terasa bir oda yaptırmıştım. Bunu yaptıralı, neredeyse yirmi sene oluyordu. Odanın önünde, denize nâzır, altıya altı geniş bir balkon oluşmuştu. Demir direk üzerinde eternit çektirip yeni bir düzen kurmaya çalışmıştım.
Baharda, kuş sesine; kışın, bembeyaz öbek öbek karların, vâdilerden nazlı nazlı inişine; sonbaharların bir türlü sararmak istemeyen tabiatında, balıkçı kayıklarının ve motorlarının denizi kolaçan etmesinin seyrine doyum olmaz, burada!..
Ya, gündüzün denizden, geceleyin ise dağdan, çamlarla gürgenlerle türlü türlü çiçeklerle donanmış yaylalardan gelen serin rüzgârların benliğinizi doyuran enfes rayihâsına paha mı biçilebilir!..
Şâyet, çatınız su akıtmıyorsa, o sağanak sağanak yağan yağmurun horon horon dökülüşüne bayılmaz mısınız?!
Bu yağmur, bir de, güneşli havada yağarsa, Büyükliman’daki gökkuşağı, sizi, öyle bir sarıp büyüler ki, bulunduğunuz yerden ayrılmayı da hiç düşünmezsiniz bile!..
Neyse!..
Sonra da belediyeye gidip oturma ruhsatını çıkarıp, eski ahır üzerinde iki küçücük oda ve onun da üzerinde tek odayla önünde balkonu bulunan ‘dubleks’ bir evim olmuştu.
Artık, ineklerimiz yoktu. Ahırı da odunluğa çevirmiştim.
Eternitin ömrü mâlûm...En ufak bir yağmurda teras göle dönüşüyordu.
Denize, kuşuçuşu üçyüz-dört yüz metrede ve takribi seksen-doksan metre rakımda, en az yirmi kilometre bakış açısı bulunan, T(ı)rabzon’un Beşikdüzü ilçesinin Vardallı Köyü’ndeyim!..Şimdilerde mahalle ammâ, içi, boş!..Ben, köye hayranım!..
Diyeceğim o ki, eski Büyükliman olanca ihtişamıyla temâşa sahamda bulunuyor!..
- Osman Usta, dedim, bu eternitlerin işi tamam. Burayı, çinko yapacağız!..Bir de, giriş kapısının önündeki eterniti değiştireceğiz.
Usta, işinin ehli bir adamdı. Ölçtü, biçti, eline kalem kâğıt aldı, “Bu” dedi, sana üçbuçuk dörde malolur. Tabiî ki, işçilik hâriç...Yaparken başka işler de çıkabilir, sen, altı buçuk-yedi de!..Bunu gözden çıkar!..
Pazarlık fırsatım bile kalmamıştı. Bu hususta, zâten becerikli de değildim!..Bir çırpıda, her şeyi söyleyip bitirmişti!..
-Peki, ne zaman başlarız? Kaç günde biter? Öyle ya, yaz mevsimindeyiz ammâ yağmurlar bir başladı mı...
Sözümün kesip:
-Sen, merak etme, dedi, Osman Usta, birkaç güne başlarız...Zâten uzun da sürmez, iki üç günlük bir işimiz olur!..
Birkaç gün değil, bir hafta geçti, Osman Usta’dan ses-sedâ yoktu!..”Az daha bekleyeyim” dedim, öyle ya, adamın âcil işleri vardır. Fakat, en azından haber vermesi de gerekmez miydi?!..
On gün geçti. Artık tahammül sınırını aşmıştım. Telefon açtım.”Osman Usta” dedim, hani, birkaç güne başlayacaktık?
Osman Usta: “Gelemedim, dedi, elimdeki ustalara ulaşamadım. Onlarla bir daha irtibat kurayım, bakarız!..”
-Osman Usta, dedim, öyleyse başka birini bakayım. Zaman oldukça geçti. Bu, böyle olmamalıydı..
-Sen bilirsin, dedi. O zaman, başka usta bak!..
Ne rahat, ne mes’uliyetsiz, ne umursamazlık değil mi!? İş, çok basit, fakat söylenen sözler, edilen vaadler hiç de basit değil!..
Eşimin aklına, bitişiğimde oturan, kardeşimin evinin çatısı yapan usta geldi: Adnan Usta!..
-Hey aklınla bin yaşa Hanım, dedim. Nasıl da akıl edememişiz. Hem daha yakınımızda, hem de işi bilen biri!..
Hemen telefona sarıldım. Kendimi tanıttım. “Birkaç saat içinde oradayım” dedi, Adnan Usta.
Dediği gibi de, aynı saate geldi.
Yanında, kendisi gibi genç biri daha vardı. Anlaşılan, o da ustaydı. Osman Usta’ya söylediklerimizi ona da îzah ettik. Fiyat istedik.
Adnan Usta, Osman Usta gibi ölçüp-biçmedi. Tahminle, göz kararı, ölçüp-biçmeden, hesaplar yaptı...“Şurası şu kadar, burası bu kadar metre” deyip, kafadan bir fiyat söyledi.
“Dört buçuk-beşi aşar”, dedi. Kapı önü de var, onu da hesaba katarak, size tam bir fiyat bildiririm, deyip devam etti: Zâten; bir taraftan eterniti söker, peşinden de çinkoyu kaplarız. En fazla iki -üç günümüzü alır. Bugün çarşamba, iki üç gün sonra gelir hâlleder gideriz”.
Derin bir “Oh!..”çekip, sevindik. Hiç ölçüp biçmeden, hemen hemen Osman Usta’ya yakın bir fiyat vermişti. Göz kararı, ölçülerini de aslına yakın tahmin etmişti. Ayrıca, hemen başlayıp, iki-üç gün içinde de bitirecekti.
O akşam, hiç ses-sedâ çıkmadı Adnan Usta’dan. Ertesi gün, bir sonraki gün, yine ses yoktu!..
Nihâyet telefon açtım: “Hani, fiyat verecektin?” dedim.
-“Abi, onbir olur” dedi. Yâni onbir bin!..”
-“Anlamadım, dedim. Bana ev mi yapıyorsunuz?”
-“Kapı önüne, bin beşyüz” dedi. Kalanını sen hesap et!...Hadi, onun beşyüzünü ben vereyim...”
-Nasıl iş yâni, zâten senle konuşuyorum? Niçin sen vereceksin?
Adnan Usta bocaladı.
-“Kapı önünden hiç almam öyleyse!” dedi.
Canım sıkılmıştı. Kendisi işi alıp, başkasına yaptıracaktı. Onun sırtından da ‘komisyon’ alıp, para kazanacaktı. Böyle lâfı evirip kıvırmalı sözleri hiç sevmem.
-Bana tek rakam söyle Usta, dedim. Tek rakam!.. Çıkarmasız, toplamasız, bölmesiz , çarpmasız tek rakam, bekliyorum!..
Telefonu kapattım ammâ oldukça da huzursuz oldum ve canım sıkıldı. Evde hepimiz huzursuz olmuştuk. Kaç günümüz hebâ olmuştu.
Yine sabır, dedim ve bekledim. Aradan üç gün geçti. Adnan Usta’ya tekrar telefon açtım. Telefonunu ‘meşgûle’ düşürdü.
Birkaç saat geçti, tekrar aradım. Telefonu uzun uzun çaldı, cevap vermedi.
-Vay be! dedim. Memleketin ustalarına bakın siz!..Bakın da ibret alın!..Söz vermeyi, saygıyı, nezâketi, helâli-haramı öğrenin!..Para kazanmayı öğrenin!..
Yağmur yağdığı zaman, terasta oturmamız çok zor oluyordu. Eternitin çatlayan ve ayrılan yarıklarından şakır şakır su iniyor, deliklerine gazete tıkıyor ve altlarına leğenler koyuyorduk...
Derken...Pazar yerinde bir başka tanıdığımızla karşılaştık. Bu, bildiğimiz ustalardan değildi. Yakın akrabamdı. Yeğenim sayılırdı. Emekli öğretmendi. Hâl-hatır sorarken, derdimizi de söyledik ona!..
-Amca, dedi, kendine ne eziyet ediyorsun, bu, benim işim!..
Halil İbrahim’in elinden başka işler gelirdi de, bu da mı gelirdi, bilmiyordum. Şaşırmadım değil!..“Akşam üzeri gelir, bakarım” dedi.
Dediği saatte geldi.
-Çinkoları ve gerekli malzemeleri, birebir tüccarından alırız, dedi. Ben de, ne zaman bitirebilirim bilemem ammâ günlük ikiyüz elli Türk lirası alırım.
-Hemen mi? Dedim.
-Hemen, dedi.
Beraberce gidip, ölçüye göre çinko aldık. Dört gün sürmedi, Yeğenim Halil İbrahim , öyle bir çatı yaptı ki, görenler şaşırdı.
Bütün mâliyet ise, üçbinbeşyüzdü.
Şimdi diyeceksiniz ki, “altıbuçuk-yedi bin” nerede, “onbir bin” nerede, üçbinbeşyüz nerede?!
Hep düşünmüşümdür. Daha doğrusu, çok yerde okudum da beni düşündürmüştür:
Nuh aleyhisselâm zamanında, insanlar, dokuzyüz-bin sene yaşarlarmış. O zamanlar, ömürler uzunmuş.
Günlerden bir gün, bir kadın’ın oğlu vefât etmiş. Kadın’ın iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyormuş. Çevredeki bâzı komşu kadınlar, onu teselli ederlerken, bâzıları da:
-Niçin bu kadar ağlayıp kendini heder ediyorsun? Alla ü teâlânın takdiri böyleymiş, demişler.
Kadın:
-Tabiî ki öyledir, demiş. Fakat, ben, ona ağlamıyorum.
-Ya neye ağlıyorsun? Demişler.
-Evlâdımın fazla gün görmediğine ağlıyorum, anne kalbi bu, dayanamıyorum, demiş.
-Peki, oğlun kaç yaşındaydı, demişler.
-Üç yüzü geçiyordu, demiş kadın.
-Öyle mi? Demişler. Sen buna ağlıyorsun da, bir gün gelecek, ahir zamanda, ömürler 60-70 sene olacak, onlar ne yapsınlar?
-Ciddî mi söylüyorsunuz, demiş kadın, şaşkın bir hâlde.
-Elbette, demişler, 60-70 sene!..
- Allah Allah!..demiş, bu kadarcık ömür için onlar da ev yapacaklar mı acaba?
-Yapmaz olurlar mı, hem de kaç tane!..
Kadın, aynı şaşkınlıkla şunları söylemiş:
-Şâyet, ben, onların yerinde olsaydım, çadırımın kazığını bile değişmezdim!..
Eeee!...Peki ben ne yapayım!..Demek ki, şimdi, o zamanlardayız!..Yetmiş yedi yaşımda, yağmur başıma akmasın diye, elli metrekarelik evimin çatısını işte böyle değiştirdim!..