Pîr-i Türkistân, Ulu Türkistan Pîri Hoca Ahmet Yesevî, Hazret-i Türkistân, Hazret-i Sultan, Kul Ahmed Hâce ve Hâce Ahmed diye anılan Ahmet Yesevî (?-1166?), Türkistan’ın Yesî şehrinde doğduğu için bu isimle öne çıkar.
Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib (1017?-1077?)’in Kutadgu Bilig, Kâşgarlı Mahmud (1008?-1102?)’un Dîvânü Lûgati’t Türk ve Ahmet Yesevî’nin de Dîvân-ı Hikmet adlı eserleri, Türklüğün anavatanı/atayurdu Türkistan’da; İslâm’ı, Türk şuûru ve Türk diliyle terennüm ederek, öncesinde, Orhun Kitâbeleri’nde millî kültür muhtevasını bulan köklü ve büyük Türk medeniyetinin üzerinde birer güneş gibi parlamışlardır.
Bunların herbiri; Mevlâna Celâleddîn-i Rûmîler’le, Yûnus Emreler’le, Hacı Bektâş-ı Veliler’le, Hacı Bayram Velîler’le, Şeyh Şaban-ı Veliler’le, Nasreddin Hocalar’la, Karacaoğlanlar’la, Erzurumlu Emrahlar’la, Ahi Evranlar’la, Mîmâr Sinanlar’la, El-Birûnîler’le, Uluğ Beyler’le, Ali Kuşçular’la, Mustafa Râkım Efendiler’le, Pîri Reisler’le…hem dînî/îmânî , hem sosyal ve hem de fennî açılardan ‘Anadolu aydınlanması’nın önünü açmışlardır.
Muhakkaktır ki, İslâm’ın, insanlara öğretilmesinde din adamları vazifelidir. Ancak; bu mübârek dînin, en hassas, en itinalı ve farklı bir üslûpla anlatılması da, Ahmet Yesevî gibi, büyük şahsiyetlere nasip olmuştu.
O; Dîvân-ı Hikmet’iyle, Türk milletine İslâm’ı en güzel ifadeye çalışan bir şâir, bir mütefekkir, bir gönül ve icraat adamı vasıflarıyla, önce, Türkistan’da ve bilâhare de, talebeleri vasıtasıyla Anadolu’da, o muhteşem kıvılcımı ateşlemiştir.
‘Dînî-tasavvufî” eserler; bizde, dâima, halkla kopuk eserler gibi, târif ve îzah bulur. Bu yanlış ve çarpık anlayış, aynı zamanda İslâm’a ters bakışın, onu anlamamanın ve anlatamamanın da bir tezâhürüdür.
Bu garip tavır; hemen hemen târihin her döneminde, okumuş ve az çok da, bâzı konularda fikir ileri sürme temayülünde bulunmaya başlamış her kişide vardır.
Hâlbuki; bu şekilde düşünenler, esas’tan yâni İslâm’dan, Kur’ân-ı Kerîmden ve onun tefsircisi Peygamber Efendimiz’in söylediklerinden haberleri yok gibidirler. Kimileri, maksatlı olarak/menfaati icâbı bilerek/istismar ederek; kimileri de, tamamen karşı olduğu için meseleye böyle yaklaşırlar.
Ahmet Yesevî ve tâkipçileri, o kadar halkın içindedirler ki, hiçbir zaman ‘halktan kopuk veya halka uzak’ diye târife müsâit değildirler, olmamışlardır. Yâni; dâima halkın içinde ve halkla beraber bulunmuşlar/yaşamışlardır. Bir farkla ki, aynı zamanda, dâima, ‘Hakk ile de beraber’ olmuşlardır.
Halktan kopuk olmamak, halka uzak olmamak veya halkla birlikte, halkın içinde olmak, ne demektir?
İşte;
“Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen;
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen;
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen;
Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.
(…)Sünnet imiş, kâfir de olsa, incitme sen;
Hüda bîzardır katı yürekli gönül incitenden;
Allah şahit, öyle kula hazırdır Siccîn;
Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte.”
(Bknz. Ahmed-i Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, Hazırlayan Prof. Dr. Kemal Eraslan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, Sf. 55 ve 63)
Bugün, dünyada,-zerrece bir menfaat beklemeden-; “Nerde görsen gönlü kırık…” ve “Kâfir de olsa…” veya bir başka cepheden “Müslüman da olsa…” , düşünce ve hareketine uygun samimî bir amel/fiil/icraat/faaliyet var mıdır?
Ve yine; Ahmet Yesevî’nin dediği, şu gerçekçi/realist/hakikatçi/sâhici ve samimî mısraları terennüm etmek cesâret, üslûp ve estetiğinde bir kalem var mıdır?:
“Hak kulları dervişler hakikati bilmişler;
Hakk’a âşık olanlar Hak yoluna girmişler.
Hak yoluna girenler, Allah diyip gidenler
erenleri izleyip memâlikten geçmişler.
Âlem fahrı Mustafa, öyle dedi merhaba,
Mirâç gecesi kılıp fahr fakr yolunu almışlar.
Gönül vermez dünyaya, el uzatmaz harama,
Hakk’ı seven âşıklar helâlinden yemişler.”
Ahmet Yesevî; “Hak kulları…Hakk’a âşık olanlar” ile, “helâlinden yemiş… Hakk’ı seven âşıklar” dan övgüyle söz ederken; aşağıdaki mısralarda da görüleceği üzre, “Dünya benim diyenler”i , “harama batmışlar”ı , “yalan fetva verenler”i ve “rüşvet alanları…haram alıp yiyenler”i de hicvederek yerin dibine batırır:
“Dünya benim diyenler, cihan malını alanlar,
kerkes kuş gibi olup o harama batmışlar.
Molla, müftü olanlar, yalan fetva verenler,
akı kara kılanlar cehenneme girmişler.
Kadı, imam olanlar, haksız dâva kılanlar
eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.
Rüşvet alan hakimler, haram alıp yiyenler
parmağını dişleyip korkup durup kalmışlar.
Tatlı tatlı yiyenler, türlü türlü giyenler,
altın tahta oturanlar toprak altında kalmışlar.
Mü’min kullar, sâdıklar, sıdkı ile duranlar
dünyalığın sarf edip cennet hûrun kuçmuşlar,
Kul Hâce Ahmed bilmişsin, Hak yoluna girmişsin,
Hak yoluna girenler Hak didarın görmüşler.”
(Bknz. A.,g.e., Sf. 341)
Adâletin sağlanmadığı her mekânda, mutlaka ‘iftira’ ve ‘yalan’; ve ‘’yalan’ın olduğu yerde de, kesinlikle ‘haram’ vardır.
Orada, sınırsız bir merhametsizlik ile, insanlıktan, zerrece bir emâre/ eser/işâret/belirti de mevcut değildir.
Yûnus Emre diyor ki:
“Sûfiyem halk içinde tesbih elümden gitmez
Dilüm ma’rifet söyler gönlüm hiç kabûl itmez
Boynumda icâzetüm riyâyıla tâatüm
Endişem ayruk yirde gözüm yolum gözetmez
(...) Görenler elüm öper tâc u hırkaya bakar
Şöyle sanurlar beni zerrece günah itmiz
(...) Taşum derviş içüm boş dilüm datlu sözüm hoş
İllâ itdüğüm işi dinin değşüren itmez”
(Bknz. Yûnus Emre Dîvânı, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, bky, İstanbul, 2006, Sf.77-78)
Yûnus Emre, bir başka beytinde de şöyle der:
“Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değül”
(Bknz. A.g.e., Sf. 104)
Ahmet Yesevî’yle Yûnus Emre arasında ‘kişiye veya cemiyete bakış’ bakımından hiçbir farkın olmadığını görmekteyiz. “Tesbih’in bir aldatma, bir gösteriş veya karşı tarafa yâni samimi dindarlara bir güven ‘vasıtası’ gibi sunulması, bu zatın “zerrece günah etmez” sanılmasına sebep teşkil eder ki, bu da, ‘din istismarı’nın en bâriz numûnesidir.
Hattâ, birkaç yüz yıl sonra bile, pek çok şeyin değişmediğine de şâhit oluruz.
Yaşadığımız hâdiseler, insandaki bu nefs faktörünün, ‘ ırsî’ ve ‘sosyal bir miras’ olarak zamanımıza taşındığının da ispatı olarak önümüzde dikili durmuyor mu?
Bugün dahi, aynı sapkın insan karakterleriyle muhatap değil miyiz?
Bu türdeki/karakterdeki/mizaçtaki/huydaki insanlar, başta ‘yalan’ olmak üzere her türlü beşerî fenalığın üreticisi ve hâmisi değil midirler?
Sanki, halktan kopuk, halktan uzak diyenlere inat, Safahat’ın Altıncı Kitabı Âsım’da, Mehmet Âkif de şöyle haykırır:
“Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbih...
Dalkavuklar bütün insan kesilir, lâ-teşbîh!
Taylâsan, cüppe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ,
Dış yüzünden Ömer’in devri, muhîtin gûyâ.
Kimi sâim, kimi kaaimdir, o tavanlar, yerler
“Kul hüva-llahü ehad” zemzemesinden inler.
Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan,
“Hüve”nin mercii artık ne “ehâd”dir, ne filân.
Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın,
Şimdilik heykeli sensin tapılan menfaatın.
Kanma, hey kukla kıyafetli adam, hey sersem!
Herifin ağzı “samed”, midesi yüzlerce “sanem!”
(Bknz. Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul 1974, Sf. 421)
(Taylâsan=Sofuların sarkıttıkları sarık ucu. Kul hüva-llahü ehad=(İhlâs sâresinin ilk âyeti, “De ki Allah tektir.)
Görülüyor ki; Ahmet Yesevî’nin, “Dünya benim diyenler”i ve “yalan fetva verenleri”i ile, Yûnus Emre’nin “Sofiyem halk içinde tesbih elümden gitmez’i ve Mehmet Âkif’in “Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbih’i , her devirde/çağda/zamanda mevcuttur ve hep aynı kapıya çıkmaktadır.
Kâmil bir insanın yânî yaratılış maksadına göre düşünen, hareket eden/yaşayan bir kişinin nasıl olması gerektiğini ifade eden bu mısrâlar; aynı zamanda, sapkınlığa düşen, güzel ahlâktan ayrılan ve İslâmî hüküm ve değerleri, her türlü menfaat için hebâ edenlere de gerekli dersi verir.
Mübârek İslâm dininin, şahsî veya zümrevî menfaatlere âlet edilmesi; hem sosyal âhengi bozar ve hem de kültürel tahribatla millî şuur ve millî istikbâli tehlikeye atacak unsurları içinde barındırır.
Kişileri, birbirine karşı itimatsız kılar; aileleri ve devleti zaafa uğratır.
NETÎCE:
Bir hadîs-i şerîf: “En kötü kimse, dini, dünya malına âlet edendir.”
Bir âyet meâli: “Bir kavim/bir millet kendini değiştirmedikçe, Allah, onun durumunu değiştirmez”. (Ra’d Sûresi, 11)
Ahmet Yesevı’den beri değil, dünya kurulalı beri, ne değişti?!