Şimdi, size basit bir vak'a anlatacağım. Tabiîdir ki, vak'anın basitliği, onun önemini azaltmaz. Hayatımızda nice hâdiseler vardır ki, onu, basit görür önemsemeyiz de, felâketimize sebep olurlar!..
Vak'ada, elbette ki, zaman ve mekân da diğer iki mühim unsurdur. O hâlde, önce onları yazayım!
Zaman: 15 Ağustos 2014 Cuma. Takvim yaprağında, "1461 T(ı)rabzon'un Fethi " yazıyor!
Bu durumda, mekân da kendini göstermiş oluyor. Düşünüldüğü gibi...T(ı)rabzon!
Yalnız bir farkla ki, T(ı)rabzon'un, yeşilin her çeşidinin süslediği tabiat harikası ve denizin alabildiğine mavilikleri sunduğu Beşikdüzü ilçesindeyim.
Umûmîyetle, yaz tatillerimi burada geçiririm. Okurum, yazarım, temâşa ederim, iç - dış muhâsebe yaparım, yağmurla coşar - durulur, toprakla yoğrulurum!..
İşte bu akşam; yatsı namazı öncesi elektrikler kesildi.
Basit !) vak'anın biri bu!
Şunun şurasında yirmibirinci asırda - hiçbir olağanüstü hâl yokken - elektrik kesilmesi fazla önemsenecek bir durum olmamalı değil mi!!! Yazık!..Ve sâdece dokuz saat süreyle!..Hiçbir şey değil, değil mi?
Bulunduğum mekânı biraz tarif etmem gerekir elbette: Haritaya baktığınızda da görürsünüz; Yeros Burnu ile, Çeşmeönü arasında, denizi kuşatan bir hilâlin tam orta yerinde, denizden de takriben yüz metre yükseklikte hâkim bir mevkideyim.
Kalabalığı ve gürültüsüyle değil; sükûneti ve manzarasıyla, İstanbul Boğazı'ndan sonra, beni cezbeden ikinci yer burasıdır.
Yâni; bu demektir ki, önümde olabildiğince ufku; arkamda, vâdilerle ayrılmış kâh sislere boğulmuş, kâh bulutlara gömülmüş yemyeşil dağları ve iki tarafımda da, en az onar - onbeşer kilometrelik mesâfeleri görebiliyorum.
Demeyin ki, ağustosun onbeşinde bu sis neyin nesidir! Burası, her an her mevsimin yaşanabildiği bir güzellik merkezidir.
İşte; Fâtih Sultan Mehmed Han'ın T(ı)rabzon'u fethederek Türk - İslâm diyârı yaptığı bu gece, benim bu güzellik merkezi diye târife çalıştığım yerde elektrikler kesildi.
"Ne oldu? Kıyamet mi koptu?" diyenler olacaktır!
Olsun!..
Bekledim!..Bekledim...Ve bekledim!
Hiçbir yerden ezan sesi gelmedi! Maalesef gelmedi! Evet, maalesef!
Yine: "Okursun ezanını, kılarsın namazını, ne uzatıyorsun!" diyenler de bulunabilir. O hâlde, "çünkü.." ile devam edeyim:
Çünkü; benim oturduğum mekândan, ezan, çıplak sesle bile okunsa, her câmiden ses duyabilmem mümkün! Bahsettiğim gibi, önümde; kuzey doğuda, Türkiye'de değil, dünyâda, sâdece Vakfıkebir ve Beşikdüzü'nde pişirilen meşhur ekmeğiyle nam salan, Gülbahar Hâtun'dan emânet Vakfıkebir; ve yine önümde, kuzeybatıda ise, boydanboya Beşikdüzü sâhili var!..
Hangi câmiden gelirse gelsin, çıkan "dı-dı-dı" sesi kulağımda çınlar! Fakat, bu gece, yatsı ezanını , ne Vakfıkebir cihetinden ve ne de Beşikdüzü cephesinden duyabildim!
Dahası; câmilerin hemen yanıbaşında bulunan öğretmen lisesinin salonundaki düğünde hoparlör hiç susmadı. Hem de ne yüksek sesle!..Peki, ezan, niçin sustu?
Şüphesiz ki, câmilerin içinde ezan okunmuştur. Fakat, Kâinatın Efendisi Şanlı Peygamberimiz ile Bilâlı Habeşî Hazretleri'nin ilk ezan denemelerini hatırladıkça kahrolmamak mümkün mü?
Demek ki, zât-ı şahanelerine, ezanı , "Edison" okutuyor öyle mi? Edison yoksa, ezan da yok!..
Bırakınız çıkılmayan minarelerden ezan okumayı, hiç mi bir tümsek bulunamadı da, bundan, bunca insan mahrum bırakıldı?
Ammâ, diyeceksinizin ki,kimin umurunda, o da ayrı! Zîrâ, ertesi gün sorduğum nice - dost kişi, bir süre düşündükten sonra:
- Sâhiden, o akşam yatsı ezanı okunmadı! dediler.
Başka zamanlarda, kundaktaki / beşikteki bebekleri bile ürpertecek sesle hoparlörü bangır bangır zonklatan 'ses', bu akşam niçin yoktu? Düğün salonuna gösterilen ihtimamı, Diyânetimiz niçin câmilere göstermedi? (Tabiî ki, para toplama hâriç! Akdamar'a ve diğer kiliselere devlet kasasından harcananları, bu millete bir idrâk ettirebilsek, ahhh!..)
Hoparlör olmayınca, demek ki, bu işler de "rölanti"ye alınıyor, öyle mi? Temenni ederim ki, imamlarımızı ve müezzinlerimizi, pek muhterem Diyânet teşkilâtımız "mikrofon ve hoparlör sevdâsı"ndan biraz uzaklaştırır.
Ve yine temenni ederim ki, birtakım "sesler" birbirine karıştırılarak anlaşılmaz bir yumak hâline getirilen ezan, huşunun, zarâfetin, nezâketin ve huzurun ifadesi olarak sunulur.
Türkiye'nin neresine gitsem, bu böyle! Hele de, şu "dı-dı-dı...dı-dı-dı.." sesleri yok mu, artık yeter dedirtiyor.
Adamın hastası mı var, polis, subay, hemşire, doktor...nöbetten mi geldi...Kimsenin umurunda değil! Aç hoparlörü, gir mikrofonun dibine!..
Bilinmelidir ki, ezan, böyle değildir. O; herkes tarafından, bütün inceliği, sâdeliği, cezbediciği ve anlaşılırlığı ile, sâdece kulaklara değil, gönülllere ikrâm edilmelidir.
Evet: İkrâm! İkrâm!..
Gelelim, "ekmek çöktü" mes'elesine!..
Yine; buraya (Beşikdüzü'ne) mahsus olmak üzere, her sabah, dörtlük, beşlik hattâ altılık diye ifade edilen o meşhur T(ı)rabzon / Vakfıkebir ekmeği , bir araba ile, hâne hâne gezilerek satışa arzedilir.
Tabiî ki, şimdi de, 16 Ağustos sabahından söz edeceğim.
Ekmek arabamızdan ekmeğimi aldıktan sonra, satıcı Mustafa Dillioğlu, her zamanki nezâketiyle :
- Kusura bakmayın Hocam, dedi, gece elektrikler kesilince ekmek çöktü!
Doğrusunu isterseniz, ben, bu "ekmek çöktü" ifadesini ilk defa duyuyordum ve Mustafa Bey'in sözünü, bilmiyorum hangi hisle idrâkimden uzakta tutarak, ona hayırlı işler dileyip uğurladım.
Fakat, eve girip, ekmeği kesmeye başlayınca duruma vâkıf olmaya başladım. Durumu, eşime îzâh ettim. İkimiz de şaşkındık.
Ertesi sabahı beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey de yoktu!
17 Ağustos sabahı, ilk işim, Mustafa Dillioğlu'na "ekmek çöktü"yü sormak oldu.
Tebessüm ederek dedi ki:
- Bizim jeneratörümüz de var ammâ, tam dokuz saat elektrik kesintisi oldu. K(ı)limamız da var, tabiî ki, başka elektrikli malzememiz de...Diyeceğim o ki, her şey elektriğe bağlı...Ekmek önce kapardı fakat bu yeterli olmadı, elektrik kesilince kabarma durdu ve hamur yeterince kabaramadı, ardından da "çöktü"... İşte, "ekmeğin çökmesi" budur! Bu noktada, artık yapabileceğimiz hiçbir şey de yoktur!..
Esnafımızın, şu güzelliğine bakınız...bir de yapılanlara!..Vah ki, vah!..
Gözlerim, elbette ki, sâdece bürokrat / idârecileri aramadı...Gözlerim, ilâhiyatçıları aradı...Üniversitelerimizin şaşaalı açılışlarını, havaya kep fırlatmalarını aradı...Çok üniversite açtık diye kabaranları aradı...Bu üniversiteleri bitirip birkaç lira harçlık için fındık yevmiyesine koşuşan gençleri 'aramayanları' aradı!..
Gözlerim; siyâsetçilerimizi aradı...Anayasayı değiştirmek için sokak sokak gezip bağıranları...Bize, hürriyet dağıtma yarışına girenleri...Türkiye'nin bir bölgesinden elektrik parası al(a)mayan... fakat, bu asırda, elektriğin kıymetini hâlâ idrâk edemeyenleri aradı...
"Mekke'nin fethinde Peygamber gururlandı, biz o kadar iş yaptık gururlanmadık" nağmeleri düzenleri...
Ve bu nağmelere ses çıkarmamak suretiyle, teşvik edenleri aradı...
Ve yine; "Peygamber Efendimizi bile desteklemeyenler olmuştur. Bizi de yüzde 52 destekledi."
Diyerek, ben de dâhil, karşısındakileri, dilim varmıyor ammâ söyleyeceğim, "kâfir" veya "münâfık" yerine koyanları aradı!..
Kendisini ve yanındakileri Uhud Okçuları'na benzeten Câhiliyye Devri sapığı zihniyetin temsilcisini aradı!
Kur'an-ı Kerîm'le "Bakara - makara" diye alay edeni ve buna tek kelime ile bile tepki göstermeyenleri aradı!.
Üstâd Necip Fâzıl'ın sözünü ettiği "kaba softa - ham yobaz"lar sürüsü münâfıkları aradı!..
Böyle bir memlekette, "elektriğin kesilmesi, ekmeğin çökmesi ve ezanın susması" gayet tabiî bir vak'a değil midir?
Hayatımızın her noktasına "tecâvüz" ediliyor da, mütecavizler, hâlâ tepemizde fırdönüyor ve şakır şakır alkışlanıyorsa, buna da aklım ermiyor!
Zorla değil ya, ermiyor!..Şimdi, benim bir sorum olacak: "Sâhiden, benim dediğim gibi, vak'a, bu kadar "basit" ve "önemsiz" midir? Ne dersiniz?
Ben; sâdece: Yazık!...Milyon kere, tirilyon kere yazık!..diyorum. Siz, ister deyin, ister demeyin, bu sizi alâkadar eder!
Ve yine; ne iğrençlikler yaşıyoruz, Rabb'im, ne sefâletlerle boğuşuyoruz! diyorum.
Sen, bizi koru, zîrâ; tek sığınağımız Sen'sin! diye duâ ediyorum. Duâ, duâ, duâ!..