Dîvan şiiri, benim neslime sevdirilmedi. Daha doğrusu öğretilmedi. Öğretilmeyen bir şeyin sevilmesi veya sevilmemesi de mümkün değildir!..Öyle sanıyorum ki, bizden sonrakiler de bundan nasibini alamadılar. Bu da, ister istemez, büyük bir ‘anlaşılmazlığa’ sebebiyet verdi.
Şahsen, ben, 1957 yılında liseye girdim. Hatırlıyorum; tahtaya Arapça bir harf yazılsa, hemen, bunun yasak olduğu söylenir ve silinirdi. Hocalarımız da aynı şeyleri söylerdi. Benim okuduğum lise Askerî Lise’ydi. Hiçbir edebiyat hocamız, bize, bu zevki vermedi/veremedi. Askerî Lise oluşundan değil, bu durumu, sonraki yıllarda, sivil lisede okuyan hattâ bu liselerin edebiyat bölümlerinde okuyan arkadaşlarımızda da müşahede ettim.
Sebeplerinin başında, “dîvan şâirlerinin, ağırlıklı olarak Arapça-Farsça yazıp, Türkçe’ye fazla yer vermemeleri teşkil ediyordu. Ağdalı ve mübalâğalı bir üslûp kullanmaları da bir sebepti!...
Peki; halk edebiyatımız gerektiği gibi anlatılabildi, öğretilebildi ve sevdirilebildi mi? Hayır!..
Velhâsıl; -kimse alınmasın ammâ- bizde, Türk dili ve edebiyatı öğrenimi başından beri aksak, başından beri sakat!..
Bu mevzûda, dâima, maârif bakanlığının ve üniversitelerimizin, gerektiği gibi, vazifelerini yap(a)madıklarını düşünüyorum. Şâyet yapmış olsalardı, yetiştirdikleri Türk dili ve edebiyat öğretmenleri, “âşıklık derecesinde, bu güzel dili ve edebiyatını insanımıza sevdirirlerdi. Ve sâdece “dîvan şiirine” değil, edebiyatı ‘angarya gören zihniyete de’ zincir vururlardı.
Hele de şimdilerde, kökü, ‘absürd nükteler’le başlayıp Türkçe’yi argolaştırmayı hedef alanların yolundan giderek, alt-alta yazdıkları püsküllü sözlere şiir yazdım diyenler de, onu tenkite kalkışıyorlar ya, aklım gidiyor!..Hem bilmiyorlar, hem de okumuyorlar!.
Benim gibi, anabilim dalı “Türk Dili ve Edebiyatı olmayanlar”, işin önemini, öncü nesil olan, Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar, Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Faruk Kadri Timurtaş, Prof. Dr.. Amil Çelebioğlu gibi, ilim adamlarımızdan, Ahmet Kabaklı, Mehmet Çınarlı, Nihat Sami Banarlı gibi, Türk dili ve edebiyatı sevdâlılarının yazılarından öğrendiler.
Bu noktada, bir hakkı teslim bakımından, Prof. Dr. Ahmet Sevgi’nin de bir makalesinden söz etmeliyim.
Prof. Dr. Ahmet Sevgi, “Divan Şiirinden Faydalanmak” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“Okuyuculardan gelen bazı mesajlar, zaman zaman Divan şiirinden iktibas ettiğimiz beyitlerin ve orada söz konusu edilen düşüncelerin yadırgandığını gösteriyor. Söz gelimi bir okuyucumuz diyor ki: "Ülkenin bu kadar sorunu varken Sultan Süleyman'ın tahtından yahut Cem'in kadehinden bahsetmek abesle iştigaldir."
Gerçekten öyle midir? 13. asırdan 19. yüzyıla kadar 600 yıl öyle veya böyle aydınlarımızın ortaya koydukları bir kültürü yok saymak doğru mudur? Asırlardır şairlerin bir kuyumcu titizliği ile vücuda getirdikleri binlerce "ser-levha" beyti -velev ki mitolojik olsun- şehir dışına taşınan çöp yığınları misali düşünce dünyamızdan atmak akıl kârı mıdır?
Kanunî Sultan Süleyman'ın, (ö.1566) sağlığın önemini ölümsüzleştiren aşağıdaki beyti Batı'da bir kral tarafından söylenmiş olsaydı emin olun hastanelerinin girişine altın harflerle kazırlardı:
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Prof. Dr. Ahmet Sevgi; Kâmî’nin (Ö.1724), Mezâkî’nin (Ö.1676), Enderunlu Vâsıf’ın (Ö.1824), Pertev Paşa’nın (Ö.1837), Bâkî’nin (Ö.1600), Yûnus Emre’nin (1240/1241-1320/1321) ve Sait Paşa’nın (Ö.1891) beyitlerinden örnekler vererek makalesine şu cümlelerle son veriyor.
"İyi de sizin sıraladığınız bu beyitleri anlayamıyoruz ki" diyeceksiniz. Arkeologların -bugün için çok da bir değer ifade etmeyen- bir medeniyeti ortaya çıkarabilmek için iğne ile kuyu kazarcasına nasıl çalıştıklarını düşünün. Yâni, Divan şiirinden faydalanabilmek için de biraz gayret gerekiyor ki bence değer.” (1).
Mes’elenin özü budur!..Hele de son iki kelime, her şeyi ifade ediyor: “Bence değer!..”
Hattâ; mutlaka değmeli!...
Edebiyat; bir milletin ‘topyekûn millî şuûru’dur. O milletin lisânıyla inşâ edilir ve o milletin lisânıyla da yoğrulur. İnşânın teknesi ise; hâlis lisânla gergef gergef işlenen millî kültürün boy gösterdiği zaman yâni târih’tir!..Milleti, o lisânla yaşatır. İçtimâî ve kültürel hayatının cihânşümûl nakil vasıtası olduğu gibi, bediî ve ahlâkî değerlerinin de tâzelenme sahasıdır.
Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar, talebesi olan -ve benim de üniversiteden hocam olan- Prof. Dr. Niyazi Akı’ya, Paris’ten yazdığı 11 Nisan 1960 târihli mektubunda şöyle der:
“Niyazi,
(…) Vefâkârlığına, hakkımda beslediğin hislere teşekkür ederim. Başka türlü düşünmeni aklım almazdı. Her sevdiğim insan gibi, beni anlamanı istemekte haklıyım ve bunu yaptığın için teşekkür ederim.
(…) Çalışacak yaştasın, çalış. Fakat bir bağlantı noktası da ara. Bu bağlantı noktasını yenilerde bulamazsın. Onlar sana bütün hiçbir şey veremezler. Bütün çalışmaların çocukların ilk mektep kitaplarını okumak gibi olur.
Bu itibarla eski fikrime geliyorum: Eski şiirimizi sev ve eskiyi tanı.
Ben garpla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri ve eski müsikiyi tanımadan kendimi bulamadım. Onların nostaljisini tadınca, kendimi kendi içimde daha yerleşmiş buldum. Bittabi buna bugünle de gidebilirsin. Fakat Fransızca bilgin, o dünyayı iyi tanıman, yenileri daima bir pencere gibi görmene sebep olacak. Bu tekâmül bütün vetiresiyle çok gözümüzün önünde.
(…) Bizden evvelki nesillerin hemen hepsi kendilerinden yirmi sene evvel gelenlerin hatıracısı, filân oldular; fakat anekdotta kaldılar. Eskinin apolojisini yapmıyorum. Sadece zaruriliğini anlatmaya çalışıyorum. Pek az insan yakın ve uzak maziye benim kadar aksülamel yapmıştır. Bununla beraber büyük kaynaklardan biri eskiydi ve eskidir. Hâlâ Nedim’i, Bâki’yi göz önünde tutarak yazarım.” (2)
Türk dilinin zarîf ve kullanılışlı edâsını kavrayamayan, bediî/estetik değerlerin özüne nüfûzdan mahrûm, kendi kıymetlerimizi bâzı temelsiz siyâsî ve ideolojk maksatlarına münasip görenlerin, üslûpsuzların, dîvan şiirimizden olduğu gibi, halk şiirimizden de gerekli nasihat, fikir ve zevki aldıklarını düşünemiyorum.
Dünyâ şiirinin ve Türkçe’nin numûne başçısı Yûnus Emre’yi geçiyorum; Fuzûlî’nin, Nedim’in, Bâkî’nin, Şeyh Galib’in mısralarındaki bediî ve fikrî üst mertebe üslûbunu ve âhengini hangi milletin şiirinde bulabilirsiniz?
Fuzûlî’nin, tamamı 32 beyit olan ve Su Kasîdesi diye de adlandırılan “Kasîde Der Na’t-i Hazret-i Nebevî başlıklı şiirindeki şu derin mânalı mısralara bakınız:
“Saçma, ey göz, eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çare su
(…)Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-e âleme
İktidâ etmiş tarîk-i Ahmed-i muhtâra su”
(Ey göz! Gönlümdeki ateşlere gözyaşından su saçma, böyle tutuşan ateşlere su fayda vermez.
…Su, Ahmed-i muhtar’ın (yâni: Peygamberin) yoluna uyarak temiz tabiatını insanlara apaydın göstermiş). (3)
Sevdâlısına:
“Ey bî-vefâ ki âdet oluptur cefâ sana
Billâh cefadır olma demek bî-vefâ sana
(…)
Bin can olaydı kâş men-i dîl’şikestede
Tâ her biriyle bin kez olaydım fedâ sana”
(Ey vefâsız! Cefâ sana âdet olmuştur; billâh, “cefâsız olma” demek sana cefadır.
(…) Gönlü kırık olan bende keşki bin can olaydı da, herbiriyle sana bin kere fedâ olaydım).(4)
Böyle mükemmel bir inşâ, böyle mükemmel bir âhenk, böyle mükemmel bir üslûp, böyle ihtişamlı bir ‘düşünce ve tavır’ hangi milletin şiirinde vardır, buyrun, söz sizin, söyleyin!..
Dîvan şiirimizi beğenmeyenler veya küçümseyenler, onların mertebesine ulaşamamak bir yana; ya F(ı)ransız, ya Arap, ya Hint veya Rus mukallidi veya kopyacısı olmaktan imtinâ edememişlerdir.
Demek ki, Prof. Dr. Ahmet Sevgi’nin dediği gibi,”Dîvan şiirinden faydalanabilmek için biraz gayret gerekir ki, bence değer!”
Bence de!..
KAYNAKLAR
- Ahmet Sevgi (Prof.Dr.), Dîvan Şiirinden Faydalanmak, Yeniçağ Gazetesi, 18 Mayıs 2022, Sf.13
- Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları, Hazırlayan: Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1974, Sf. 319-320
- Fuzuli, Hazırlayan: Nevzat Yesirgil, Varlık Yayınları, İstanbul 1968, Sf. 9
- A.,g.,e., Sf. 16
AYDIN EFESİ DERGİSİ,SAYI: 83, KASIM-ARALIK 2024, SF.3-4