Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, “Türkçe’nin Karanlık Günleri” (1972) adlı kitabını yayınladığı zaman, “Acaba?” demiştim, “Acaba, böyle günlere mi?” gelindi.
Bu hususta; Türkçe’nin Sırları’nı, Türk Dili Nereden Geliyor Nereye Gidiyor’u, Edebiyat Mahkemeleri’ni, Türkçe Meselesi’ni... Kâşgarlı Mahmud’u, Yusuf Has Hâcib’i, Yûnus Emre’yi, Yahya Kemâl’i, Süleyman Nazif’i, Ömer Seyfettin’i, Ali Canib’i, Ziya Gökalp’i, Peyami Safa’yı, Hüseyin Nihal Atsız’ı, Faruk Kadri Timurtaş’ı, Mehmet Âkif’i, Mehmet Kaplan’ı, S. Ahmet Arvasî’yi, Ahmet Kabaklı’yı, Yavuz Bülent Bâkiler’i, Mehmet Çınarlı’yı...ve daha nicelerini, meselâ, Ömer Asım Aksoy’u, Agah Sırrı Levend’i, Cahit Külebi’yi, Şerafettin Turan’ı, Hasan Eren’i, Ahmet Bican Ercilasun’u, Hamza Zülfikar’ı...okudum.
Muhakkaktır ki, Orhun Kitâbeleri’ni de, Dede Korkutu da okudum!..
Dünyadaki lisân mes’elelerine de göz attım!..
Meselâ; F(ı)ransızca’da, “liberte”(=hürriyet, serbestlik)’nin, (condition/kondisyon(=şart)’un, ”mot/mo (=kelime)’nun, nation/nasyon (=millet)’un, national/nasyonal (=millî)in, science/siyans (=ilim)’ın, civilisation/sivilizasyon (=medeniyet)’un; vie/vi (=hayat)’nin, vers/ver (=mısrâ)’in, loi/lua (=kanun)’nın, celebre/selebr (=meşhûr)’in, nature/natür (tabiat, huy)’ün, naturel/natürel (=tabiî)in, experience/eksperiyans (=tecrübe)’ın, litterature/literatür (=edebiyat)’ün, litteraire/literer (=edebî)’in, position/pozisyon (=durum, hâl, duruş)’un, porcelaine/porselen (=porselen)’in, traduction/tradüksiyon (=tercüme)’un...bugüne kadar hiçbir şekilde değişmediğine şâhit oldum.
Peki, sormayalım mı, “Bizdeki kelimeler sabahtan akşama niçin değişiyor? Orhun Kitâbeleri’ndeki “kişi” kelimesi, “zat, fert, şahıs” gibi kelimelerimiz de varken, nasıl, birdenbire, ucûbe “birey” ve buna bağlı olarak “bireysel” oluveriyor ve okul kitaplarında en ön saflarda yer alıyor/aldırılıyor?”
“Ulus” kelimesinin, Orhun Kitâbeleri’nde bir yerde “Buhara ulusu” olarak geçtiğini ve “millet” değil, “Buhara halkı” mânasında kullanıldığını eski yazılarımın birinde yazmıştım.
TDK Başkanı, bir üniversitede yaptığı konuşmasında: “İnanarak söylüyorum ki Türkçe şu anda tarihinin en güzel günlerini yaşıyor” (Bknz. www.tdk.gov.tr./11.12.2018) demişti de, ben de onun üzerine, nasıl bir güzellikse, “Türkçe’nin En Güzel (!) Günleri” (Bknz. Samsunhabertv.com) başlıklı bir yazımla duruma açıklık getirmeye çalışmıştım.
İşin esâsında, yeni getirilen bir güzellik falan yoktur. Sâdece, ihmâllerin üzerini süslü kelimelerle kapatmak vardır.
Şurası muhakkaktır ki, her fikir adamının bir görüşü, bir kanaati bulunmaktadır. Ancak; bütün bu görüş ve kanaatleri toplayıp güzel ve verimli bir netîceye ulaştıracak, sağlıklı bir ‘makam’ ne yazık ki, mevcut değildir.
Denilebilir ki, Türk Dil Kurumu’nu unutmuş olamazsın!..Elbette ki, unutmadım. Fakat, bir örnek arzettim!..Düşününüz ki, İstiklâl Marşı’mızdaki, Türkçe olan “hür” ve “hürriyet “ kelimeleri bile, yanlış kuruluşlu “özgür” ve “özgürlük” yapılmıştır. Diyorlar ki; bu kelimeler, “serbest” ve “serbestlik” yerine “uydurulmuştur. Diyelim ki, öyledir. Peki, “serbestî”, “serbestiyet” , “serbestlemek”, “serbestleşmek” ne demek oluyor ve bunların kusuru nedir?
Çok defa söyledim ve sordum: “öz”, Türkçe’dir ve “gür” de, Türkçe’dir. Fakat, ne yazık ki, “özgür”, “hür” ve “özgürlük” de, “hürriyet” değildir. Çünkü, kuruluşu, hiçbir Türkçe kaideye uymamaktadır. Hattâ sordum. Dedim ki: “Peki, “gür-öz” desem olmaz mı?” Ses yok!..Niçin? Çünkü, kuruluşu, “özgür”deki gibi, tamamen yanlış!..
“Fikri hür, vicdanı hür nesiller” böyle mi yetişecek/yetiştirilecektir?
Peki, bu işi hâlledecek kimdir? Türk Dil Kurumu, üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı mensupları ve Millî Eğitim ve Kültür Bakanlıları.
Senelerdir, az kişiyle değil, çok kişiyle konuştum, tartıştım, istişâre ettim; hemen hemen hiç kimsenin böyle bir tasasının olmadığını gördüm. Genel olarak da: “Aman, dil zâten uydurmadır, öyle desen ne olacak, böyle desen ne olacak!?” şeklinde cevaplar aldım.
Vardığım kanaat odur ki, bugün, Necmettin Hacıeminoğlu’nun elli sene önce işâret ettiği yerdeyiz!.. Genç Kalemler’in 1912’lerde işâret ettiği Türkçe hareketi, zaman içersinde, “öz” kelimesinin ilâvesiyle, tahribe yönelmiştir.
Bu miletin bir ferdi olarak, ibretle ve hayretle düşününüz ki, kendi İstiklâl Marşı’ndaki Türkçe kelimeler, göz göre göre değiştirilmektedir. Millet/ulus, medeniyet/uygarlık, hür/özgür, hürriyet/özgürlük, istiklâl/bağımsızlık, bunlardan birkaçıdır. Âkif; hem “yurt” ve hem de “vatan“ kelimelerini kullanmıştır. Dili zenginleştirme budur!..
Tabiîdir ki, bir milletin İstiklâl Marşı’ndaki temel taşlar/kelimeler yerinden oynatılmaya başlanırsa hiç hoş durumlarla karşılaşılmaz. Ve gün gelir; o zamanın çocukları, “Anne-baba, bu hür, hürriyet, medeniyet kelimeleri ne demektir?” diye sorarlar. Böylece; İstiklâl Marşı, İstiklâl Harbi, İstiklâl Mücâdelesi, Millî Mücâdele gibi tâbirlerdeki, “millî ruh”, “ulusal tin” hâlinde ufalacak, ufalanacak, ufaltılacaktır.
Elbette ki,“ilmî usûller” ile yeni kelimeler türetilebilir; o zaman, böyle yapıldığına kanaat getirebilsem, Türkçe’nin geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi adına takdirle karşılamakla kalmam, vargücümle desteklerim.
Yâni, şunu demek istiyorum ki, bu hareket/kelime uydurma, belli bir dönemde “baskı”yla, şimdilerde ise, “umursamazlıkla/başıbozuklukla/başıboşlukla” yol almaktadır. Dolayısiyle, ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.
Türkçemiz, bugün, “yabancı kelime” ve “uyurma kelimelerle” boğuşup/döğüşüp/boğazlaşıp durmaktadır.
Koronavirüs dolayısiyle belli zamanlarda dışarı çıkarılarak bir nefes almaları sağlanan 65 yaş üstü vatandaşların bile, kendilerine sorulduğunda -hemen hemen hepsi- “Özgürlüğün tadını çıkarıyoruz” diye cevap verdiklerine şahit oldum.
Bu kelimeyi, şâyet, hürriyet karşılığında söylemişlerse, sormak lâzım: “Esâret altında mıydınız? Nerede esirdiniz?”
Şâyet; “serbestlik” olarak söylenmişse, bunca sene kullandığınız bu kelime size ne yaptı? Yanlışı söylemekte niçin bu kadar maharetli ve ısrarlı oldunuz/oluyorsunuz?
Bu durum, bu kişilerin, bu kelimeyi benimsediklerinin değil, televizyonlardaki haber bültenlerinde, bâzı siyâsîlerin konuşmalarındaki ‘p(i)sikolojik baskı’nın tesiriyle söylediklerinin işâretidir. Genç olsalar, okul kitaplarından derdim. Değil!..
Şüphesiz ki, okul kitapları, baştan sona bu uydurmalarla doludur. Onlara da geleceğim.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in, “Türkçe Meselesi” adlı kitabından, eskiye dâir hazîn bir örnek arzedeyim. Diyor ki:
“Sene 1944. Millet dili, bir zümre dili hâline gelmekte devam ediyor. Teşkilât kânûnundan sonra ana kânûnların dilini kurmaya gelmişler. Maârif Vekâletinde bir öztürkçe bürosu kurulmuş. Türkçemizi amansızca baltalamakta, mektep kitaplarının dilini değiştirmektedir. Üniversite fakültelerinde de benzerî bürolar aynı yolda. Hocaların üniversite hesâbına bastıracakları kitaplar evvelemirde bu bürolardan geçip dili burulduktan sonra bastırılacaktır. “ (Bknz. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi, Yağmur Yayınevi, İstanbul 2006, Sf. 63)
Yukarda, “Bu işi hâlledecek kimdir?” diye sordum ve cevabını da verdim. Yalnız, şunu ifade etmeliyim ki, Ord. Prof. Dr. Başgil’in mâruz kaldığı bu durum, maalesef, 2000 yılında da yaşanmıştır.
Zamanın Millî Eğitim Bakanı’nın, 07 Aralık 2000 târihli genelgesiyle, bütün okullara bir “emirnâme” göndermiş ve “asır, bahtiyar, câhil, devir, esir, fakir, felâket, fert, fiil, hakikat, hatıra, hatip, hayat, haysiyet, hukuk, hür, hürriyet, ıstırap, istiklâl, ilim, isim, kaabiliyet, kanun, mânâ, medenî, medeniyet, memleket, mekân, meşhur, mısra, millî, milliyetçi, nesil, nutuk, örf, sun’i, şahıs, şive, tabiat, tamir, tecrübe, tenkid, teşkilât, vasıta, millet ve vatan” kelimelerini yasaklamıştır.
Düşününüz; bunlar, Türkiye’nin, her köşe bucağında, bayırında tepesinde, şehrinde köyünde değil; Türk Dünyası’nın herbir zerresinde, asırlardır ve herkes tarafından bilinen ve konuşulan kelimelerdir.
Şimdi ise, bu kelimelerin bir kısmının yerine uydurulan kelimeler; ‘sessiz sedâsız’, hiçbir müdahalede bulunulmaksızın okul kitaplarında, liseye ve üniversiteye giriş imtihanı sorularında ‘baştâcı’ edilmektedir.
Yâni, bugün, iktisattaki “Laissez faire, laissez passer/Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ‘lâçkalığı uygulanmaktadır.
Bütün Türk Dünyâsı’nda kullanılan kelimelerin Türkçe ve Türkçeleşmişlerinin yerine, hemen hemen bütün okul kitaplarına ‘uydurmaları’ yazılarak, müşterek bağ zedelenmektedir. Bunun yanında, yabancı dilden geçenler, yerli yerinde durmaktadırlar.
Bu durumu, ayraç içindeki kelimelerin Türkçe, dışındakilerin ise, uydurma olduklarını belirterek, birkaç örnekle açıklayalım : Tümce (cümle), özgür (hür, serbest), özgürlük (hürriyet, serbestlik), sözcük (kelime), birey (kişi, zat, fert, şahıs), bireysel (şahsî, ferdî), örneğin (meselâ, sözgelişi, sözgelimi, faraza), öykü (hikâye), yaşam (hayat, yaşama, yaşayış), doğa (tabiat), doğal (tabiî), doğal olarak (tabiî olarak, tabiatıyla), yapıt (eser), koşul (şart), kent (şehir), bellek (hâfıza), uyak (kafiye) neden (sebep), yanıt (cevap), uygar (medenî), uygarlık (medeniyet), karşın (rağmen), anımsamak (hatırlamak), egemen( hâkim), egemenlik (hâkimiyet), onur (şeref), onursal (?), ulus (millet), ulusal (millî), ulusalcı (millîci), ulusalcılık (milliyetçilik), yazın (edebiyat), yazınsal (edebî)...
Kaldı ki, yabancı dilden, Türkçe’mize geçen kelimelerin çoğu olduğu gibi durmaktadır: “Etik, Türkoloji, antre, exit, metod, natürel, problem, efor, sempozyum, empoze, konsantre, portmanto, vestiyer, resepsiyon, restorasyon, restoran, terör, terörist, kuaför, konfeksiyon, vitrin...bunların çok az bir bölümüdür.
Diğer bir husus da, F(ı)ransızca (-el) ve (-al) takılarıyla yapılan bir sürü uydurma kelimedir: “Tanrısal, olgusal, çizgisel, evsel, tarihsel, yazınsal, kalıtsal, mantıksal, tinsel, görsel, kamusal...” sayabildiğiniz kadar sayınız!..
Ne yazık ki, bâzı kimseler de, bu F(ı)ransızca takıları, yanlış olarak (-sel) ve (-sal) olarak anlıyor ve yazıyorlar. İkinci bir yanlış da budur!..
Doğrusu: (-el) ve (-al) dır. Bunlarla ilgili, F(ı)ransızca, bâzı örnekler sunalım: “Karnaval, sinyal, k(ı)ristal, kültürel, sosyal, santral, konvansiyonel, orijinal, oryantal, banal, model, teatral, kolonial, finansal, nominal, spiral, general, amiral, formel, terminal, portal, pastel, ideal, final, s(ı)kandal, parsel, radikal, kardinal, medikal, müzikal, natürel, minimal, global, national, local, personel, marjinal..”
Şimdi; biri çıkıp, meselâ, Arapça’dan dilimize geçen “târih” ve F(ı)ransızca’dan geçen “fizik”kelimesinin sonuna birer (-sel) getirmiş olsa, bu kelimeler “özTürkçe” oluyorlar, öyle mi? Tuhaf değil mi?
Yine; biri çıkıp, meselâ, Arapça’dan dilimize geçen “hukuk” ve “kimyâ” kelimelerinin sonuna birer (-sal) getirmiş olsa, bunlar da “özTürkçe” oluyorlar, öyle mi? Bu, nasıl bir Türkçe anlayışıdır?
Kaldı ki, bu kelimelerin sonuna getirdikleri takılar, onlarla uyuşmadıkları için, araya, bir (s) kaynaştırma harfi koyma zorunda kalıyorlar.
Zâten; “özTürkçe” ifadesi de yanlıştır. Bir kelime ya Türkçe’dir, ya Türkçeleşmiş’tir. “Öz”, işin aldatmacası’dır.
Şahsen, Türkçe’nin geçirdiği bu yıllara “kayıp yıllar” olarak bakıyorum. “Türkçe şu anda tarihinin en güzel günlerini yaşıyor” diyenlere de, gerçekten, şaşıyorum.
Biz; şu anda, Türk Dünyası Türkçesi’nin ihtişamını yaşamalıydık, karmaşasını değil!..