M. Hâlistin Kukul*
Adâlet gülünü, dikenleri var diye dibinden kesmeyiniz, kökünden koparmayınız. Aksine; onu, koklayabilmeniz ve herkesin de koklayabilmesi için, hiç durmadan sulayınız.
Bu cümleyi bana söyleten, Mustafa Önsel'in yazdığı "Beşiktaş'ta Sırtlan Pususu" ve "Silivri'de Firavun Töreni" adlı kitaplarıdır. Nerede adâletsizlik varsa, bilinmelidir ki, orada yangın vardır. Sanılmasın ki, "ateş", sâdece , düştüğü yeri yakar! Her kim ki, böyle düşünüyor, büyük bir gaflet içersindedir.
" Beşiktaş'ta Sırtlan Pususu" nu ve bir yıl aradan sonra da " Silivri'de Firavun Töreni"ni okuduktan sonra, bende beliren kanaat şu olmuştur: Hani sıkça denilir ya, "Adâletin kestiği parmak acımaz" diye; bu, böyle değil. Bu,' içtimâî vicdânı' acıttığına göre, ne böyle bir adâlet mevzûbahistir ve ne de böyle huzur duyulacak bir "kesme" fiili! Parmak, oldukça fazla sızlıyor! Haddinden fazla!..
Beşer vicdânını sızlatan ve daha doğrusu dâimâ kanatan bir yaranın 'acımaması" mümkün müdür? Bu yaranın sızısı nasıl durdulabilir/ nasıl durdurulmalıdır/nasıl durdurulacaktır? Bunu düşünmeyen vicdânda hukuk barınabilir mi?
Adâlet; merdivenle çıkılacak bir mertebe değil, herkesi kucaklayan / kucaklaması gereken büyük bir nâmûs şemsiyesidir. Bu kucaklamada, öyle bir 'ihâta ediş' bulunmalıdır ki, hiçbir boşluğa müsaade edilmemelidir. O; bu gücü nisbetinde de dâimâ hâkim bir mevkide olmalıdır.
Arsızın, hırsızın, gamsızın, yaramazın, hokkabazın, her türlü fikrî ve şeklî yobazın, madrabazın, kumarbazın, hîlekâr cambazın, bağnazın, aymazın, gammâzın...köşe bu köşe, diyâr bu diyâr, sokak bu sokak cirit attığı zamanda, bayrağı biraz daha yükseklere taşımak isteyenlerin, vatanı biraz daha sulh ve sükûn içinde yaşatmayı hedef yapanların, milleti biraz daha kardeşçe hislerle birbiriyle kaynaştırmaya çalışmanın, târihe biraz daha sâhip çıkmanın, dînî mübîni gönüllerinde yeşertip zırh olarak bürünerek Îlâ-yı kelimetu'llah için gayretle ömür çürütenlerin mârûz bırakıldıkları hâdiselere ve uğratıldıkları haksızlıklara sebep olanlardan ve susanlarda, inanıyorum ki, mahşer günü hesap sorulacaktır.
Temennim de duâm da budur!
Ammâ; bu dünyâ, hiç kimsenin şahsî ve keyfî tahakküm yeri de değildir! Bu sebeple; yine, temennim ve duâm odur ki, bu hesap, burada da hükmünü âdil bir şekilde tahakkuk ettirmelidir!
Târih bilmekte ve bildirmektedir ki, adâlet, yavaş yürüyebilir fakat er veya geç hedefine ulaşır. Yalnız şu var ki; adâletin gecikmesi yâhut geciktirilmesi bile, başlı başına adâletsizlik iken, onu tahakkuk ettirmemenin zulmünü tasavvur etmemek mümkün olabilir mi?
Bu bakımdan, Mustafa Önsel'in yazdığı her iki kitap da, sâdece yarının târihçileri için değil; içtimâîyatçıları ve buna bağlı olarak da bilhassa hukukçuları için bir müracaat kitabı olacak hüviyettedir.
Türk hukuk ilmi, milâd öncesi Roma hukukundan ibret ve numûne alırken, yanıbaşında yaşanan ve son dönem Türk içtimâî yapısını ve hayatını bütün dehşetiyle müşahede ederek ortaya koyan bu ibretli vesîkalardan örnek almayacak mıdır?
Geçmişte ve günümüzde, adâletin, seçim sandığından çıktığına dâir bir ipuçu, bir emâre, bir işâret, bir ispat, bir temâyül, bir kanaat veya bir müeyyide mevcut mudur? Bence hayır! Bilenler, var diyenler varsa, söylesinler, bizde öğrenelim! Aynı şekilde, geçmişte ve günümüzde, adâletin, namlunun ucundan çıktığına dâir hangi kaynakta, ne bulunmuştur?
Türk Milleti, nelerle uğraştırılıp, meşgul ediliyor!..Yazık!..
Şimdi, Önsel'in kitabına geçelim ve yaşadıklarından sâdece birkaç numûne sunalım!
Yazar Mustafa Önsel'in şu cümlelerine dikkat edilmelidir. Diyor ki: " Anlatacağım portre bir hanımefendi. Dışardakilerin de dışında. İtalyan asıllı, artık orta yaşın son demlerinde, yüz hatları ve davranış kalıplarıyla tipik Türk diyebileceğimiz bir Arjantinli o. Adı Dora...Dora Yenge kısaca. Kim mi? "Balyoz Davası"ndan yargılanıp 16 yıl ceza alan, davanın yürekli isimlerinden Ali Sadi Ünsal Amiral'in, ABD'de yaşayan ağabeyi Hüsamettin Bey'in değerli eşleri.
Sanıyorum 15 Temmuz 2013 günüydü. Ali Sadi Amiral'i ziyarete gelmişlerdi. Ben de ziyaretçi bekliyordum. Ali Sadi Amiral tanıştırdı beni. Kendileriyle bir süre sohbet etme imkânı buldum. Dora Yenge Türkçe bilmiyordu. Ancak vücut dilimden anlattıklarımı çoğunlukla anladığını ifade ediyordu. Tabiî Hüsamettin Bey, zaman zaman söylediklerimi kendisine tercüme ediyordu. Nihayet ayrılmak için müsaade istediğimde ağlayarak ellerimi tuttu. Gözyaşları içinde alabildiğine hızlı bir şekilde bana bir şeyler söylemeye başladı. Söylediği şeylerin çok az kısmını anlayabilmiştim.
Yardıma Hüsamettin Bey yetişti. Dora Yenge'nin söylediği şu sözleri aktardı bana: " Bakın, sizin gibi kültürlü, cesur, ülkesi için fedâkârlık yapmış insanları cezaevlerine doldurmuşlar, ne kadar yazık. Ve hiç kimse sizden söz etmiyor. ABD'de dahi Türkiye'de tutuklu siyasetçiden, gazeteciden, bilimadamından bahsediliyor, ama sizden (askerlerden) hiç bahsedilmiyor, kimse size uygulanan bu adaletsizlikten söz etmiyor. Çok yazık! " demişti." (Bknz: Mustafa Önsel, Silivri'de Firavun Töreni, Kaynak Yayınları, İstanbul 2014, sy. 315-316)
Evet, gerçekten " Çok yazık!"
Bu askerler kimler midir?
Söylemeye çalışalım: Canları pahasına vatan müdafaası yapan bu yiğit Türk subaylarının kimileri ıssız dağ başlarında teröristlerin ve bütün emperyalist Türk düşmanlarının hedefi olmuş; kimi Kardak'ta Türk bayrağını dalgalandırmak için mücâdele vermiş; kimi Engin Alan Paşa gibi bebek kaatilini ensesinden tutup Türkiye'ye getirmiş; ve kimileri de, Ergin Saygun Paşa ve arkadaşları gibi, ABD ve AB'nin gizli emellerine karşı , " Türkiye'nin menfaatleri için dişe diş mücadele eden ve baskılara rağmen bildiğini okumuş ve geri adım atmamış"; Türkiye'nin, Türk Dünyâsı'nın ve dünyânın her yerinde üstün vazîfe aşkı ile hizmet etmiş Türk subayları Tümamiral Deniz Kutluk, Tuğgeneral Hakan Akkoç, Albaylar Ahmet Tuncer, İkrami Özturan, Erdal Hamzaoğulları, Burhan Göğce, Osman Başıbüyük, Levent Ergün, Mehmet Erkorkmaz, Sinan Topuz, Bayram Ali Tavlayan, Veli Murat Tulga, Utku Arslan, Namık Sevinç ve Yarbay Mustafa Yuvanç " ( Bknz: a.,g.,e., sy. 134) ile, daha nice ' yiğit âbide şahsîyetler' dir.
Hapishânelerde yıllardır süründürülen hizmet ehli bunca mâsûm insana uygulanan 'adâlet' anlayışının, kaatillere bile revâ görülmediği bir dönemde, ne meydanlardaki gergin çehrelerle yapılan haykırışlar, ne konforlu salonlarda birbirlerini süzerek kâh alaycı, kâh asabî, kâh külhanbeyi tavır ve bakışlarla atılan nutuklar, ne âile ziyâretlerinde yapılan kahve-çay ikrâmlı fiskoslar ve ne de kahvehâne köşelerinde dünyadan habersiz şuûrsuz dedikodu lâfazanlıkları, tatmin, teskin ve iknâ edici olabilir.
Ben, bu noktada, Yazar Mustafa Önsel'in "Sunuş" yazısında, Cengiz Aytmatov'dan, en başta naklettiği birkaç cümleyi, ben sonda sunacağım. Aytmatov şöyle diyor:
"Sovyet rejiminde tarihî bir hikâye yazdı diye tutuklanmış ve işkenceye maruz kalmış bir askerdi. Yöneticilerin işgüzarlığıyla hapse tıkılmış bu adamın, hücresinde kendi kendini yiyerek erimesi kimsenin umurunda değildi.
Oysa bu adam ne bir hırsız, ne bir arsız, ne bir saldırgan, ne de bir kaatildi. Aksine ülkesi için savaşmış, tutsak olmuş, karısını ve çocuklarını sevmekten başka, var oluşunun özü olan bu sevgiden başka bir tutkusu olmayan, kimseye zararı dokunmamış, saygılı ve saygıdeğer bir insandı.
Ama, onların aradıkları da işte böyle bir adamdı ve bu adamı tıkmaları gerekiyordu hücreye. İşçi sınıfının mutluluğu için böylesi fedâ edilmeliydi." (Bknz: a.,g.,e., sy. 17)
Son söz, sözün aslından, Sâhibi'nden; tabiî ki, anlayıp idrâk edenler, zâten , bu hakkı teslîm etmektedirler. O hâlde; iftiracılar, yalancılar, gammâzlar, riyâkârlar...gözlerini de kulaklarını da dört açmalıdırlar!
Bir hâdis-i şerîf: " Bir gün adâletle hükmetmek, yetmiş senelik ibâdetten hayırlıdır."
Ve bir âyet meâli: " Muhakkak ki, Allahü teâlâ adâleti, ihsânı (iyilik yapmayı) ve akrabâya bakmağı emreder..." (Nahl, 90)
* OMÜ Em. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar