Maârif sistemimiz, başlangıcından itibâren, her şeyimizi altüst etmiştir. Şimdilerdeki hâlini söylemeye gerek yok!..
Biz, zannettik ki, ‘düşünmek’ fiili, her derse girdiğimizde, bize, Dekart /Descartes (1596-1650 )’tan nakledilen, “ Düşünüyorum, o hâlde varım” cümlesiyle başlıyor!...
Yaşınız kaç olursa olsun, bunu, lütfen kendinize sorunuz; göreceksiniz ki, yüzde yüze yakın cevap , “Dekart” çıkacaktır. Maksadım, Dekart’ı küçümsemek asla değildir…Dekart, ilimde önemli bir isimdir!..
Yalnız şu var ki, benim, kafası, ‘Batı’ya’ kilitlenmiş/kilitlendirilmiş insanım, kahvehânenin önünde Türk tütününden Amerikan cigarasını tüttürüp hâlâ, sakız çiğnemenin orucu bozup bozmayacağını veya kurbanı kimlerin kesip kesmeyeceğini tartışıyorsa, söylenecek fazla bir şey de yoktur.
Hani, derlerdi ya, Fâtih Sultan Mehmet Han, topları döktürüp İstanbul’u fethe hazırlandığı sıralarda, papazlar, meleklerin cinsiyetini tartışıyorlarmış, öyle bir şey!..
Diyeceksiniz ki, Fâtih Sultan Mehmet Han’ın, din bilgisi, fen bilgisi, adâleti, şâirliği ve dirâyeti şimdilerde kimde mevcuttur!..
Peşinen bir hakikati de söylemeliyim. Necip Fâzıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu adlı eserinde şöyle diyor:
“(Spinoza)dan sonra Onyedinci Asırda en enteresan kafa (Dekart)tır. Fransız..Tahlili Hendeseyi kurdu. İlmi çalışmalarında materyalist, metafizikte idealist…Skolâstiği yıktı ve akla yepyeni bir istikamet verdi. O zamana kadar görülen (Skolâstik) aleyhtarları skolâstiği yıkabilmiş değildi. (Dekart) yıktı. Meşhur eseri “Usul Hakkında Nutuk”dur. İşte bununla skolâstiği kökünden harap etti. Ve kiliseye bağlı yeni bir akıl metodu getirdi. Bu bakımdan (Dekart)ın açtığı mektep büyüktür. Şiddetli hıristiyan, fakat (skolâstik) metodu ile değil..
(…) Varlık yoklu hakkında meşhur bir sözü var (Dekart)ın: “Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!”
Buna bir nev’i tahkikçi iman yolu da diyebiliriz.”
Şimdi…
Adamlar, avuç içi kadar bir âletle, kâinatın maddî âleminde ne varsa, bir ‘dokunuşla’ önüne koyuyor; biz, hâlâ, meydan meydan illet-zillet nutuklarıyla gıybet, haset, iftirâ ve dedikodu peşinden yürüyoruz!..
Ölümüzün, dirimizin, selimizin, depremimizin, yangınımızın ardından efsunlayıcı birkaç cümlenin ardından, haydi, herkes yoluna!..
İşte…Düşündükçe, insan, -eğer, kendinde o his varsa- utanıyor!..
“Uyu uyu yat uyu” diye başlayan alfabe kitaplarımızdan söz etmek istemiyorum. Sanki onlar kaldırıldı da, çok mu uyanık olduk?
Yaşı 70’i 80’i geçmişlerimiz değil, genç diyebileceğimiz yaştakiler de, okumaktan bıkkınlık içindedirler, niçin?
“İnsan, hayâl ettiği müddetçe yaşar” sözünün bir cephesi de, ‘düşündüğü müddetçe yaşar” değil midir?
Düşünce olmayan yerde hangi hayâl yeşerebilir!..
Bütün işimiz, bütün meşgalemiz, insan olmanın yegâne unsuru olan ‘akıl’ve buna bağlı olarak ‘düşünmek’ fiilini hakikat sahnesine yânî gerçek hüviyetine kavuşturmak, yerleştirmek olmalıdır!..
Kafaları, hâlâ, sâdece Dekart’a takılı olanlara bir çift söz gerekiyor: Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de onlarca âyeti kerîme, “aklını kullanmak ve akıl sâhipleri”yle ilgilidir. Bir o kadar da, “okuma”yı ve “tefekkür” etmeyi emreden âyet mevcuttur.
Demek ki; fikretmek/tefekkür etmek/düşünmek, akletmek ile olur.
Ancak, akıl sâhibi olan kişi düşünebilir!..
Kaldı ki; Allahü Teâlâ, El-Alâk sûresinde şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin adı ile (Kurân’ı) oku ki, (her şeyi) o yarattı….Ki O, kalem ile (yazıyı) öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” (Âyet: 1-4--5)
Bu hususta, En’âm,50; Ar’âf, 176-184; Yûnus, 24; nahl, 11-44; Rûm, 21. Âyetlere bakılabilir.
Meselâ; Haşr Sûresinin 21. Âyetinde şöyle buyrulur: “İnsanlar düşünsünler diye onlara bu örnekleri veririz”.
Düşünmek; kâinatı okumak’tır. Düşünmek; gözyüzünü, denizaltını, yerdibini keşfe gayrettir…
Düşünmek; insan’ı, maddî ve mânevî yapısıyla, durup dinlenmeden tarassut altında bulundurmaktır.
Düşünmek; insanlığın hizmetine sunulmak üzere hangi maksat ve hedefe yönenilmiş ise, onun, en samimî bir şekilde icraya konulması için hareket noktasıdır.
‘Akıl sâhibi kişi, sarılmalıdır dîne;
Düşünemeyen kimse, yapar kendi kendine!’ (Akıl Sâhibi/M.Halistin Kukul)
Akılsız; din mi olur?
Akılsız ilim mi olur?
Akılsız, san’at mı olur?
Niçin, kendi tarihî kıymetlerimiz olan Orhun Kitâbeleri (8. Asır)’nden, Ahmet Yesevî (?-1166)’den, Yûsuf Has Hâcib (1017?-1077?)’den, Kâşgarlı Mahmud (1025)-1090?)’dan, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî(1207-1273)’den, Hacı Bayram-ı Velî’den, Yûnus Emre(1241?-1321?)’den, Birûnî’den, Hacı Bektâş-ı Velî’den, İbni Sînâ’dan, Ali Kuşçu (1403-1476)’dan, Uluğ Beğ’den, Kâtip Çelebi’den, Süleyman Çelebi’den, Nasreddin Hoca’dan…uzak dururuz?.
Hazret-i Mevlâna, Mesnevî’sinde, “Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış” buyurmaktadır.
Demek ki, insanoğluna, bir akıl kâfi gelmiyor/ gelemiyor. İstişâre de lâzım!.
Düşünce, akılsız olmaz. Akılda da, düşünce eksik olmaz. Düşüncesiz, akl-ı selîm olabilir mi/yaşayabilir mi?
Şu bulutlara bir bakınız; nasıl da birden toplaşıp yağmur-kar oluveriyorlar da sonra, hemencecik dağılıp/ayrışıp gidiyorlar ve ortalığı bir güneş kasıp kavuruyor ve sızlanıp duruyoruz!
Ali Kuşçu’yla Gazâlî’nin, O’nunla da Birûnî’nin veya Uluğ Bey’in aklını bir say!.. Çünkü; kâinat bir ölçü/bir hesap üzerinedir ve onlar da, bu ölçünün îzahında gayret gösteren birer unsurudur.
Benimkini de yabana atma!..Düşünüyorum ve aklım var!..Bak; kıpırdıyor ve gayret ediyorum!..
Yânî?
Düşündükçe, kalemim yazmak istiyor; yazdıkça da düşünüyorum!..
Buraya bir nokta koyup bir tespit yapayım:
Şiirlerimi sîgaya çekmek isteyecek muhteremlerin, dünyâyı okumadaki mâharetlerini ve mertebelerini bilmek isterim!..