Cumhuriyetin ilânının yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanırken, ona açılan yollara döşenen taşların hangi mücâdeleler verilerek tahakkuk ettiğini/ettirildiğini hatırlamakta fayda vardır.
Yaşanan Balkan ve Sarıkamış facialarını müteakip, kazanılan Çanakkale Zaferi’ne rağmen bir ân olsun duraklamayan Batı emperyalistleri tarafından, hem iktisâdî, hem siyâsî, hem zirâî hem de askerî bakımdan çökme durumuna getirilmiş ihtişâmlı Devlet, bugün, her cephede münferit milisler hâricinde direnebilen bir güce sahip değildi.
Muhakkaktır ki, sâdece dış emperyal güçlerin değil, az da olsa, içteki gaafil ve hâinlerin de buna müdâhil olduğu mandacı zihniyetle de mücâdele gerekiyordu.
Bu dönemlerde yaşananlara numûne teşkil eden ve Anadolu’nun –topyekûn- ayağa kalkışına şâhitlik yapacak ve o günün vahim diyebileceğimiz vaziyetine ışık tutabilecek bir hâdiseyi/hâtırayı nakletmekle söze başlayayım:
“Samsun’un Gümrük caddesinde kiraladığım dükkânda ticaret işlerine başladığım zaman, 1334 (1918)yılının sonlarıydı. Millî Mücadele henüz başlamamıştı. İngiliz askerleri Samsun caddelerinde neşeli, neşeli dolaşmakta, halk ise, endişe ve üzüntü içerisinde idi.
Asırlardan beri mukadderatlarını bizimle birleştirdiklerini sandığımız Müslüman olmıyan unsurlar sevinç içinde, bu hallerini açıkça hissettirmekten de çekinmiyorlardı.
İstakbal karanlık bir meçhuliyetle örtülü ve her geçen gün endişemizi biraz daha artırmaktaydı. Arasıra teselli verecek bir haber geliyorsa da, onun da serap olduğu anlaşılınca yeis bulutları bir derece daha kararıyordu.
Durum bu merkezde iken ahvalin hakikî ruhuna vâkıf olan vatandaşlar endişeli olmakla beraber, damarlarında dolaşan şehametli Türk kanı kaynıyor, kalplerinde cesaret, gözlerinde ümit parıltılariyle yurdu korumak ve kurtarmak çarelerini aramaktan geri kalmıyorlardı. Durumun nazikliğini olduğu gibi kavrıyamıyan, ikinci bir zümre vatandaşlar ise, milletin taliinin meçhul bir karanlığa gömülmekte olduğunu anlıyor, lâkin kurtuluş çarelerini aramak kudretini gösteremiyorlardı. Ekseriyeti teşkil eden halkın bu zümresini uyandırmak, ümit ve cesaret şulesini bunların dimağlarına aksettirmek, vaziyetin vahametini idrak eden şuurlu vatandaşlara düşen en büyük vazife idi. Bu, çok mühimdi, çünkü, her hangi bir millet ferdinin kalbinde, yaşamak için gereken ümit ve cesaret hazinesi boşalmış ise, o millet için beşer dünyasında, tarih sahifelerinden başka bir şey aramak mânasız olur.
Ahval bu merkezde iken kendime göre küçük bir vazife seçmeyi düşünürken tesadüf bunu tayin etti.
1335 senesi ramazan ayının altıncı günü, Hançerli camiinde ikindi namazını kılacağımız zaman dostum ve hemşehrim Abdülkerim oğlu Halil Efendi, namazdan sonra camide vâz etmekliğim ricasında bulundu. Her ne kadar gönül bu sevdadan uzaklaşmış, ticaret sahasına atılmış idiyse de, dostumun ricasını reddedemedim. Bu camide, sözlerimin dinleyenler üzerinde iyi tesir bıraktığını anladım. Ertesi gün, cemaatin çoğalması beni teşvik etti. Vâza devam ettim. Üç dört gün sonra (cemmi gafir) büyük bir cemaatin etrafımı sardığını gördüm ve anladım ki benim gibi bir âcizin, şu nâzik zamanda yapabileceği vatanî hizmet, ancak bu yolda olabiliyor.” (1)
“Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda birçok savaşa girmiş ve bu savaşların birçoğunda yenilerek pek çok toprak kaybına uğramıştı. Bu yüzyılda, Osmanlı aleyhine hızla gelişerek imparatorluk üzerindeki etkisini hissettiren Şark Meselesi’nin mimarları olan Avrupa’nın büyük devletleri XIX. Yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devleti topraklarını bölmek, paylaşmak ve imparatorluğa son vermek amacıyla birbirleri arasında hızlı bir bloklaşma dönemi başlattılar. Avrupa devletleri arasındaki bu bloklaşma XX. Yüzyılın en büyük olayının meydana çıkmasına sebep oldu. Oldukça geniş bir sahada ve çok uzun süren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) dünya tarihinde olduğu kadar, Türk tarihi açısından da son derece önemli sonuçlar doğurdu. İtalya (1911) ve Balkan (1912-1913) Savaşları akabinde bir anda kendini Birinci Dünya Savaşı gibi büyük bir savaşla karşı karşıya bulan Osmanlı Devleti, dört yıl sonunda 30 Ekin 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kaldı.
(…)Bu işgalci güçler gerek Mondros Mütarekesi’nin 7. Maddesi ve gerekse Birinci Dünya Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin Ortadoğu topraklarını paylaşma esasına dayalı olarak aralarında yaptıkları gizli bir takım anlaşmalar doğrultusunda, Anadolu’da yer yer işgal faaliyetlerine başladılar” (2)
“Yine bir taraftan Mustafa Kemal Paşa’dan gelen telgraflarda bu işin bir an evvel yapılması tekiden bildirilmekte olmasına ve diğer taraftan Müdafaayı Hukuk Heyetinin mutasarrıf ve belediye reisi üzerinde mütemadiyen vuku bulan teşebbüslerine rağmen müntehibi sanileri davet ettirmeğe bir türlü muvaffak olunamıyordu.
Bu sıralarda İtilâf devletlerine mensup harp gemileri limana geldiler ve dışarı silâhlı bahriye taburları çıkararak bir nümayiş yaptılar, cephanelikleri ve bulabildikleri birkaç topu işe yaramaz hale koydular. Bu esnada yani bu askerler memleket içinde bulundukları müddet zarfında şayanı nazar bazı hadiseler olmuştur ki bunlardan bahsetmeden geçemeyeceğiz. Tam bu sırada mebus intihabı için karar vermek üzere Belediye reisi memleket eşrafından ve münevverlerinden ve ayni zamanda Müdafaayı Hukuk Cemiyeti azasından belediye çavuşlarının bulabildiklerini belediyeye toplayarak:
-Şimdi Ankara için mebus mu, yoksa İstanbul için mümessil mi intihap edilmesi lâzım geleceğini karar altına alacaksınız.
Demişti. İtilâf askerlerinin tehditkâr nümayişlerinden korkarak isteklerinden vazgeçeceği zannolunan Müdafaayı Hukuk azası bu maksatla çağrılmıştı. Müdafaayı Hukukun orada bulunan azası yine Ankaraya mebus gönderilmesi lüzumunda ısrar ettiler. Zenginlerden biri:
Kur’ân-ı Kerimde (…Etiullaha ve Etiurressûle ve ululemri minküm…) âyeti vardır, bu âyeti kerimede Ululemir kimdir, bana bunun mânasını söyler misiniz? Dedi.
Bundan maksadı da ululemir İstanbulda bulunan Halifedir. Binaenaleyh onun emirlerine tabi olarak İstanbula bir mümessil gönderip oraya bağlı bulunduğumuzu izhar edelim, demek istiyordu. Müdafaayı Hukuk azasından bir zat cevap verdi:
-Buradaki ululemir, milletin ve islâmların haklarını düşmanlarına ezdirenler değil, bilâkis onu silâha sarılıp her türlü maddi ve mânevi fedakârlık yaparak kurtarmağa çalışan ve Ankarada oturan Mustafa Kemal Paşadır. Binaenaleyh biz ancak onun emirlerine bağlı olarak kalabiliriz, dedi.” (3)
Millî Mücâdele safında yer alan çok sayıda vatanperver/milliyetçi, bayrağını ve toprağını seven vatandaş, muhakkaktır ki, vatan sathının her noktasında, alenî veya gizli olarak faaliyet göstermekteydi. Bunların arasında, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Anlaşması’na göre, zâten, İstanbul’da, sâdece ismen varolan ve her türlü idârî hükmünü kaybeden “İstanbul hükûmetine tâbi” olmak isteyen gaafiller, ilk sırayı alıyordu.
Çünkü; pâyitaht/başşehir İstanbul, İngiliz, F(ı)ransız ve İtalyanlar’ın işgali altındaydı ve kıpırdayamayacak hâldeydi.
Bunlardan, üst makamlarda bulunan bâzı zatların da mandacı olduğu ve yine, Hasan Umur’un da ifade ettiği gibi, “Asırlardanberi mukadderatlarını bizimle birleştirdiklerini sandığımız Müslüman olmıyan unsurlar sevinç içinde, bu hallerini açıkça hissettirmekten de çekinmeyen” hâinler de bulunmaktadır.
O dönemde, insanı ve toprağıyla, Anadolu, baştan başa, bir sefâlet ülkesiydi ve azap çekiyordu.
Bu per-perîşan şartlar altında mücâdele verenlerden bir kahramanlık numûnesi de, Kastamonu’nun Seydiler ilçesinden, doğum tarihi, takriben 1900 kabûl edilen, Şerife Bacı’ydı.
“Milli Mücadele döneminde eli silah tutanların cephede olduğu sıralarda, İnebolu’ya çıkarılan silah ve cephanenin, Kastamonu üzerinden Ankara’ya ulaştırılmasında yaşlı erkeklerle kadınların da insanüstü çalışmaları olmuştur. Tarihe geçen bu insanlarımızdan biri de Seydilerli, İnebolu’dan Kastamonu’ya cephane taşırken, donarak şehit olan Şerife Bacı’dır.
(…) On altı yaşında evlendirilmiş bir köylü kadınıydı ve öldüğünde 20’li yaşlarının başlarındaydı Şerife Bacı. Düğünden iki ay sonra Harbi Umumi (Birinci Dünya Savaşı) patlak verince kocasını askere almışlardı. Altı ay sonra da Çanakkale’den eşinin ölüm haberi geldi. “Bu tazeliğiyle yapayalnız durması yakışık almaz” diyen köyün yaşlıları, onu gazilerden Topal Yusuf ile evlendirdiler.
Üç yıl sonra Şerife Gelin’in bir kızı oldu Topal Yusuf’tan. Küçük kıza Elif adını verdiler.
(…) Kocası Topal Yusuf’un sadece adı vardı. Savaşta sol bacağı kopmuş, yakınında patlayan bomba bir gözünü de kör etmişti. Kulaklarının duyması ise günden güne azalıyordu.
(…) Bir akşamüstü köyde tellalın sesi duyuldu: “Eyyyyy ahali! Duyduk duymadık demeyin. Cuma günü her haneden bir kağnı, İnebolu’ya yük taşımak üzere gidecektir...”
O akşam Muhtar köy odasında şu açıklamayı yaptı: “Ankara’da açılan yeni Meclis ve kurulan hükümet, Anadolu’ya saldıran Yunan askerine son darbeyi vurabilmek için kış boyunca hazırlık yapıyormuş. Kulakları çınlasın, iki ay kadar önce köyümüze gelen M. Âkif Bey, camimizde verdiği vaazda; “Bu milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze bir görev düşerse, yerine getirmekte aslâ tereddüt etmeyiniz. Vatana sahiplenmek için gerekirse her birimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim.’ Komşular; sizin anlayacağınız, deniz yoluyla İnebolu’ya getirilen cephane ve top mermilerinin cepheye taşınması için bütün çevre köylere görev verilmiş. Adına ister imece, ister salma, ister başka bir şey deyiniz; bu taşıma işi muhakkak yapılacaktır.”
Muhtar, konuşmasını hazırladığı listeyi okuyarak tamamladı. Herkes birbirinin yüzüne “Burada kimler yok?” der gibi baktı. Toplantıda sekiz kişi yoktu. Bunlar yerine de zaten kadın ya da çocuk yaşta gençler gidecekti. O akşam köy bekçisi sekiz kişinin evini dolaşıp yola ne zaman ve nasıl çıkılacağını bildirdi. Şerife Gelin de bunlar içerisindeydi.
Tarih, 1921 yılının Aralık ayını gösteriyordu. Birdenbire bastıran kar yolları kaplamıştı. Sıra ile cephaneler yüklendi. Yüklemesi yapılan kağnı yola çıkıyordu. Şerife Gelin, köyde bakacak kimsesi olmadığı için bebeği Elif'i de yanına almıştı. Kağnısına top mermileri yüklendi, yol verildi. Şerife Gelin, İnebolu çıkışında kağnıyı durdurdu. Oraya kadar sırtında taşıdığı kızı Elif için top mermilerinin arasında bir yer ayarladı. Tek korunma aracı olan yün yorganını da top mermilerini ve kızını yağıştan korusun diye, üzerlerine örttü. Sonra yine kağnı başına geçip “Bismillah” diyerek öküzleri çekmeye başladı. Bu halde epeyce yol aldıktan sonra kağnı birden durdu. Şerife Gelin’in yüreciğindeki yara deşilmişti; evet, kara öküz yürümüyordu. Şerife Gelin öküzün ipine asıldı; hayır, gelmiyordu. Kara öküz biraz yürüyüp tekrar durdu. Bir saat kadar önce yağan kar kesilmiş, ama hava soğumaya başlamıştı… Şerife Gelin; “Kurbanın olayım kara tosun, beni perişan etme. Arabam top mermisi dolu, cepheye yetişmesi gerek. Haydi n'olur yürü. Haydi n'olur…” Kara öküz az daha yürüyüp boynunu eğdi; sonra olduğu yere yığılıverdi.
Kaç kez kara öküz yatmış, kaç kez boyunduruğu Şerife Gelin göğüslemiş, sayısını unutmuştu. Ne kadar yol aldığını ise hiç bilmiyordu. Şerife Gelin’in karnı açtı, nedense bir uyku da bastırmıştı. Biricik Elif'i aklına geldi.
(…)Kendi kendine: “Elif uyanmadan Kastamonu'ya varabilseydim bari, dedi, Şerife Gelin, donmakta olduğunu işte o anda fark etti. Yıkıldığı kar içerisinden çabalayarak kalktıktan sonra, yine zor bela kağnının üzerine çıkabildi. Elleri ve ayakları donma noktasına geldiği için kağnıya binerken kaç kez kayıp yere düştüğünün sayısını bilemiyordu. Elif çatlayacak gibi ağlarken, Şerife gelinin kolu kanadı devinimsiz kaldı. Kağnı sesleri bir mayın gibi, kentin dışındaki Kastamonu kışlasının yakınına kadar gelip orada durdu!..” (4)
Bir taraftan bu mücâdeleler verilirken, diğer taraftan da, üst makam sahipleri büyük hamlelere girişiyordu.
“Mustafa Kemal Paşa (henüz, Atatürk soyadını almamıştı), savaş devam ederken, 16-21 Temmuz 1921 târihleri arasında, Ankara’da, Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Düşününüz, Millî Mücâdele devam etmektedir. Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921-13 Eylül 1921) öncesidir ve savaş hazırlıkları yapılmaktadır.
23 Nisan 1920’de TBMM açılmış ve hemen ardından, 6 Mayıs 1920’de Maarif Bakanlığı kurulmuş ve 25 Kasım 1920’de de, öğretmen ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri TBMM tarafından tehir edilmiştir.” (5)
“23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye halkı kendi bağımsız hükûmetine kavuştu. Mondros Ateşkes Antlaşması’yla başlayan, İzmir’in işgal edilmesiyle hızlanan kıpırdanma ve karşı koymaların iç politikada nihai amacı millî isteklere uygun bir hükümeti işbaşına getirmekti, İtilâf Devletleri’nin denetimi altındaki İstanbul’da böyle bir hükümetin yaşaması zordu.
(…) 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilmesiyle böyle bir hükümetin İstanbul’da barındırılmayacağı bütün millet tarafından anlaşılmış ve Ankara’da millî bir meclis açılması için hızlı bir çalışma yürütülmüştü.
İşte bu hükümettir ki, kuruluşunun ilk 6-7 ayı içinde millî marşa ihtiyaç duymuştur.
(…) Meclis hükümeti, yeni bir ordu kurarken, bu orduyu ayakta tutacak moral güçleri de hazırlamak zorundadır. “Ankara’da Hakimiyeti Milliye, Sivas’ta İradei Milliye, Erzurum’da Albayrak, Kastamonu’da Açıksöz, Trabzon’da İstikbal, işgaline kadar Balıkesir’de yayımlanan İzmir’e Doğru, gene Yunan işgaline kadar Edirne’de, daha sonra Bulgaristan’da yayımlanan Ahali, Konya’da Öğüt, ağustostan sonra Ankara’da yayınına devam eden Anadolu’da Yenigün, Eskişehir’de Seyyarei Yeni Dünya ve diğer bazı yerel gazeteler düşmanın bir gün altedileceği ile ilgili yayınlar yapmakta, halkı direnmeye, birlik olmaya çağırmakta askerlere cesaret aşılamaya uğraşmaktadır.
(…) İstiklâl Marşı da böyle moral güçlerinden biri olarak düşünülmüş ve ordu tarafından ele alınmıştır. Mahmut Goloğlu’na göre, millî marş konusunu Mustafa Kemal ele aldırmıştır. (6)
Tabiî ki, herkesçe bilinen bir husustur ki, Türk İstiklâl Marşı, o zor şartlar altında, vatan düşman istilâsındayken ve nice Şerife Bacılar Millî Mücâde için can verirken, Mehmet Âkif tarafından yazılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alkışlarla kabul edilmiş ve söylenmiştir.
İşte; yukarda da ifade ettiğim gibi, “Mustafa Kemal Paşa, savaş devam ederken, 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Ankara’da , Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Millî Mücâdele devam etmektedir. Sakarya Savaşı’nın hazırlıkları yapılmaktadır. Buna rağmen, hemen, 6 Mayıs 1920’de Maarif Bakanlığı kurulmuş, 25 Kasım 1920’de de, çok önemli bir karar alınarak, “öğretmen ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri “ TBMM tarafından tehir edilmiştir.
O günlerin savaş şartlarının vahametli hâline bakılarak, daha doğrusu, o günlerin felâketli ve sefâletli vaziyetiyle ‘empati ‘ kurularak, bugün, adına güzellemeler yazılan/düzülen Nâzım Hikmet gibi zatların Moskova’ya kaçmalarının ‘tahlili’ iyi yapılmalıdır.
Vatan, düşman işgali altındadır. Hem de bir düşman değil, “yedi düvel” Türklüğü imhâ, Türk vatanını işgalle meşguldür. Ve bu “kaçak kişi”ye, TBMM tarafından, askerlik muafiyeti tanınmaktadır. Silâhlı ordu kadar, maarif ordusunun da diri ve canlı tutulması zarureti ap-açıktır.
Bu makalemizde, hasseten sözünü edeceğimiz Nâzım Hikmet, “1917 yılında, Heybelida Bahriye Mektebi’ne girer ve güverte subayı olarak oradan mezun olur. 1920 ‘de zatürre hastalığı sebebiyle çürüğe ayrılarak ordudan çıkarılır.
(…) Ordudan ayrıldıktan sonra, zamanın şartlarında Bolu’ya öğretmen olarak tayin edilerek eğitim hizmetinde bulunması istenilir. Fakat, arkadaşı Vâlâ Nureddin’le gittiği İnebolu’da bâzı Türk komünistlerle tanışır. Millî Mücâdele’nin bu en çetin döneminde, kendisine verilen öğretmenlik görevini bırakır ve Eylül 1921’de Batum üzerinde Moskova’ya kaçar”.(7)
Hasan Umur hoca** ve arkadaşları Samsun’da, Mehmet Âkif Ersoy, Süleyman Nazif ve Mehmet Emin Yurdakul gibi nice şâir, edip, fikir adamları ve yiğitler, hem İstanbul’da ve hem de vatan sathında mücâdele verirken; Nâzım Hikmet ve arkadaşı İnebolu’dan Moskova’ya kaçma p(i)lânı yapmakta ve bunu, tahakkuk ettirmektedir.
O günlerde; Şerife Bacı gibi, Halime Çavuş, Gördesli Makbule ve daha nice kahraman Türk kadını, gencecik yaşlarında, karda-kışta, açlık ve sefâletle boğuşur ve hem de çocuğuyla birlikte Millî Mücâdele’ye cephâne taşırken donarak şehit oluyordu.
Stalin öldüğünde ise, “hüngür hüngür ağlamak geçiyor içimden” diyen ve bir zamanlar, Moskova havaalanına indiğinde, “Ben eski bir Moskovalıyım, eski bir İstanbullu olduğum kadar. Beni Stalin yarattı, asıl vatanıma geldim” diyerek Moskova toprağını öpen bu zat, ne yazık ki, bu memlekette, hâlâ baştâcı edilmekte; Haluk Nihat Pepeyi, Mithat Cemal Kuntay, Basri Gocul ve bilhassa Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi destan şâirlerimiz varken, Nazım Hikmet’i destan şâirlerimiz hânesine yazmanın hiçbir îzahı yoktur.
Nejdet Sancar diyor ki; “Nâzım Hikmet’in Millî Mücâdele’yi “lâyığınca!” dile getirebilecek bir eser yazması zaten mümkün olamazdı. Çünkü o büyük ve eşsiz savaşı, bir destan haline getirebilmek için sadece şair olmak yetmez. Her şeyden önce, T ürk’ün, kendisini yok etmek isteyenlere karşı o Türk’çe şahlanışını ruhunda duymak ve sonra Millî Mücâdele’nin bir milletin ayaklanması ve milletçe kükreyişi olduğuna inanmak gerekir. Çünkü gerçek budur. Nâzım Hikmet bu büyük gerçeğe sırt çevirmiş ve Türk’ün Millî Mücâdelesi’ni, bir Yahudi’nin kavgasından fışkırmış çıfıtça prensiplere bağlamaya yeltenmiştir. “ (8)
Millî Mücâdele döneminde, bir başka takdire şâyan örnek , “İstanbul'un, İtilâf Devletleri’nce işgalinin (13 Kasım 1918) ertesinde, Hadisât Gazetesi'nde yayınladığı “ Kara Bir Gün” adlı yazısıyla, işgalcilere karşı en sert tepkiyi ortaya koyan Süleyman Nazif olmuştur.
F(ı)ransız generalinin, küçümseyici ve kibirli bir edâyla Türk pâyitahtı/başşehri İstanbul’a girişini ve onu alkışlayan yerli gayrimüslimlerin yâni müslüman olmayan ‘azlık ırkçıları’nın alkışlarını içine sindiremeyen Süleyman Nazif, “Kara Bir Gün” başlıklı yazısıyla Türk târihine ibret alınması gereken bir kayıt düşmüş, çok mühim bir vesîka bırakmıştır.
(…) Öyleyse, önce, Süleyman Nazif’in bu müthiş nutkunu (giriş bölümünü) okuyalım:
KARA BİR GÜN (Hâdisât Gazetesi 9 Şubat 1919)
Fransız cenaralinin (generalinin/paşasının) dün şehrimize vürûdu (gelişi) münâsebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azlık ırkçıları) tarafından icrâ olunan nümâyiş, Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde müebbeden kanayacak bir cerihâ (yara) açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız (düşkünlüğümüz) şevk (neşe) ve ikbâle (saadete) münkalib (dönüşmüş) olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlâd ve ahfâdımıza (torunlarımıza) nesilden nesile ağlanacak bir mirâs olarak terk edeceğiz.” (9)
Süleyman Nazif’in İstanbul’da karşılaştığı bu iğrenç vaziyet ile, Hasar Umur’un anlattığı, Samsun’da cereyan eden vahim hâdiseler arasında herhangi bir fark var mıdır?
Bir başka numûne de, Mehmet Emin Yurdakul ‘un İstanbul’un işgali sonrasında, Mayıs 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen mitingde, mensubiyetinden iftihar ettiği milletine lâyık bir kükreyişle yaptığı konuşmadır:
“Demir ve ateş kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî an’anelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor. “(10)
Bu kükreyiş sonrasında ise, Mehmet Emin Yurdakul, bizzat Anadolu’ya geçerek, değişik vilâyetlerde halka kılavuzluk yapmıştır.
Hulâsa; öncesinde, Millî Mücâdele’ye ve bilâhare de, Cumhuriyet’e döşenen taşlar, vatan sathında bu sıkıntılarla başladı. Bir memlekette Şerife Bacı gibi kendini fedâ eden kahramanlara gerekli ilgi ve itibar gösterilmeyip, ‘kaçaklar’ kahraman ilân edilirse, orada, yeni şeylerin filizlenmesi –durmaz ammâ- geciktirilir.
Ne yazık ki; Cumhuriyet’e döşenen taşları, başlangıcından itibaren yerli yerine koyamadık, oturtamadık ki, sağlıklı bir tahlil yapabilelim.
KAYNAKLAR
1.Hasan Umur, Samsunda On Beş Sene, Güven Basımevi, İstanbul 1947, Sf. 5-6
2. Bünyamin Kocaoğlu, Yard. Doç. Dr., Millî MücâdeleYıllarında Samsun, Samsun Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Samsun 2008, Sf. 1
3. Hasan Umur-Âdil Pasin, Samsunda Müdafaayı Hukuk, Tan Matbaası, / 1944, Sf. 11-12
4. Osman Alagöz, biyografya.com/biyografya/2216, Millî Mücâdele’de Kınalı Eller, Şubat 2006.
5. M. Halistin Kukul, Millî Eğitimde Reform, wwkapsamhaber.com-01 Kasım 2020, 11.22
6. Zeki Sarıhan, Vatan Türküsü, T.C. kültür Bakanlığı Yayınları, Anmara 2000, Sf. 9-11
7. M. Halistin Kukul, Kahramanlık: Saldırıp Bir Daha Dönmemektir, Türk Yurdu Dergisi, Sayı: 418, Haziran 2022, Sf. 37-41
8. Nejdet Sancar, Nâzım Hikmet Masalı, Afşin Yayınları, İstanbul 1975, Sf. 100
9.M. Halistin Kukul, Süleyman Nazif-“Kara Bir Gün” ve Düşündürdükleri, wwkapsamhaber.com-04.01.2023-23.51
10.tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Emin_Yurdakul
**Hasan Umur: 02 Mayıs 1296/1880 tarihinde T(ı)rabzon’nun Of kazasına bağlı Hayrat beldesinin Yarlı köyünde doğdu. İlk bilgilerini babasından aldı ve öğrenimini ise, Of’un değişik medreselerinde yaptı. 1906’da Of’taki medrese eğitimini tamamladı. Ardından; İstanbul Bayezid Medresesi hocalarından Bergamalı Ahmed Cevdet Efendi’den icâzet aldı. Sonra, T(ı)rabzon’a döndü ve birçok medresede hocalık, buna ilâveten ilköğretim müfettişliği yaptı.
T(ı)rabzon’un, Birinci Dünya Harbi sırasında Ruslar tarafından işgali üzerine, Samsun’un Bafra ilçesine hicret etti. Ticâretle meşgul oldu.
Askerlikten muaf olmasına rağmen, görev isteğinde bulunarak Edirne cephesinde askerî görev üstlendi. Ruslar’ın, 1918’de T(ı)rabzon’dan çekilmesi üzerine köyüne döndü. İstiklâl Harbi’nin başlaması üzerine tekrar Samsun’a gelen Hasan Umur, Millî Mücâdele gönüllüsü arkadaşlarıyla birlikte, başta Samsun Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti olmak üzere, Samsun Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Reisliği, Tayyare Cemiyeti İkinci Reisliği, Türk Ocağı gibi birçok cemiyetin kurucusu oldu.
Vaâzlarıyla, Samsun Hançerli Câmisi’nde Millî Mücâdele lehine halkı irşâd etti.
10 Ocak 1934-25 Ekim 1934 tarihleri arasında, 288 gün, Samsun Belediye başkanlığında bulundu.
1965 yılında hacca gitti. 10 Ağustos 1977’de, 97 yaşında İstanbul’da vefât etti. Kabri, Zincirlikuyu Mezarlığı’ndadır. M. H. K.