Mehmet Çınarlı; Hisar Dergisi’ni, 16 Mart 1950 – Ocak 1957 yılları arasında 75 sayı ve Ocak 1964 - Aralık 1980 yılları arasında da 202 sayı olmak üzere, toplam 277 sayı yayınlayan ve Türk dergiciliğinde, çok zor imkân ve şartlarda bu yayını sürdüren fikir, san’at, edebiyat ve şiirde üstün hizmetlere imza atmış mümtaz bir şahsiyettir.
Kendilerinin Ankara’da, benimse Samsun’da ikametim ve haberleşmenin bugünkü gibi gelişmiş olmaması sebebiyle, ekseriyâ mektupla istişâre ederdik ki, bu istişârelerin, bugünkünden daha faydalı ve daha kalıcı olduğu kanaatini taşıyorum.
Çınarlı’nın, 1984 ile, vefât târihi olan 1999 yılları arasında, bana yazdığı 32 mektubu bulunmaktadır. Bu mektupların önemi, bugün daha iyi anlaşılmaktadır ki, “Söz uçar, yazı kalır”ın da ispatıdır.
Bu 32 mektuptan 20 kadarı, Mehmet Çınarlı’nın 10. Ölüm yıldönümü münâsebetiyle 2009 yılında, Nevzat Türkten’in neşrettiği Erciyes Dergisi’nin 381. Eylül 2009 târihli nüshasının 17.-20. Sayfalarında yayınlandı.
Şimdi ise; Çınarlı’nın Hakk’a yürüyüşünün 20. Yılındayız ve bu vesîleyle de, bana gönderdiği bir mektubu üzerinde durmak istiyorum.
Mes’ele şudur: 1983 yılında, Kayseri Sanatçılar Derneği tarafından, kendilerine ödül verilmek üzere dâvet edilen bir g(u)rup şâir ve yazarla birlikte, Mehmet Çınarlı ve Cemil Meriç de, farklı vasıtalarla ve değişik zaman dilimlerinde Kayseri’ye gelirler.
Ödül töreninde bâzı hâdiselerin cereyân ettiği kulaktan kulağa yayılınca, durum hakkında bilgi almak ve en güvendiğim ağızdan, yâni bizzat şâhidi olarak Mehmet Çınarlı’dan işin aslını öğrenmek için kendisine bir mektup yazdım. Tabiî ki, aradan çok zaman geçmiş olmasına rağmen, hâdise tâzeliğini korumaktadır.
Durumun açıklığa kavuşması bakımından, Mehmet Çınarlı’nın bana gönderdiği mektuba geçmeden önce, mes’elenin özünü hulâsa eden, Muhsin İlyas Subaşı’nın, Erciyes Dergisi’nin 351. Mart 2007 tarihli nüshasının 24. ve 25. sayfalarında yayınlanan “Cemil Meriç’in Kayseri Defteri” başlıklı yazısından ilgili bölümü nakletmeliyim.
“(...)16 Nisan 1983 günü, ödüller sahiplerine verilecekti. Şehir Tiyatrosu’nda muhteşem bir tören vardı. Ödülllerini almak üzere, Mehmet Çınarlı, Bahattin Karakoç, Sevinç Çocum, Durali Yılmaz, Mustafa Ruhi Şirin, Saim Sakaoğlu Kayseri’ye gelmişlerdi.
Doğal olarak gecenin yıldızı Cemil Meriç’ti. Kimse onun törene katılmasını beklemiyordu. Eşini, birkaç hafta önce kaybetmişti ve rahatsızdı. Ama o büyük bir vefa örneği ve kadirşinaslık göstererek İstanbul’dan kalkıp otobüsle Kayseri’ye gelmişti. Törenin başlayacağı vakte dakikalar vardı ki, misafirlerin yemek yediği otelin lokantasından içeri girdi. Yemekteki misafirler ve ev sahibi konumundaki Kayserili edebiyatçılar hem şaşırmış hem de sevinmişlerdi...Onu karşıladım: ”Hoş geldiniz” dedim. Elini öptüm. Kucakladım ve hemen bir masa hazırlatarak, yemek için “Ne emredersiniz efendim?” dedim. “Bana bir kebapla yarımlık bir rakı getirtin” dedi. Yanında bir bayan vardı. Onun kolunda gelmişti, onu tanıttı: “Sekreterim Lamia hanım.” Bayan, ciddi bir şekilde itiraz etti:” Cemil bey, ne sekreteri, ben senin arkadaşınım!” Bu lâflar arasında bir merakımız da giderilmiş oluyordu: Fısıltı hâlinde duyduğumuz büyük aşkı bu hanımdı. Şimdi büyük bir fedakârlık yaparak Cemil Meriç’e refakat etmiş ve Kayseri’ye getirmişti.
Tören başladı, ben şiirimi okumak üzere kürsüye çağrıldım. Kürsüye geldim ve başkaları tarafından da tartışma konusu yapılan Cemil Meriç’e ait bir sözün altını çizmek istedim: “Üstad Cemil Meriç, Türk şiirinin Nazım Hikmet’le bittiğini söylemektedir. Ama görüyorsunuz ki, şiir yaşıyor. O bitmedi ve bitmecektir de. Bunun için de ben şiirimi zahmet edip buraya kadar gelerek bizi onurlandırdığı için kendilerine ithaf ediyorum”, şeklinde konuştum. Şiirimi okudum ve Cemil Meriç’le birlikte salondakilerin alkışları arasında aşağıya indim ve Cemil Meriç’in yanına oturdum. Elimi tuttu, teşekkür ederek memnuniyetini belirten ifadeler kullandı.
Çeşitli konuşmalardan sonra plaketlerin verilmesine sıra gelmişti. Cemil Meriç’in plaketini, o yıllarda Anayasa Mahkemesi Üyesi olan Hisar Dergisi’nin kurucusu ve sahibi Mehmet Çınarlı verecekti. Çınarlı Kürsüye davet edildi. Arkasından Cemil Meriç ismi anons edildi. Meriç, yerinden kalktı sahneye çıkarıldı. Kendisine ödülü verilirken, doğal olarak veren ve alan birkaç cümlelik konuşmalar yapıyorlardı. Çınarlı da öyle yaptı ve beklenmedik bir polemiğin ilk kıvılcımını tutuşturdu:
-Üstad, Muhsin İlyas Subaşı, sizin “Türk Şiiri Nazım’la biter” sözünüzü nakletti. Bu konuda ne dersiniz?
Cemil Meriç, bu soru karşısında suskun kaldı. Belki 50-60 saniye kadar bir sükuttan sonra, cevabı yine soru sahibi verdi:
-Siz, galiba, Nazım’ın Türk şiirini Marksist ideolojiye âlet ederek bitirdiğini söylemek istediniz?
Cemil Meriç rahatlamıştı, karşılığı kısa oldu:
-Şairler akıllı adamlardır. Beni kurtardınız Mehmet Bey. Evet öyle demek istedim.”
Şimdi, başa dönelim ve bu “polemik” denilen hususun, Çınarlı cephesindeki durumuna bakalım:
Çınarlı’nın bana yazdığı 28 Haziran 1997 tarihli mektubunun ilgili bölümü, “Değerli Kardeşim, 16 Haziran tarihli mektubunuzu aldım” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu.
“Türk Edebiyatı dergisindeki yazım, bir konuyu tartışmaktan ziyade, bir olayı olduğu gibi vermek amacını taşıyordu. Meriç hakkındaki düşüncelerim, “Sanatçı Dostlarım” adlı kitabımla, T. Dili dergisinde tefrika edilen “Mektuplar” başlıklı yazı dizisinde yeteri kadar dillendirilmiştir.
Kayseri’deki ödül töreninde, Meriç’in salondaki dinleyicileri şoke eden mahut cümlesinin dile getirilmesi hiç iyi olmadı. Üstelik, Üstad o yaşında çok uzun bir otobüs yolculuğu yapmış, gecikerek katıldığı akşam yemeğinde tıka basa yiyip, rakısını da içmişti. Salondaki toplantıya da geç katıldı. Ciddî bir konuda konuşacak bir hâlde değildi.
Ben de, vaziyeti kurtaracağımı umarak, ondan bir açıklama istediğime sonradan çok pişman oldum. Bu olaydan sonra Meriç için Kayseri’li yazarlarca ağır yazılar yazıldı.
Ödül verenlerin, ödül verdikleri kimsenin gelmişini geçmişini çok iyi incelemeleri, ya onu olduğu gibi kabul etmeleri, ya da ödül vermekten vazgeçmeleri gerekir. Cemil Meriç’in eski bir marksist olduğunu, onunla ilgilenen herkes bilir. Onun bir zamanlar Yahya Kemal’i yerden yere vurup Nazım Hikmet’i göklere çıkaran yazılar yazdığını öğrendiğim ve o yazıları bulup okuduğum zaman çok üzüntü duymuştum.
Benim, Meriç’ten açıklama isteyişim salondaki havayı yatıştırmak içindi. Otobüste o da ben de, akşamki konuya hiç temas etmedik. Öyle dese ne olacak, böyle dese ne olacak! Meriç, Türk şiiri hakkında hüküm verecek bir otorite sayılmaz. Mazisini inkâr da etmedi. Ama değiştiği muhakkak. Bu değişmede Hisar’ın da önemli bir rolü olduğunu kadirbilirler itiraf etmekten çekinmezler. Ama bir insan simsiyahken bembeyaz, bembeyazken simsiyah olamaz. Onu daha iyi tanımak için 2 ciltlik Jurnal’ini okumanızı tavsiye ederim. (Eğer okumamışsanız.)”
Çınarlı’nın mektubu böyle!..
“N. Hikmet, Vâlâ Nurettin’le, Millî Mücâdele’ye katılmak için Ocak 1921’de daha 20 yaşındayken Anadolu’ya geçmiş, Ankara Hükûmeti onları harp cephesine değil, eğitim cephesine sürmüş, Bolu’ya öğretmen olarak göndermiştir. Bu iki kafadar, millî mücâdele verenlerin umudunu boşa çıkarmış komünistlik eğitimi görmek için Rusya’ya kaçmıştır!” (Bknz. Arslan Tekin, Yeniçağ Gazetesi, 25 Kasım 2018, Sf.5)
Nâzım; 1922’de -19 yaşında- yazdığı “Komsomol” başlıklı şiirinde (!), ta o zamanlarda, hizmetkârı olmaktan gurur duyduğu, bugün iflâs etmiş bir rejimini şöyle öğüyordu:
“Kızıl bayrak dikildi kürenin mihverine,
Mihverin kutuplardan çıkan en sivri yerine!
Uzun ağır balyozları bellerine takarak,
keskin orakları güneşte şimşek gibi çakarak,
bekliyor pusu,
proletarya ordusu!” (Bkz. Bütün Şiirleri-1, Dost Yayınları, Târihsiz, Sf. 43)
1930’da yazdığı “19 Yaşım” adlı şiirinde ise, Moskova’ya gittiği yaşın hasretiyle hangi komünist lidere sadakatle bağlı olduğunu ifadeyle:
“Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım,
19 yaşım,
Sana anam gibi hürmet ediyorum,
edeceğim.
Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum.
gideceğim.
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım..”
Diyor ve ömür boyu bağlandığı değerleri şöyle sıralıyordu:
“(...) 24 satte 24 saat Lenin,
24 saat Marks,
24 saat Engels...” (a.,g.,e., Sf. 209-210)
Sonuç olarak diyeceğim şudur ki; böyle dediği zamanlarda bile, -Türkçe yazmasının hâricinde- hiçbir ân, Türk milletinin ve Türk şiirinin hizmetinde bulunmayı arzulamamış biri için, C. Meriç, Çınarlı’nın îkazıyla bir dönüş yapmış olsa bile, yaşanan hâl, esef vericidir.
EDEBİCE DERGİSİ,TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2019