Bismillâhirrahmânirrahîm.
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm soyundan, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in büyük oğlu olan Türk, pek çok yer gezip gördükten sonra, Isıg Köl’de mekân tuttu. Daha sonraları, bu geniş yaylakları, kışlakları, ovaları, dağları, ormanları, ırmakları ve verimli arazileri bulunan Türk’ün ülkesine Türkistan denildi.
Türk’ün, büyük oğlunun adı ise, Kara Kağan’dır.
Ay Hâtun, Kara Kağan’dan, bir oğlan çocuğu dünyâya getirir.
Rivâyet odur ki, Ay Hâtun, ne zaman bebeğini kucağına alıp, onu emzirmek istese, sütü kesilirdi.
Bebek, bir türlü emmek istemezdi. Böyle bir anda, bebek dile gelir ve der ki:
- Ey sevgili anacığım Ay Hâtun’um,
Ak sütüne kurban olduğum,
Kokusuna doyduğum!..
***
Hakk’ı tanı ki, ben de seni bileyim.
Ak sütünü emeyim, seni çok mu çok seveyim.
Seni mes’ut mu mes’ut edeyim.
Çicekler gibi açıp, filiz filiz göğereyim!
Dünyaya kol kanat gereyim!..
İnsanlığa ümit vereyim!
***
-Ay, benim, biricik evlâdım, oğulum!
Elâ gözlüm, kara kaşlım, nazlı gülüm, asîl soylum!
Senle çoğalsın, boy boy boyum!
***
Seni, bana verene kurban olduğum!
Kundaklara koyduğum!
Duru sularda yuduğum!..
***
Canım fedâ olsun seni dillendirene;
Beni, bu günlere erdirene!
Seni, bahşedene, seni bana sevdirene!..
***
Adı konmamıştı, bebeğin, o zaman...
Yaşanmıştı, çok mu çok mes’ut bir ân!
***
Bu söz üzre bir kez emdi anasını;
Yalnızca bir kez emdi ve atası Türk gibi seslendi;
Üç günde, yedi günde, dokuz günde, kırk günde,
Onun gibi olmaya heveslendi.
Kırk güne kalmadı, çorba içti, çiğ etle beslendi!..
***
Aradan bir yıl geçti, ad günü geldi çattı!
Baba Kara Kağan da, kaşlarını çattı:
Dedi: “Toplansın toy, adını koyalım!
Getirin oğlancığı, adını koyup, soy soylayalım!”
***
Oğlancık dedikleri, yine dile gelip konuştu.
Aslında herkese sunmuştu bir muştu!..
***
Dedi: “Benim adım, Oğuz’dur”
Bu ad, nice nesillere kılavuzdur!
***
Bu nasıl iştir deyip Kara Kağan da şaşırdı;
Toya her katılan da şaşırdı!..
Bunu, duyan da, duyuran da şaşırdı!..
Dost da, düşman olan da şaşırdı!..
***
Zaman zamanı kovaladı, büyüdü, boylandı;
Oğuz adı, her yere nam saldı, şanlandı!
***
Nihâyet bir delikanlı oldu, zamanı geldi dediler;
Onu bir kız ile evlenmeye niyetlendiler.
***
Baba Kara Kağan, Oğuz’un, kendisi gibi inançsız olan erkek kardeşinin kızıyla evlenmesini istiyordu. Fakat Oğuz, onlar gibi inanmadığı ve düşünmediği için, bu evliliğe karşı çıkıyordu.
Kara Kağan, bu durumu hazmedemedi. Oğlunun, kendisine karşı geldiğini düşündü ve kardeşiyle birleşerek, Oğuz’u bir suikastla öldürmeye niyetlendi.
Bunu sezen Oğuz, hem babasını ve hem de ona yardakçılık yapan amcasını öldürdü.
Ve doğruca anası Ay Hâtun’un yanına gidip hayır duâsını aldı:
Öptü, Ay Hâtun anasının elini...
O da, öptü alnından, başında gezdirdi elceğizini:
***
-Yolun açık olsun, bahadır ol, bahtiyar ol!..
Dünyaya, dal-budak sal, kök sal, bahtsıza yâr ol!
***
Allah, seni korusun kem gözlerden,
Kötü dillerden, zâlim ellerden!..
***
Îmanın ve cesâretin her şeye bedel!
Hadi, sağlıcakla git oğul, sağlıcakla gel!..
***
Oğuz bu; aldı öğütü ya, anasından!
Fırladı bir ok gibi, cihânın ortasından!..
***
Oğuz bu; omuzları samur gibi kıllı, beli kurt gibi incedir.
Gezdiği ormanlıklar, vâdiler, hepsi, her şey gönlüncedir!
***
Oğuz bu; artık zaptedilmez bir cengâverdir.
Mazlumu korur, hakkı tutar, haklıyı severdir.
***
Geçtiği nehirler uzun, yüzdüğü denizler derincedir;
Oğuz bu; dediği sözün herbiri yerli-yerincedir!..
***
Orta Asya’da, uçsuz bucaksız bir orman bulunuyordu. İçinde; gürül gürül akan ırmaklar, çeşit çeşit renkli, gönül okşayıcı ötüşlü kuşlar; ceylanlar, geyikler, ayılar, yılkı atları, ala doğanlar ile gergedan benzeri bir de canavar olduğu söyleniyordu.
Bu canavar, ortalığı talan ediyor, at sürülerini yiyor ve halkı canından bezdiriyordu.
Günlerden bir gün, dedi: “Artık, iş başa düştü!
Bu canavar, kaç davar, ne varsa götürmüştü!..
***
Herkes dert yanıyordu, bir çâre arıyordu
Kimisi için için, yanıp kıvranıyordu.
***
Oğuz’a ne lâzımdı!
Gerekeni hep aldı:
***
Ok aldı, yay aldı, kargı aldı,
Kılıçını, kalkanını kuşandı.
Derin ormana daldı.
Kurda-kuşa yabana
Âdeta haber saldı!..
***
Çıksın ortaya kim var?
Hangi kinci canavar!
***
Bir geyik yakaladı.
Bir ağaca bağladı.
***
Sabahleyin gördü ki,
Yemiş onu canavar.
Anlamış ki, bu iş’te
Çok acaib bir iş var!
***
Sonra, çâre düşünmüş:
Bir ayı yakalamış
Onu, kalın urganla,
Büyük bir ihtimamla,
Bir ağacı bağlamış.
Gün inmiş, gece olmuş
Ve yine güneş doğmuş
Orda ne ayı varmış
Ne bir canavar görmüş!
***
Kim kime derman olur, bu koca ormanlıkta...
Kılıç ve kalkanını alarak, karanlıkta...
***
O ağacın dibine, gidip kendi oturmuş.
Canavar, başı ile, kalkana bir tos vurmuş.
Olanca kuvvetiyle, onun başını burmuş
Kargısı, kılıcıyla, kellesini uçurmuş
Okla yayını alıp, hemen yola koyulmuş!
***
Bir şenlik başlamış ki; ormanın derininden,
Hepsi âdeta geçmiş, sevinç ile kendinden.
***
Kuşlar nağmeli sesle öyle bir ötmüşler ki,
Bir ağızdan, Oğuz’a duâdaydılar sanki!..
***
Kuzular meleştiler, çiçekler hâlleştiler!
Güneş, ay ve yıldızlar, gönülden birleştiler!
***
Atlar şaha kalktılar, kişneyip, dağdan dağa,
Ayılar oynadılar, kalkarak, hep ayağa...
***
Irmaklar hep çağladı, vâdiler uğuldadı....
Bozkurt gibi kükredi, bu yolda Türk evlâdı!..
***
İhtişamlı törenle, Oğuz, obaya girdi;
Yaşlı-genç, çoluk-çocuk, etrafını çevirdi!
***
Yeni bir toy başladı, gündüzce gecelerce
Hâtırası yaşadı seneler, senelerce...
***
Oğuz’un evlenme vakti artık gelip çatmıştır. Kısmeti açılmış; bahtına, sevdiği bir kız çıkıvermiştir. Bir gece vakti, el açıp Allah’a duâ ederken, karşısına Gök-Işık içinde, Gök-Kızı belirmiş ve gönülleri, birbirine kaynaşmıştır.
Bir ışık huzmesi içinde gökten bir kız indi.
Güneş gibiydi güzü ve nârin mi nârindi.
***
O kadar güzeldi ki, gülse, gülerdi gök;
Yaş dökse, sular, inerdi öbek öbek!
***
Sevgi akıtmıştı kalbine, bu Gök-Kızı,
Oğuz’un ufkunda, parlıyordu, kutup yıldızı!
***
Haber salındı obaya, hemen toy kurulsun!
Yiğitler ok atsın, davullar vurulsun!
***
Hazırlandı, bir ihtişamla bir büyük toy
Dizildi alpler, şahbaz gençler boy boy!
***
Şenlendi, yediden yetmişe oba!
Çoluk-çocuk, kız-kızan, ana-baba!
***
Etler, tatlılar, nice yemekler ikrâm edildi;
İkrâmın sonunda, Yüce Allah’a şükredildi!
***
Pîrler duâ etti, herkes “Âmin!” dedi;
Konu-komşu, onlara, saadetler diledi!
***
Ay Hâtun’u, mes’ut etti, bu güzellik!
Bir başkaydı, böyle bir anda, elbette, annelik!
***
Öptü, oğlunu alnından, öptü gelinini;
Onlar da, öptü anacıklarının mübârek elini!..
***
Zaman, zamanı kovaladı, günler, gecelerce...
Yepyeni doğuşlara gebe seneler... senelerce!..
***
Dipdiri bir nesil doğuyor dünyâya, böylece
Oğuz nesli bu, Türk/Oğuz ilkesince, töresince!..
***
Gün-Han, Ay-Han, Yıldız-Han, birer birer,
Ümit ışığı olup, dünyâyı şenlendirdiler!
***
Sonra, Gök-Han, Dağ-Han, Deniz-Han kardeşler,
Oğuzca, ulu bir çınar gibi göğerdiler!
***
Oğuz; bütün obalara, beğlere, halka ve dörtbir yana yarlıg/ferman çıkardı ve büyük toyda birlikte olunmasını istedi. Bütün oba beğleri de, halk da bundan çok mu çok hoşnut oldular. Ormanın ortasında, geniş mi geniş bir düzlükte sofralar kuruldu; misâfirler ağırlandı.
Masalarda, yok yoktu. Yemeğin her çeşidinden, tatlısından, şurubuna kadar her şey mükemmeldi.
Oğuz, artık, hükmetme çağındaydı. Toydan sonra, beğlere ve halka buyruk verdi ve dedi ki:
“Ben sizlere oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan,
Bozkurt olsun (bize) uran,
Demir kargı olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş bayrak, gök kurıkan”
(Buyan=uğur; uran=savaş bağırışı, nârası; müren= nehir; kurıkan= çadır) (*)
(*) (Bknz. W. Bang ve G. R. Rahmeti’nin OĞUZ KAĞAN DESTANI (İstanbul, 1936 adlı eserinden alınmıştır, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, Muharrem Ergin’in Önsözü’yle. Sf. 5)
Yarlıg çıkarılır, elçiler gönderilir dörtbir yana;
Yeni bir ümit doğar Türkistan’a, cihâna!
***
Der ki: “Bilinsin, bu, Oğuz Kağan fermanıdır;
Sözü, sözdür; Türk vaadi, Türk şanıdır.
***
Ben, yeryüzünün kağanı olsam gerektir!
Elbet, bu cihânda, benim gibi Kağan, tektir!..
***
Kim, itaat ederse, eğer, Uygur Kağanı’na...
Dostumdur, etmezse, kalmaz yanına!
***
Derim ki; o düşmanımdır, benden öç almak ister!
İlimi, töremi alt etmek, yok etmek ister!
***
Oğuz Kağan’nın sağ yanında Altun Kağan isminde bir kağan vardı ki, bu, Çin Kağan’dır, Oğuz Kağan’a elçileri vasıtasıyla değerli taşlar, altın, gümüş, yakut ve çeşitli mücevherler yollar ve hürmetlerini sunar. Onunla dost olur.
Sol yanında ise, Urum adında bir başka kağan vardır. Askerleri çok; şehirleri kalabalıktır. Bu, onu, çok kibirlendiriyordu. Defalarca ona haber saldığı hâlde, Oğuz Kağan’ı dinlemedi.
Bunun üzerine, Oğuz Kağan, gazaba geldi ve bu işi ancak bir savaş temizler, deyip, ordusunu topladı. Şanlı bayrağını açıp Urum’un üzerine yürüdü.
-Ben ki, sana ulak gönderirim, sen, bana kafa tutarsın!
Oğuz ilinde, benim önüme çıkar, caka satarsın!
Çerinin çokluğuna güvenip, bana karşı koyarsın!
Beni, hiçe sayıp durmadan oyalarsın!”
Deyip, Oğuz, kaldırır tuğlarını, yürütür askerlerini;
Böylece başlatır, hak yolda ilk seferini!..
***
Gürül gürül akan nehirleri geçerler
Nice uçurumları, nice yeri geçerler
Meleyen kuzuları, sürüleri geçerler
Akşamı, geceyi, seheri geçerler
Kırk gün, gece gündüz nice beldeleri geçerler...
***
Kırk gün, gün ışıdı; karardı
Kırk gün, nice çiçek açtı, sarardı.
***
Kırk gün sonunda, Buz Dağı eteğinde mola verip durdular;
Emniyetini alıp, berâberce çadırlarını kurdular.
Uzunca yol yürümüşlerdi, çok da yorgundular.
Gönülden bir aşk ile, Kağan’a bağlılık sundular.
Bir göl kenarında, duru suda, yuyanlar yundular.
Hep mücâdele verdiler, kendilerini savundular.
Düşmanları ise, gafletle oyalandı, avundular.
***
Oğuz Kağan, çadırında, seher vakti uyandı.
Duâ etti, her zamanki gibi, Hakk’a dayandı.
O ân, güneş gibi, hiç görmediği bir ışık, yandı
Ve içerisi birdenbire ışıl ışıl aydınlandı.
***
Gözünde canlandı, boydan boya anayurt...
Bir de ne görsün, karşısında gök tüylü, gök yeleli bir kurt!..
***
İçi ısındı ona; sevdi, bakışlarını-duruşunu!
Sevdi, sadakatini, uluyuşunu!
***
Elini gezdirdi başında, yumuşak tüylerini okşadı;
Dedi: “Börteçine olsun, bundan böyle adı!”
Kurt da, büyük bir mutluluk yaşadı.
***
Ve dile geldi, Oğuz Kağan’a, dedi ki:
-“Ulu Kağan, sen, Urum üzerine yürümek istersin!
Sen, ona, izin ver yeter ki;
Börteçin’e de, sana, kılavuzluk etsin, yol göstersin!”
***
Oğuz Kağan çadırını dürdürdü. Çerilerini toplayıp yola koyuldu.
Oğuz Kağan, çadırını dürdürünce gördü ki;
Gök tüylü, gök yeleli kurt önde yürüyor..
Ardı sıra giden onca şahbaz yiğitler sanki,
Haşmet ile, koca koca, sarp dağları bürüyor!
***
Yine nice vâdi, bayır aşıldı;
Yine nice, tepe, nehir aşıldı.
***
Börteçine, günler sonra, bir dağ eteğinde durdu;
Oğuz Kağan da, çadırını bu mekânda kurdurdu.
***
İtil Müren (Volga Nehri) kenarında, Kara Dağ’ın dibinde,
Kılıçlar şakırdadı, oklar yağdı, akabinde...
***
Bir boğuşma, bir vuruşma oldu ki, yaman;
İtil Müren, baştan başa doldu kızıl kan.
***
Kaçtı, arkasına bakmadan, perişan, düşman!
Kaçtı, kibirli adam, söz dinlemez Urum Kağan!
***
Oğuz Kağan, ilk emeline böylece ulaştı;
Canlı- cansız bütün ganimetleri, herkesle paylaştı.
***
Urum Kağan’nın bir kardeşi vardı ve adı Uruz Bey’di. Bu Uruz Bey, oğlunu, bir dağ başında bulunan, derin ırmaklar arasında çok mükemmel tahkim edilmiş bir şehre gönderdi. Ona, dedi ki. “Bu şehri, bizim adımıza koru!..Savaştan sonra da bizim yanımıza gel”.
Oğuz Kağan, Urum Kağan’ı alt ettikten sonra, bu şehre yürüdü. Uruz Bey’in oğlu, Oğuz Kağan’a çok altın ve gümüş yolladı ve dedi ki:
“-Ey Oğuz Kağan, sen, benim de kağanımsın!
Bilirim, babamın can düşmanısın!.
Bana, bu şehri verirken dedi ki, onu, koru!
Elbette istemem, kırılsın onun gururu.
Benim suçum değildir, onun bu hâli;
Birlikten ayrılamam, taşıyamam bu vebâli!
***
Bizim devletimiz, senin devletindir!
Bizim servetimiz, senin servetindir!
***
Bizim uruğumuz da seninle aynı candandır;
Senin ağacının yemişindendir, aynı kandandır!..
***
Yüce Allah, nice lutuflarda bulunmuş, sana!
Kim kavuşabilir acaba böyle büyük bir ihsâna!..”
***
Oğuz Kağan, sevindi, yiğitin sözünü dostça buldu;
Adını Saklap koydu, onunla dost oldu!
***
Oğuz Kağan, askerleriyle, İtil ırmağının kenarına geldi. Irmak, gürül gürül akan ulu bir ırmaktı. Düşündü ki, bu ırmağı nasıl geçeriz. Askerler arasında, eli, kesmeye biçmeye yatkın bir bey vardı. Adı da, Uluğ Ordu Bey’di. Akıllı biriydi.
Çevreden dal-budak toplayıverdiler. Uluğ Ordu Bey, bu ağaçları kesti-biçti ve bunlardan bir sal yaptı ki, Oğuz Kağan ve askerleri geçsin.
Oğuz Kağn, sevindi, güldü ve Uluğ Ordu Bey’e; sen, burada kal, buranın beyi ol ve senin adın Kıpçak Bey olsun, dedi.
Buz Dağı’nın zirvesi ap-ak karlıydı, vâdilere duman çökmüştü;
Önlerine yine, gök tüylü, gök yeleli bir kurt düştü.
***
Oğuz Kağan, her zaman bir alaca ata binerdi;
Bu atını hepsinden daha çok severdi.
***
Bir sabah, uyanınca, gördü ki, yok atı!
Tehlikedeydi elbette atının hayatı!
***
Dediler ki, Buz Dağı’na kaçmış olmalı!
Elden ne gelir ki, şaşmış olmalı!
***
Oğuz Kağan, çok üzüldü buna, çok eziyet çekti!
Atının böyle kaçacağını nereden bilecekti!..
***
Ordusunda, bir er vardı, hiçbir şeyden korkmazdı.
Hiçbir şeyden çekinmez, hiçbir şeye aldırmazdı.
Onun gibisi, askerleri arasında pek azdı.
Gözüpekti, soğuktan, kimseden sakınmazdı.
Her taraf, bumbuzdu, sopsoğuktu, bembeyazdı.
***
Girdi dağ içine, kâh yürüdü, kâh süründü;
Herkes meraktayken, o er, karlara büründü.
Ve nihâyet alaca atla birlikte çıkageldi, göründü.
***
Buna çok sevindi Oğuz Kağan, güldü, sevindi.
Bütün üzüntüsü, elemi, eziyeti birden dindi.
***
-Sen, buraya baş ol, ebediyen, dedi, o ere!
Adın da Karluk olsun, yaşa, göğsünü gere gere!
Ve âdeta boğdu onu, sayısız mücevhere!”
Böylece, su serpti bütün gönüllere!
***
Derken, önlerine çıktı, bir ev çok şatafatlı
Pencereleri gümüş, çatısı demir, duvarı altından.
Belli ki, gün görüp geçirmişti, saltanatlı.
Kapısı kapalıydı, anahtarsızdı, bakınca yakından.
***
Askerler arasında, er vardı, mâhirdi...
Elişinde becerikliydi; adı, Tömürdü Kağul idi.
***
Oğuz Kağan, ona da bir vazîfe verdi, dedi ki;
-Sen de, burda kal, gelmesin öteki, beriki!
Kapıyı aç, senin olsun bu mekân;
Sakın ha, kimselere verme fırsat, imkân...
***
Fakîri koru, kalmasın yurdunda bir tek aç!”
Ve adını koydu, Tömürdü Kağul’un, Kalaç!..
***
Kalaç, açtı kapıyı, yurt tuttu burayı;
Yaptı orayı, sanki, saraylar sarayı!..
***
Oğuz Kağan, Tömürdü Kağul’un adını Kalaç koyup yoluna devam etti. Günlerden bir gün, öndeki gök tüylü, gök yeleli kurt bir yerde durunca, Oğuz Kağan da durdu ve çadırını oraya kurdurdu.
Çürçet denilen bu yer, tarlasız, çorak bir bozkırdı. Büyük bir yurttu ve orada, çok sayıda at, öküz ve buzağılar bulunurdu. Altın, gümüş ve mücevherleri de fazlaydı.
Çürçet Kağan ve halkı, Oğuz Kağan’a karşı geldiler.
Nice beğler, kağanlar baş eğmekteydi ona;
Çürçet gafili de, karşı çıktı Oğuz Kağan’a.
***
Elbette ki, halkını da kışkırtmıştı
Usûl erkanı unutup, insanları şaşırtmıştı.
***
Oklar havada uçuştu, kılıçlar şakırdadı.
Nice yürekler göğüs kafesinden fırladı.
***
Çürçet Kağan’ı çok geçmeden, yendi...
Bizzat kellesini uçurdu, meydanda, kendi!.
***
Mâsûma dokunmadı, halkı tâbi kıldı kendine,
Böldü, ganimeti, askerine, maiyetine!..
***
Bol bol aldı herkes, doldurdu çadırlara...
Fazlasını da yükledi atlara katırlara!..
***
Askerleri arasında bir yiğit vardı, iyi usta idi;
Barmaklığ Çosun Billig’in, ustalığı da, her hususta idi.
***
Bir araba yaptı, hem koskocaman, hem de güzeldi;
Bunu yaptıran akıl ne akıl, yapan el ne mâhir eldi!
***
Oğuz Kağan da, bu arabayı çok beğendi.
Sonra da, ganimetler, bu arabaya yüklendi.
***
Oğuz Kağan’ın maiyeti de buna şahit oldu, şaşırdı.
Yoksa bunca ganimeti hangi vasıta taşırdı!
***
Yerli halk da, araba yaptı, birlik oldu;
Bu araba da çok hoştu, âdeta seyirlik oldu.
***
Onu çekerken “Kanga! Kanga!” dediler.
Hep bir ağızdan, bunu ünlediler!
***
Oğuz Han da, arabayı görünce, çok hoşlandı;
Halkın mutluluğuna sevindi, inandı.
***
Dedi: “Adınız Kangaluğ olsun, beraberce yaşayın!
Kuvvetinizi birleştirin, her tarafa yayın!..
***
Oğuz Kağan, yine gök tüylü, gök yeleli bir kurtla Hint, Tangut ve Suriye taraflarına yürüdü. Pek çok vuruşmalar, çarpışmalar yaptı. Karşısına çıkanı yendi, halkını kendisine tâbi kıldı ve bu diyârların hepsini yurduna kattı.
Nihâyet güneye doğru yol alır ki, buraya Barkan derler;
Çok zengin, hem de sımsıcak bir yerdir, bu yer!
***
Çok av hayvanı, kuşu, gümüşü, altını, vardır...
Türlü türlü cevahiri, bir de kağanı vardır
Yerüstü, yeraltı varlığı çok bol bir diyârdır;
Halkının çehresi kapkaradır.
Kağanının adı, Masar’dır.
***
Oğuz Kağan, Masar’ı da yener, dostları sevinir;
Zaferler peşpeşe gelir, gönüller alevlenir!
***
Karşısında, Masar da, kimse de duramaz
Gücüne hep güç katar, kimseler dayanamaz!
***
Ganimetler yüklenir, eve doğru yola koyulur;
Kuzular meleşir, atlar kişner, kurtlar ulur!
***
Oğuz Kağan’ın yanında aksakallı, kır saçlı, tecrübeli, bilge bir ihtiyar vardır. Adı, Uluğ Türük yâni Ulu Türk’tür. Oğuz Kağan’ın veziridir.
Gecelerden bir gece, Uluğ Türk bir düş görür;
Düşünde, her cihede, kutlu bir yürüyüş görür.
Öyle hâl ki, cihânı, sarıp bürüyüş görür.
Bir altın yay; üç de ok, hepsini gümüş görür.
***
Altın yay, doğu-batı, kuşatıyor etrafı!
Oklarsa gösteriyor, güney-kuzey tarafı!
***
Uyanınca anlatır, düşündeki her şeyi;
İhmâl etmez ayrıca, yorumu eklemeyi!
***
Der ki: “ Allah, bunları, hakîkate çıkarsın!
Birlik dirliğimizi, bölmesin, ayırmasın!..
***
Şu ân, Oğuz Kağan’ım, yeni bir doğuşlasın!
Yüce Allah, dünyâyı, soyuna bağışlasın!
***
Oğuz Kağan, dinledi, Uluğ Türk’ü dikkatle...
Gerçekten karşılaştı, yeni bir hakîkatle!..
***
Oğuz Kağan; “Sabah olunca büyük küçük (bütün) oğullarını çağırttı. Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, Ay ve Yıldız, doğu tarafına sizler gidin; Gök, Dağ ve Deniz, sizler de batı tarafına gidin dedi.
Ondan sonra üçü doğu tarafına, üçü de batı tarafına gittiler.” (Bknz. W. Bang ve G. R. Rahmeti’nin OĞUZ KAĞAN DESTANI (İstanbul, 1936) adlı eserinden alınmıştır, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, Sf. 13)
Gün, Ay ve Yıldız, koskoca bir ormana daldılar;
Çeşit çeşit kuş ile, nice av avladılar.
***
Hayrette kaldıkları, bir altın yay buldular;
Sevindiler elbette, sanki saray buldular.
***
Oğuz Kağan’a sunup, hürmetle beklediler;
İyi bir iş başarmış niyetle beklediler.
***
Oğuz Kağan sevindi, memnuniyetle güldü;
Yayı eline alıp, tam üç parçaya böldü!
***
Büyük bir iftiharla oğullarını süzdü;
Onlardaki cevher, kendisindeki özdü!
***
Herbirine bir parça, verdi bölünmüş yaydan;
Bir ışık aydınlığı doğmuştu dolunaydan!
***
“-Yaylar sizlerin olsun, bahtınız açık olsun!
Yerde gökte parlayın, kuvvetiniz çok olsun! “
***
Sonra; Gök, Dağ ve Deniz huzuruna geldiler;
Biz, üç adet gümüş ok bulduk, baba, dediler.
***
Ormanda, çok sayıda, av avladık, eğlendik;
Fakat üç gümüş oku, hepimiz çok beğendik!
***
Oğuz Kağan, sevindi, güldü, çok memnun oldu;
Yaptıkları işlerin hepsini uygun buldu!
***
Dedi: “Birer ok alın, birer ok gibi olun!
Her tarafa dağılın, zafer galibi olun!
***
Artsın, hiç eksilmesin, sonsuzadek soyunuz!
Tükenmesin neş’eniz, coşkun olsun toyunuz!
***
Yüce Allah, sizlere, kuvvet ve servet versin!
Adâlet, saâdetle, bitmez mürüvvet versin!..”
***
Oğuz Kağan, bu sözleri söyledi ve büyük kurultayı topladı. Maiyetini ve bütün halkı çağırdı. Kalabalık olundu. Güç kuvvet bulundu. Gönüller alındı. İstişâre edildi. Birlikte oturuldu; sorular soruldu, cevaplar verildi.
Oğuz Kağan; büyük ordugâhının sağ yanına Boz Okları; sol yanına ise, Üç Okları oturtu. Kırk gün, kırk gece yenildi içildi, sevinildi, toy yapıldı.
Milletine seslendi:
“-Nice zorlu savaşlar, vuruşmalar gördüm!
Oğullarıma, yurdumu üleştirip verdim!..
***
Ey oğullarım; ben yaşlandım, zamanımı aştım!
Çok mücâlelere girdim, çalıştım, uğraştım!
***
At üstünde, çok kargı, çok da ok attım;
Nice nice yerleri vatanıma kattım.
***
Mazlumu korudum, zâlim düşmanı ağlattım!
Karlı dağ başlarında, akıl almaz mekânlarda yattım!
***
Nice acılar, eziyetler, sevinçler tattım!
Ülkemi baştanbaşa, güzelliklerle donattım!
***
Hâinlerin nicesini kovaladım, öldürdüm;
Dostlarımın gönlünü kazandım, yüzünü güldürdüm!
***
Sizlere, son sözüm şudur, biliniz!
Şâhit olunuz bu sözlerime hepiniz!
***
Yüce Allah’a, hep duâ ettim, yardım diledim!
Hizmetimi yaptım; milletime, borcumu ödedim.
***
Böylece, birleştirdim milletimi, kurdum ordumu;
Şimdi de size emânet ediyorum, bu güzel yurdumu!
Ocak 2021