Her devirde, her yerde ve her mevkideki kişiler tarafından sık sık mevzû edilen ‘ahlâk’ mefhûmunun özüne, maalesef ki, pek îtibâr eden de yok gibi!..
Sâdece, bâzı şeyleri gündemde tutabilmek için, ‘ahlâklı’ veya ‘ahlâksız’ ifadeleri kullanılıp geçiliyor.
Meselâ; son senelerde en çok sözü edilen “siyâsî etik yasası” da, bunlardan biridir ki, ya Devlet’i temsil edenler ya da temsile talip olanlar tarafından dile getirilmektedir.
Yânî; “ahlâk”, Avrupaî bir lisanla takdime başlandı. Mesele, zâten burada başlıyor. Bana göre; ‘ahlâk’ kelimesini, F(ı)ransızca “etique/etik” kelimesiyle karşılamaya çalışmak da apayrı bir ahlâkî mesele’dir.
Niçin, “siyâsî ahlâk kanunu”, değil de, şaşırtıcı ve kavram karışıklığına sebebiyet veriliyor?
Sözlük mânasıyla, ahlâk; (“Ar. Hulk “yaratılış, tabiat, huy’un çoğul şekli” ; 1. İnsandaki iyi ve kötü huylar, tabiat. 2.İyi huylar, insanı mânen yükselten iyi tabiatler, fazîletler” (Bknz. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, İstanbul 2011, Sf. 23)
Aslında; “ahlâk”, başlıbaşına, mücerret bir hâldir. Biz, ancak, “ahlâklı” veya “ahlaksız” dersek, o, bir mâna kazanır.
Etique ise; 1. Ahlâkla ilgili, ahlâkî; 2.Ahlâk ilmi, ahlâk felsefesi, ahlâkiyat, ilm-i ahlâk” (Bknz. A.,g. Sözlük, Sf. 358) demektir.
Larousse de Poche’da, etique; “Qui concerne la morale” (Bknz. 1954.- Libraire Larousse, Paris, Sf. 144) yânî “ahlâkı ilgilendiren” olarak târif ediliyor.
Bu bakımdan, uluorta kullanılan ve karşılığında ne olması gerektiği bilinmeyen/içi boşaltılmış ‘ahlâk’ kelimesinin, kültürel bir mefhum olarak, bizde yânî Türk Milleti’ndeki ‘sosyolojik’ karşılığına bakmamız gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber Efendimiz’e hitâben; “Seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 107) ve “Ve muhakkak ki, sen, pek yüce/büyük/yüksek ahlâk üzerindesin” (Kalem,4) buyurulmuştur.
Peygamber Efendimiz de, hadîs-i şerîflerinde: “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” ve “Din, güzel ahlâktır”buyurmaktadır.
O hâlde; ahlâk meselesinde, yürünecek yol/rota/istikamet bellidir. Zîra; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud,112) âyeti, bu ahlâkîliğin temelini teşkil eder.
Bu da şu demektir ki, emredilen ‘dosdoğruluk”ların ‘zıtlarından’ şiddetle sakınmak gerekir. Bir husus daha var ki, “doğru” değil, “dosdoğru ol” buyurulmaktadır.
Peygamber Efendimiz nezdinde, fert fert bütün insanlığa bildirilen bu emir, nerede ne arıyoruza da cevap teşkil eder.
Bir husus daha var ki, milletlerin ‘kavmî hususiyetleri/vasıfları/mizaçları’nın, bu emirlere zıt/ters/aksi istikamette olmaması şartıyla, örfî/an’anevî ahlâkî değerleri de muteberdir.
İsmâil Hâmi Dânişmend, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı adlı eserin “Eski Türkün En Muhteşem Cephesi” başlıklı bölümünde şöyle der: “Meselâ “Süryânî Mîkâîl vakaayi’nâmesi”nin (Chabot’nun Fransızca “Chronique” ismindeki tercemesi, Cilt 3, 1905 Paris tab’ı, S.152) yukarda bahsi geçen cildinin ayni sahifesinde o devirlerden bahsedilirken bu nokta şöyle tavzih edilmektedir:
“Türklerin meziyetleri vardır. Hîlekârlıkla, sahtekârlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı-koca ihânetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zinâ ender şeydir: Bunun sebebi, Türk kanunlarının ikinci veya üçüncü defa evlenmeyi, yâni teaddüd-i-zevcâtı men’etmemesidir.”
Böyle bir ırkın İslâm ahlâkıyyâtını bütün milletlerden daha kolay benimsemesi pek tabiîdir; işte bundan dolayı, aşağıda gözden geçireceğimiz hıristiyan Garp menbâlarının asırlarca birbirini te’yid ederek tasvir ettikleri ulvî seciyye ve ahlâk, ırkî ve dinî iki temele dayanmış demektir. Eski Türkler işte böyle bir seciyye ve ahlâk ile evvelâ kendi nefislerine ve ondan sonra da Şark’a, Garb’a hâkim olmuşlardır.” (Bknz. İsmâil Hâmi Dânişmend, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1982,Sf. 12)
Doğru’nun zıddı yanlış, dosdoğru’nunki ise yapyanlış/yapayanlış’tır. (NOT: Sözlüklerde, yapyalnız veya yapayalnız vardır da, ‘yapyanlış veya yapayanlış yoktur. Niçin acaba? M. H. K. )
Güzel ahlâk’ın yânî ahlâklılık’ın ifade ettiği doğruluk, sadece birkaç vasıfla değil, pek çok şeyde kendini gösterir: Nezâket, tebessüm, yumuşaklık, cömertlik, merhamet, vatan sevgisi, insan-hayvan ve nebat sevgisi, hakka riâyet bunlardan bâzılarıdır.
Çirkin ahlâk yâni ahlâksızlık, bu saydıklarımın tersi olarak, kabalık/çirkeflik, hakaret, küfürlü söz, dedikodu, haset, kindarlık, boşboğazlık, yalancılık, gasp, zinâ, cinâyet, sertlik, gülmezlik, pintilik/cimrilik, merhametsizlik, katı kalplilik, hakka tecâvüz olarak ele alınabilir. Bir bakışla, bu sonuncular, ‘ahlâksızlık ahlâkı’dırlar. Yânî; ahlâksızlık da, bir ahlâktır: Üzerinde düşünülebilir!.
Her ne kadar, biz, halk arasında, mücerret bir kavram olan ahlâk’ı müspet olarak telâkki ediyorsak da, aslında, bunları ayırmamız gerekir. İlk saydıklarımız nasıl ki, ahlâklı’yı ifade ediyorsa, diğerleri de, ahlâksız’ı temsil etmektedirler.
Şüphesiz ki, millî ahlâk tâbirini de ele almamız lâzımdır. Zîra; beynelmilel/milletlerarası/enternasyonel ahlâk’ta kozmopolitlik olması mümkündür ve millî ahlâktaki çöküşü hazırlayabilir.
S. Ahmet Arvasî, “Ahlâkın Mertebeleri ve İslâm” başlıklı yazısında şöyle der: İslâm imân ve ahlâkının bir de sosyolojik cephesi vardır ki, bu, bizzat cemiyetin “Allah ve Resûlünün emrettiği ölçüler içinde” yaşamasını ve yaşatılmasını ifade eder. Çünkü, ahlâk, ferdi ilgilendirdiği kadar, cemiyeti de ilgilendirir. Kaydı ki, ahlâk, başlıbaşına bir “sosyolojik müessesedir”.
Bilindiği gibi, “ahlâk”, normatif”tir yâni “kaide koyocu”dur ve böyle olmak zorundadır. Her cemiyette, ister istemez “ahlâkî normlar” bulunur. Cemiyet, mensubu bulunan fert ve zümrelerden bu “normlara” uymaları ister, kendine göre “müeyyideler”de koyar, içtimaî mânâda “ceza” ve “mükâfat” tayin eder.
Türk-İslâm kültür ve medeniyetinde “ahlâkî normları” tayin eden “Din” ve “Töre”dir. “Din” derken, Yüce Allah’ın emirleri, Şanlı Peygamberimizin örnek yaşayışı, Ashab-ı Kiram’ın davranışları ve onların izinden giden büyük müçtehidlerin konu ile ilgili içtihatları kastedilmektedir. “Töre” derken de dinî emir ve ölçülere aykırı düşmeyen ve hatta onları “isbat eden” içtimaî alışkanlıklar, rfler ve âdetler kastedilmektedir.” Bknz. S. Ahmet Arvasî, size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 199)
S. Ahmet Arvasî, aynı eserinde; “İslâm Ahlâkı Âlemşümûldür” başlıklı makalesinde de şöyle bir örnek verir:
“Bu konuyu, İsmâil Hâmi Dânişmend “Garb Menbâlarına Göre Türk Ahlâk ve Seciyyesi” adlı eserinde inceler. Fethettiği topraklarda, yediği üzümlerin parasını, kesecikler halinde dallara asan askerlerimizin ve elinde taşıdığı para torbasının yırtılması ile altın ve gümüş liraların yere saçıldığını ve hatta Haliç’in sularına gömüldüğünü gören yabancı konsolosun kapıldığı telâş üzerine, halkın, gerektiğinde denize atlayarak dağılan paraları, eksiksiz olarak sahibine teslim edişinin ve daha nice faziletli davranışın hikâyesini buradan okuyabilirsiniz.” (Bknz. Arvasî, a.g,e. Sf. 203)
Türk dostu İtalyan Ord. Prof. Dr. Anna Masala, “Türkiye’ye Aşk Mektuplarım” adlı eserindeki “Başka Vapur, Başka İskele” başlıklı yazısında, İsmâil Hâmi Dânişmend’in tespitlerine benzer bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
“(…) Benim Yalova ile ilgili çok güzel bir anım var. Bir öğleden sonra iskelede İstanbul vapurunu bekliyordum. Çok kalabalık vardı. Benim üzerimde uzun sarı bir kolye ile yazlık elbisem vardı. Birden bire tam vapur gelirken kolyem koptu ve bir sarı boncuk şelâlesi yerlere döküldü. Birkaç tanesini toplamak için eğildiğim sırada yanımdaki bir Amerikalı yardım etmeye çalışırken; iskeledeki herkes hep birden benim kolyemin boncuklarını toplayıp bana bir iki sarı boncuk vererek önümden geçti gitti. Amerikalı delikanlı: “Allahım ne güzel insanlar” dedi. Türk insanı gerçekten “gül gibi nazik kaya gibi serttir”.
Yalova benim için her zaman bir sarı kolye…” (Bknz. Ord. Prof. Dr. Anna Masala, Türkiye’ye Aşk Mektuplarım, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, Sf. 42)
Bütün bu tavırlar; umûmî ahlâklılık ölçüsüdür. Bir topluluk/bir millet, bu değeri kaybedince veya kaybetmeye yüztutunca, felâketin başlangıcı işâret veriyor demektir.
Sözün güzelliğinden başlayıp, tavrın güzelliğine ulaşmak, hem edeb ve hem de adâlet işidir.
Mâdemki, “Din, güzel ahlâktır”; Ziyâ Paşa’nın, “Üslûb-ı beyân aynıyla insandır” tâbirinin icâbı olarak, “iç ve dış” yânî kalb/gönül ve amelî hareketlerin samimî olmasına dikkat edilmelidir.
Ahlâk inkılâbı derken yeni bir şey söylemiyoruz. Bu, şu anda, bozulmanın bizi taşıdığı merhaleyi ifade için bir uyarı levhası mahiyetindedir. Ne idik, ne olduk’un vey nereye gidiyoruz’un tespiti ve îkazıdır.
Bugün; gerek yüksek makam nezdinde ve gerekse halk cihetinde, ‘argo-müstehcen-kaba söz ve yalan’ maalesef, bir ‘ahlâksızlık kültürü’ h3aline gelme yolundadır. Temkinli konuşuyorum: Aslında, bu sınır aşılmıştır ve tehlike çanları çalmaya da başlamıştır.
Fikire, fikirle karşılık vermek yerine, polemik adına/siyâset adına derin bir kibre dalınmakta, karşı tarafa müthiş derecede ‘hakîr görülmekte’ ve sosyal âhenk bozulmaktadır.
Bu sebeple; önce fert fert, ardından topyekûn cemiyet olarak kendimizi sîgaya çekmek zamanı gelmiştir.
Köklü Türk-İslâm kültür değerlerine sâhip; ilmin ve san’atın her sahasında faal ve estetik marifetlerle donanmış bir maarif sistemi, çocuklarımızın, gençlerimizin ve milletimizin geleceğine tutulan birer ışıldak olacaktır.
Türk fikir ve edebiyatının bilinen ilk mütefekkiri ve şâiri olan, Balasagunlu Yûsuf Has Hâcib (1017?-1077?), Kutadgu Bilig adlı meşhur eserinde, hükümdara, âdeta ahlâk dersi vererek nasihat eder ve şöyle der:
“Gönül ve dili doğru, fazileti ise, yüksek tut; gaflete dalma ve yolunu şaşırma.
Alçak gönüllü ol, gurûrlanma; “hizmetkârlarım ve askerim çok”diye kibirlenme.
(…) Kuvvetine güvenerek, kibirlenen kimse bir sineğe bile çâre bulamadı.”
(Bknz. Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviri: Reşid Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1974, Sf.376)
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, ilk baskısı 1949’da yapılan “Gençlerle Başbaşa” adlı eserinde gençlere tavsiyelerde bulunurken şöyle diyor:
“-Herkesçe beğenilen asıl güzellik, ahlâk güzelliğidir. Çünkü ahlâkı güzel insan her yaşta güzeldir.
-Ahlâkını güzelleştirmeğe daima çalış. Ahlâk güzelliği insan için en kıymetli bir servettir.
-En yakın arkadaşınla bile şakaların zarif olsun. Kaba şakadan hayvan bile hoşlanmaz.
-Dostlarına vefalı, düşmanlarına müsamahalı ol ve yere yıktığın düşmanını tekmeleme, âlicenaplık göster. Vefa ve âlicenaplık ahlâkın iki parlak şiarıdır.” (Bknz. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Gençlerle Başbaşa, Baha Matbaası, İstanbul 1959, Sf. 55)
Ahlâk bahsinde, bilhassa yaşadığımız bugünlerde, herkesin aklını başına almasını tavsiye ederim.
Şâyet, bir kişinin ağızdan çıkan bir sözü, o kişinin iki kulağı da duymuyorsa, burada ciddî olarak sosyo –p(i)sikolojik büyük bir tıbbî vaka vardır, demektir!..