Türkiye’de garip bir hâl var: Zaman zaman, birileri ortaya çıkıp, ‘kendilerinin ne olduğunu beyân etmeden’, Türklük hakkında ahkâm kesiyorlar. Hiç kimse, kimsenin ırkı/soyu/nesebi ve inancı hakkında söz söylemek hakkına sahip değildir.
Başkalarını küçük düşürmek, hor görmek ve zihinleri karmaşaya sevketmek isteyen bu zavallılar, eğer iftihar ettikleri bir ırk mensubiyetleri varsa, kendilerinin ne olduklarını ortaya koymalıdırlar. Bilinmelidir ki, şu veya bu ırktanım demek, her insan için meşrûdur, haktır. Aksine, diyememek, o kişinin, ne olduğu mechûldür, demektir.
Şanlı Peygamberimiz, “Soylarını biliniz” buyurmaktadır. Bunun ötesinde söz yoktur!..
Türk Yurdu Dergisi’nde yayınlanan " Mehmet Âkif Gibi Ve Mehmet Âkif Kadar Türk Olmak " başlıklı makalemi şu cümlelerle bitirmişim:
"Demek ki, Türk; iftihar edilecek asîl bir soyun adıdır.
Demek ki; Türk olmak demek, Türk soyundan gelmektir ammâ, sâdece Türk doğmak da değildir.
Türk olmak; Türk gibi düşünmek, Türk gibi hayâl kurmak, Türk gibi yürümek, Türk gibi inanmak, Türk gibi misafir kabûl etmek, Türk gibi heyecanlanmak, Türk gibi mütevâzı, hoşgörülü, fedâkâr fakat yerine göre de gözüpek olmak, Türk gibi ağlamak, Türk gibi sevmek, Türk gibi celâllenmek, Türk gibi buğzetmek, Türk gibi Türk'ün ruh kökünü kavramak, Türk gibi Türk'ün mukaddesatını mübârek bilmek, Türk gibi Allah ü teâlânın , "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım" diye buyurduğu Kâinat Efendisi'ne bağlı olmak, Türk gibi "Kur'ân'ın kölesi" olmak, Allah aşkıyla donanmak, Türk gibi Îlâ-yı kelimetu'llah için mücâdele etmek, Türk kültüründen ve Türk târihinden iftihar ederek, bütün bunları şerefli bir hüviyet levhası hâlinde beynine raptetmek ve aynı şuûr ile kalbine asmaktır. Türk gibi olmak, güzel olmaktır."
(Bknz. M. Halistin Kukul, Türk Yurdu Dergisi, Nisan 2012, Sf. 77-81)
Muhakkaktır ki, bana, bu cümleleri yazdıran sebepler vardı ve Millî Şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy nezdinde, bunları yazmak ihtiyacını duymuştum. Ne yazık ki, iftiracılar, fitneciler, toplum düzenini karmaşaya sevketmek isteyenler hiç durmuyorlar.
Bir zamanlar, birileri çıkmış, “Türk diye bir ırk yoktur” demişlerdi. Üstelik, unvanları da vardı. Kimi, şâir; kimi, p(u)rofesördü. Acaba, ilkokulda bile bunun doğrusu kendilerine öğretilmemiş miydi? Hadi diyelim ki, orada öğretilmedi, ortaokul, lise, üniversite ve ilerki yıllarda da mı öğrenemediler?!..
P(u)rofesör olmayan bir başka makamlı zat da, “Türk olmaktan kurtulduk” demişti. Peki; ona göre, Türk olmaktan kurtulmak nasıl bir şeydi ve Türk olmaktan kurtulmuştu da, ne olmuştu, onu açıklamadı.
Yine, bir başka p(u)rofesör unvanlı kişi, Balkanlar’dan göç edenlerin Türk olmadığından, sonradan Türkleştiğinden söz etmişti. Bunların, Suriye’den gelen sığınmacılarla aynı s(ı)tatüde oldukları tarzında beyânda bulunmuştu.
Doğrusu şaşırmadım. Son zamanlarda, Türkiye’de, öyle p(u)rofesörler, siyâset ve fikir adamları ortaya çıktı ki, bilgi seviyeleri, tahlilleri, kültür ve medeniyet idrâkleri insanı gerçekten şaşırtmıyor.
Bunların hiçbiri, kendi ırkının/soyunun ne olduğunu beyan buyurmadı. Demek ki, soyunu bilmemek, onlar için gayet normal!..
Şu kadarını söyleyeyim ki, Balkanlardan gelenlerin hiçbiri, “Balkanlı” diye yâni coğrafî bir adla anılmadı. Hüviyetleriyle, “Türk” diye zulme tâbi tutuldular, sürüldüler ve öyle geldiler. Hatta; Türk adı, aynı zamanda, onların, Müslümanlıklarının da tesciliydi. Zîra, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Balkanlar’da da Türk denilince Müslüman ve Müslüman denilince de Türk anlaşıldığı bütün kayıtlarda mevcuttur.
Bunlar; kimsenin kapısında dilenmediler. Suriye’den gelenler, resmî makamların açıklamalarında da dikkat edilirse görülecektir ki, “Suriyeli(ler)” diye geldi(ler). Hüviyetsiz geldiler. Ne yazık ki, onlara, “muhacir” diyenler de oldu. Devlet, ceplerine para da koydu/koyuyor. Gücü kuvveti yerinde olanlar, vatanlarını müdafaa etmek yerine kaçtılar ve deniz kenarlarında tur attılar. Elbette ki gariban olanları da vardı(r). Bunlar: Çocuklar ve annelerdi(r). Ne yazık ki, bunların çoğu, sokak sokak, câmi câmi dilendi ve hâlen de dileniyor...
Peki; bunlar, Suriye’den geldiler yâni Suriyeliler ammâ kimdi/kimdir, bunlar? Hâlâ cevap verilmiş değildir!..
Bugün, Azerbaycan’la Ermenistan arasında bir savaş var: Azerbaycan Türk’ü, Ermenilerin işgal ettikleri Karabağ’ı yâni öz vatanlarını geri almak için canla başla mücâdele veriyor, şehitler veriyor. Azerbaycan hâricinde yaşayan bütün Azerbaycan Türkleri, Karabağ için sıraya girmiş emir bekliyor. Suriye’den gelenlerle aralarındaki bir fark da burada!..
Peki; din kardeşi dediğimiz onca Arap devleti ve Farslar nerede? Ermenistan’ın yanında, değil mi? Niçin? Bunlarda, “dîn kardeşliği”nin de ötesinde, hiç mi ‘adâlet duygusu, idrâki’ mevcut değildir, açıklayabilecek biri var mıdır?
Bir başka p(u)rofesör de, hazırladığı, 711 sayfalık “Seyyid Abdulhakîm Arvâsî” adlı oldukça hacımli kitabında, Abdülhakim Arvasî hazretlerine mâl edilen bir sözün, O’na âit olamayacağını beyan buyurmuş; 262. ve 263. sayfalara şu “dipnotu” koymuş:
“Son zamanlarda yayılan bir rivâyete göre Abdülhakîm Efendi hicret vesiyesiyle Suriye’de bulunduğu sırada halk: ‘Siz İstanbul’a, Türkiye’ye, gitmek istiyorsunuz. Halbuki Türkiye çok müşkil vaziyette, imparatorluk çöktü çökecek, yıkıldı yıkılacak. Türkiye artık iflah olmaz; perişan olursunuz. En iyisi burada kalın. Size medrese veririz, hocalık veririz, her türlü imkânı veririz. Evladlarınızla mes’ud yaşarsınız” diyor. Abdülhakîm Efendi onlara şöyle cevap veriyor: “Türkiye’ye gideceğim. Yeryüzündeiki Türk var ise, biri mutlaka benim. Ben Türküm ama Jön Türk değilim”. Abdülhakîm Efendi, seyyiddir; yani ırkan Türk değildir ki böyle söylemek ihtiyacını hissetsin. Üstelik, hicrette Suriye’de hiç kalmamış; Musul’dan Anteb yoluyla Adana’ya geçmiştir. O devirde (1918) daha Türkiye ve Türk tabirleri kullanılmıyordu. Türkiye çöktüğü zaman, Suriye ve Irak, Anadolu’dan daha iyi vaziyette değildi. Nitekim Abdülhakîm Efendi’nin Irak’tan Adana’ya, oradan da İstanbul’a hicreti, İngiliz ve Fransız işgalinin tazyiki iledir. Mesele Seyyid Kâsım Efendi’ye sorulduğunda, Abdülhakîm Efendi’ye yetişmediğini, böyle bir husustan da haberi olmadığını, ancak “Türkiya’da bir kişi kalsa, o da ben olurum” sözünü başkalarından işittiğini söyledi. Abdülhakîm Efendi’nin başta Türk milleti olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’e ve insanlığa mürüvveti malum iken, böyle vasıflandırılmaya ihtiyacı yoktur.”
Yâni; bu p(u)rofesör yazar, Abdühakim Arvâsî hazretleri, böyle bir sözü, söylememiş/söylemez/söyleyemez demeye getirmiş!..
Bir başkasının, bir sözü söyleyip söyleyemeyeceğine karar vermek yetkisini kendisinde gören bu zihniyet de apayrı bir manzara!..
Hâlbuki, akrabası olan ve Türk fikir hayatının çok önemli bir numûne şahsiyeti olan Seyyid Ahmet Arvasî, senelerce önce (1988), bu p(u)rofesörün dediğinin tam aksine, bu gerceği şu ifadeleriyle ortaya koymuştu:
S. Ahmet Arvasî diyor ki:
“Şimdi de Van eski Müftüsü Kasım Arvas Beğ’den dinlediğim bir hatıradan daha bahsetmek istiyorum. Bu, büyük mutasavvıf Abdülhakim Arvasî (K.S.) ye aittir. Ruslar, 1915 yılında Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde Müslüman ahaliye çok zulm ettiler. Zulümlerini Ermeniler’le birlikte, onların rehberliğinde gerçekleştiriyorlardı. Yani Ermeniler gösteriyor, Ruslar katlediyordu. Öyle bir imha ki; kadın, erkek, çoluk çocuk demeden..Müslüman mı Müslüman deyip imha ediyorlardı. Anadolu’nun kaderi müşterek, her yerde aynı hadise yaşanıyordu. O tarihlerde, bizim aile Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasının Arvas köyünde, Doğu Bayazıt’ta, Erciş’te..Çeşitli yurt köşelerine dağılmışlar. Seyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri Başkale’de o zaman; Van’ın Başkale kazasında..
Rus-Ermeni zulmünden çevredekileri kurtarmak için çoluk çocuğunu toplayıp Van’ı terk ediyor. Rus işgali ve Ermeni zulmünden kurtulmak için kaçmaktan başka çare yok. Irak, Suriye yolu ile İstanbul’a geçecek. O zaman geçtiği yol, yani Irak ve Suriye, bizim; Osmanlı toprağı. Yabancı ülke, yabancı toprak değil..İmparatorluğun sınırları içerisinde. Suriye’de bulunduğu sırada Suriye’liler diyorlar ki;
“Siz, İstanbul’a, Türkiye’ye, gitmek istiyorsunuz. Halbuki, Türkiye çok müşkil durumda, imparatorluk çöktü çökecek, yıkıldı yıkılacak. Türkiye artık iflah olmaz; siz de perişan olursunuz. En iyisi burada kalın. Size medrese veririz, mektep veririz, hocalık veririz, her türlü imkânı veririz..Evlâdlarınızla mes’ud yaşarsınız.”
Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nin onlara verdiği cevap şudur:
“ –Türkiye’ye gideceğim. Yer yüzünde iki Türk var ise, biri mutlaka benim. Ben Türk’üm, ama jön Türk değilim.”
(Bknz: S. Ahmet Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1988, Sf. 74-75)
Ne mi diyebiliriz? Türk’e saldırmak bir fobi midir, bir moda mıdır? Yoksa bir nefretin, kızgınlığın, kinin, ürkmenin, korkunun ifadesi midir? Ve acaba, Türk karşısında, bir aşağılık duygusunun veya şuûraltı hezeyanlarının ortaya konması mıdır?
Öyleyse soralım:
Meselâ; en azından, bin üç yüz sene önce, “TÜRK, OĞUZ BEĞLERİ! MİLLET! İŞİTİN!..” diye geçmişten geleceğe kükreyen Türk’ü duymadınız mı?
Meselâ; bin sene önce, esir aldığı Bizans kıralını affeden Türk’ü, Alp-Arslan’ı duymadınız mı?
Meselâ; cihânşümûl fikirleriyle, “Farsça yazıyorsam da aslım Türk’tür” sözüyle, ayrıca, mensup olduğu milletle iftihar eden büyük mutasavvıf Türk’ü, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’yi duymadınız mı?
Meselâ; F(ı)ransa kıralına, “Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi...” diye hitap edip, onu, himâye eden Türk’ü, Muhteşem Süleyman lâkaplı Kanuni Sultan Süleyman’ı, duymadınız mı?
Meselâ; çok yakın bir târihte, bir asır kadar önce, Yunan başkomutanı Tirikopis’i affeden Türk’ü, Mustafa Kemal Atatürk’ü duymadınız mı?
Zihninizi yoklayın, bunları, mutlaka, bir yerlerden hatırlayacaksınız!..
Türkçe konuşup Türkçe yazacaksınız, Türk milletinin nimetlerinden sonuna kadar istifâde edeceksiniz fakat Türk denilince bir şeyler kurcalayıp, kurgulayacaksınız, nasıl iştir!?
Sözü, bir cümleyle bağlayayım:
TÜRK; Zülkarneyn Oğuz’un altın nesli’dir!..