Garip hâller yaşadık, yaşıyoruz ve yaşayacağa da benziyoruz!
Taş gibi sözler birbirinin ardınca dizili, yenilir- yutulur da değil!
Birçoklarını evvelce de yazdım…Yazdım ammâ, bir de, siz bana sorun ki, nasıl yazdım!..
Âkif’in dediği gibi:
“Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!” (1913)
Bırakınız Şark’ı veya Garb’ı, yanıbaşımızdakilerini bile tanımıyor, bilmiyor ve anlamıyoruz!
Ağzına geleni söyle, ondan sonra dön, “Vay kardeşlik, vay dostluk, vay hâldeşlik, vay dindeşlik, vay milletdeşlik, vay gönüldeşlik, vay ülküdeşlik diye kükre, haykır nâra at, hörelen ve ondan sonra da, “vâye” bekle!..
Kibirlen, böbürlen, tafralan, tepeden bak, sonra dön ve de ki, “Memlekette nezâket, nefâset, zarâfet, bereket kalmadı!..”
Nasıl kalsın!..
Argonun bini bin para; alçaklık mı aranır, döneklik mi, çukurluk mu, şerefsizlik mi, sonra dön ve de ki, “Bu gençlere ne oluyor, bunlarda ne ahlâk kaldı, ne iz’ân, ne meslek beğeniyorlar, ne de bir iş!… Bunları baştan çıkaran mutlaka bir dış güç var!..”
Son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl, “Cemâdat” başlıklı beytinde şöyle diyor:
“Camilerde cemaat yerine hep cemâdat;
Siner de köşelerde, Haktan isterler imdat…” (1977)
Şimdiiii…
Farzedin ki; bir partinin on-onbeş-yirmi senedir başındasınız!..Bir dediğiniz de iki olmuyor!..Yırtınırcasına, “Daha! Daha!” diyorsunuz!..Saçınız sakalınız ağarmış, peşinizde onca genç insan da hazırolda bekliyor!..O genç insanların omuzlarında yükseldiniz ammâ, onları yukarı çekmeyi bir türlü beceremiyor hâlâ da omuzlarından aşağı aşağı basıyorsunuz!..
Farzedin ki, size, beş-on yıl daha verildi. İşler azıcık ters gitmeye başlayınca, tıpkı, karşınızdaki muarızlarınızın size bağırdığı gibi, siz de kendi adam(lar)ınıza bağırıyor ve onları ihânetle, şerefsizlikle, alçaklıkla suçluyorsunuz..Tâ ki, tekrar sizi destekleyinceye kadar!..
Farzedin ki; Devletin başındasınız!..Her şey, elinizin altında…Beş sene-onbeş sene!..Yetmiyor değil mi?..Bütün güç ve imkânlar elinizde olduğu hâlde, yine de yetmedi/yetmiyor hattâ yetmeyecek diyorsunuz, niçin?!..
Farzedin ki; bütün bakanlıklar-maarif, müdafaa, iç ve dış işleri, sağlık, adâlet, ziraat v.s.- emrinizde…Bütün kaymakamlıklar ve vâlilikler de emrinizde…
Farzedin ki; bütün milletvekilleri de, bütün muhtarlar da ve bütün belediye başkanları da emrinize amâde!.. Rahat mısınız?!
Peki, yetmeyen ne? Bu doyumsuzluk niçin?
Size bu soruyu sormak bile cesâret işi? Beğlerim, sizlere yetmeyen nedir, söyler misiniz?!
İşte; bu defa, sekizyüz sene evvelden, Yûnus Emre, devreye giriyor ve diyor ki:
“Beğler azdı yolından bilmez yoksul hâlinden
Çıkdı rahmet gölinden nefs göline talmışdur”
Bir mekânda; adâlet çıldırmış, ilim susmuş ve san’at köhnemişse, siyâsetin mertebe bulmasının mümkün olamayacağındaki idrâk de körelmiş demektir.
Mertebemin son basamağına geldim, deyip susan bir ilim mensubu da, bulunduğu mevkilerin hepsinde yıllarca çalışmıştır da, -asıl olan- kendi ‘anabilim’ sahasında bir damla olsun ilâvede bulunamamış ise, ve şimdi de bu azimde değilse, bu da, ‘ilmî ahlâk’ın en çukur mertebesinde debelendiğinin ispatıdır.
Yûnus Emre, yine devreye girip hepsine birden cevap veriyor:
“İşidün iy ulular âhir zamân olısar
Sag musülmân seyrekdür ol da gümân olısar
Dânişmend okur dutmaz derviş yolın gözetmez
Bu halk öğüt işitmez ne sarp zaman olısar
Gitdi begler mürveti binmişler birer atı
Yidügü yoksul eti içdügi kan olısar”
İnsanın soluğu kesiliyor değil mi? Demek ki, çağ-mağ, devir-mevir, zaman-maman, padişahlık-madişahlık, demokrasi-memokrasi palavra!..
Farzedin ki; insanlık-minsanlık yok’tur; bilin ki, bu dünyada hiçbir şey mevcut değildir!..
Farzedin ki; -temkinli söyleyeyim- sonsuz değil; up-uzun bir ömre, sınırsız bir zenginliğe ve târîfsiz bir salâhiyete sâhipsiniz; bu, nasıl bir doymaz ‘nefs’tir ki, bir türlü tatmin olmak bilmiyorsunuz!..
Öyleyse; “Biz, ona (insana) iki de yol gösterdik” (El-Beled, 10) ve “İnsana, hem kötülük, hem de ondan sakınmak ilham edildi” (Eş-Şems,8) âyetlerini iyice tahlile tâbi tutup hazmetmeliyiz!..