2008 yılında, Gürses Gazetesi’nde yayınlanan “Âşık Kemâlî Bülbül İle Sohbet’ başlıklı mülâkatımda, bana, şöyle demişti:
“Ben, 1928’de, Samsun’un Kavak İlçesi’nin Kozansıkı Köyü’nde dünyaya geldim. Anamın sözü bu: Tren Kavak’a geldiği yıl doğdun, demişti. Başka hiçbir durum yok: 10 Mart 1928.
Babam, 1939 yılında vefât etmişti. Ben, o zaman 11 yaşında bir sabi idim. Anam ise, babamın ölümünden iki sene sonra başkasıyla evlendi. Yâni 13 yaşında iken kendime bakmak durumunda kalmıştım. Trenlerde, vapurlarda, esans, nane şekeri satıyordum. 1944’lerde, o zamanlar Ali Baba dergisini Samsun’da Cavit Coşkundere çıkarıyordu. Ben de gazetecilik hevesiyle, ona muhabirlik yapıyordum. Bu muhabirlik karşılıksızdı. Samsun’da oturuyordum. Dediğim gibi, trende, vapurda şeker, esans hatta yeni yeni yazmaya başladığım destanlarımı satmaya başlamıştım.”
Diyebilirim ki; Âşık Kemâlî Bülbül, 10 Mart 1928 tarihinden vefât ettiği 23 Eylül 2012 tarihine kadar hep bu ‘mücâdele’ içinde yaşadı. Ekmek parasını kazanmak için çalıştığı yerler neresi olursa olsun, ‘kitaptan-basından- hiç kopmadı.
Gazeteci Yazar-Şâir Ali Kayıkçı, Samsunlu Şâirler ve Yazarlar Ansiklopedisi adlı eserinde şöyle der:
1948 yılında askere giti. Askerlik dönüşü (1950), bir süre İstanbul’da kaldı. Oradada da bazı işlere girip çıktı.
Ocak 1951’de İstanbul’da “Torun” adlı bir mizah zetesi çıkardı. Akabinde Samsun’a dönerek burada “Vicdanın Sesi” isimli bir gazete daha çıkardı (1952). Bu gazete ile, yalnız Kavak ve Samsun7un değil, bütün bir Karadeniz Bölgesi insanının duygu ve düşüncelerini dile getirmeye çalıştı. 4 yıl süre ile bu gazeteyi neşretti. Bu arada (1951-1952) yıllarında “Büyük Cihâd” gazetesinin 22inci sayıdan kapanışına kadar “Yazı İşleri Müdürlüğü”nü yaptı.”
Bu ‘mücâdele’, O’ndaki bu millet ve memleket sevdâsı yüklü kalbi duruncaya kadar nice seneler devam edip gitti!..
Kendisiyle; Ali Kayıkçı’nın hem Muhasebe ve hem de Haber Müdürlüğü’nu yaptığı Türkiye Gazetesi’nin, Büyük Cami’nin kuzeyine düşen dar bir sokakta bulunan ve yine dapdar bir merdivenle de çıkılan binanın üçüncü katında bulunan bürosunda/odasında tanışmıştık.
1985 veya 1986 olabilir!..Çünkü, henüz Ankara Belediyesi’nde çalışıyordu ve emekli olmamıştı.
Sonradan öğrendim ki, meğer, beni, Türkiye Gazetesi’ndeki yazılarımdan ve şiirlerimden yakınen tanıyormuş.
Simsiyah sakallı, zayıf bünyeliydi ammâ heyecanlı, sözünü sakınmayan, açık yürekli, bol gönüllü bir adam olarak bana göründü.
Doğrusu, birbirimize çok çabuk ısındık..
Yine, Ankara’dan Samsun’a döndüğü bir gün, baktım ki, aynı yerde, bana, mânalı mânalı bakarak bir kâğıt uzattı. Kâğıtta, başlığı benim ismim olan (M. HALİSTİN KUKUL’A) ithâflı bir şiir yazılıydı.
O’nunla yakınlığımı, bu şiiriyle, apaçık bir şekilde anlamıştım.
Bu şiir; benim, Ocak 1991 tarihli Türk Edebiyatı Dergisi’nin 207. Sayısında yayınlanan “SELÂM” başlıklı şiirime nâzireydi.
“Selâm’ şiirimin;
“Selâm sana ey horlanan Türk ili!
Selâm sana Türk denilen sevgili!
Dedem korkut, Yûnus Emre, Fuzûlî…
Hasretiniz gönlümde buram buram:
Selâmün aleyküm-Aleyküm selâm!”
Kıt’asını başa alarak, “Ankara, 3 Mayıs 1991 tarihli, beş kıt’alık bir şiirle muhabbet kapısını aralamış ve şiirini şu mısralarla bitirmişti:
“Nice zorluklara hep dayanmışız
Sonsuz vaadlerle oyalanmışız
Kimlere inanmış kime kanmışız
Gerçekler ortada muhterem Kukul
Beraber olmalı imanla akıl!
Kemâlî Bülbül’üm doldum boşaldım
Farkında değilim, kaç kapı çaldım
Tükenmek üzreyim, gardaş bunaldım
Beni bağışlayın muhterem Kukul
El ele verelim, şad olsun bu kul!”
Samsun’nun beşyüz yıllık tarihî mekânı olan TAŞHAN’da “Âşık Kemâlî Bülbül Kültür Evi” vardı. Hemen hemen her gün buluştuğumuz ve birkaç sene önce, altı milyon Türk Lirası harcanarak tâmir edilen Taşhan’daki “Âşık Kemâlî Bülbül Kültür Evi”nin bulunduğu yerden, şimdi, “asansör” geçiyor!..
Rûhun şâd, mekânın cennet olsun, muhterem Âşık’ım!..Nûr içinde yat!..Hizmetlerin, âhiret sermâyen olsun!