İlk yazımın, daha doğrusu şiirimin yayınlanmasının üzerinde altmış seneden fazla zaman geçti. Her yeni gazete, dergi veya kitap okuyuşumda ve her yeni bir yazarla karşılaşışımda, yepyeni tecrübeler kazanıyorum.
Gençken, “tecrübe asla tükenmez” diyen büyüklerimi hiçbir zaman dinlememezlik etmedim ve dâima tecrübelerinden istifadeye çalışarak, Allah nasip etti, bu günlere gelebildim.
Tecrübe asla tükenmez!..Tükenmediği gibi, yeni tecrübelerle de gelişir!..
Sanıyorum; 1986 veya 1987 yılıydı. Dersine girdiğim, Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü son sınıfında okuyan bir öğrencim -şimdilerde p(u)rofesörmüş ve o gündür bu gündür kendisinden bir selâm dahi almadım- endişeli bir vaziyette odama girdi ve müsait olup olmadığımı sordu. Şiire meraklıydı ve zaman zaman da gerek odamda ve gerekse koridorda istişârelerde bulunurduk.
Müsaittim ve kendisine, arzusunu sordum. Dedi ki;
-Hocam, mezuniyet tezim üzerinde çalışıyorum. Tez hocam, filâncadır. Tez konum da, şu!..Hocam, ikide bir, yazdıklarım için, “Bunlar, ilmî olmamış” diyor. Nasıl ilmî olacak, bir türlü anlamadım!..
Tez hocası, senelerdir mesai arkadaşımdı. Ciddi çalışmaları severdi. Odası da benim odamın bitişiğindeydi.
Kendisine, “Buyur, otur, konuşalım!” dedim. Çalışmalarına baktım. Tabiî ki, bu dönemin acemiliği hepimizde olmuştur. Ancak, bu bölümün son sınıfına gelinceye kadar, gençlere gerekli yazı çalışmaları/kompozisyon yazdırılmaz ise, böyle olur. Gerçi, bu öğrencim, ders hâricinde de ilgili ve yazan biriydi ammâ belli bir yazma disiplinine henüz mâlik değildi.
Yazdıklarına baktım. P(i)lânı bile yoktu. Kalemimi elime alıp, hem ona izah ettim, hem p(i)lân yaptım, hem de, birkaç sayfalık bir giriş yazdım. Tez konusu ise, benim de yakından tanıdığım ve birçok şiir şöleninde beraberce şiirler okuduğumuz (şimdi rahmetli olan) ağabey dediğim kıymetli bir şâirimizdi.
Bu öğrencim, -sonradan, kendisinin bana anlattığına göre-, odamdan çıkınca, benim bitişiğimde bulunan, tez hocasının odasına girmiş ve tez hocasına çalışmalarını uzatınca da, arkadaşım, benim yazımı hemen tanıyıp, “ Bu yazı, Halistin hocanın yazısı!” deyivermiş.
Şunu demek istedim ki; bizde, “ilmî yazı” böyle yazılır!!!
“Politik yazı” meselesine temas etmemin sebebi, bir ilâhiyat p(u)rofesörümüzün, İstanbul’da yayınlanan bir gazetedeki “Siyasete farklı bir yerden bakış” başlıklı yazısıdır. Şahıslarla hiçbir işim olmadığı için, gerekli olmadıktan sonra şahıs ismi vermek huyum yoktur.
Yazının sâdece bir bölümünü nakledeceğim:
“Seçimlerden önce (28. Dönem Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri kastediliyor) politik yazı yazmaktan kaçındım. Birkaç sebebi var:
Kendi hesabıma, hem uzun yıllar din hizmetlerinde bulunmuş hem de ülkemizde uygulanan resmî ders programıyla İslâmî bir öğretim veren ilâhiyat kurumunda hocalık yapmış ve yapan biri olarak, siyasal yazılar yazmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Zira –ne kadar tarafsız yazsanız da- doğrudan politik yazılar, bazı siyasi kişiler ve kurumlarla onları izleyen toplum kesimleri tarafından sübjektif ve önyargılarla okunacaktır. Bu da toplum kesimlerince ortak bir değer olarak görünmesi gereken din hizmetlerine ve bu hizmeti yürütenlere, hatta giderek bizzat din kurumuna duyulması gereken saygıyı aşındıracaktır. Bu konuda bizim camianın iyi bir sınav verdiği kanaatinde değilim…”
Elbette ki, söz/yazı burada bitmiyor. Yazının kompozisyonu üzerinde durmayacağım, o, beni ilgilendirmez.
Ancak; “Bu konuda bizim camia” denilen camia “iyi bir sınav vermemiş” ise, işte tam zamanı, buyrun, siz verin!..
Biz; ilâhiyatçılarımızdan /din adamlarımızdan, zâten siyâsete bulaşmalarını beklemeyiz ve isteyemeyiz. Fakat, siyaset denilen şey, şayet ‘partizanlık olarak’, camiye, okula ve kışlaya girmiş ise, yine diyorum ki, işte size bir fırsat, ilim adamı olarak duruma el koyunuz!..
Soruyorum: siyasete, partizanlık derecesinde bulaşmayan müessese kalmış mıdır?
Bu tavır bile, siyasete değil, partizanlığa bulaşmak değil midir? İlim adamı, yanlışa yanlış diyemeyecek midir? Diyemeyecekse, kim(ler) diyecektir?
Aslında siyâset; bence, tariflerinin aksine, ‘fikir’dir. Bir fikrin tahakkuku için ‘istişâre zemini’dir. Partizanlık ise, hangi ‘görüşü temsil ederse etsin’, körükörüne itaat ve muhakemesizlik kültürünün rezîlâne tecellisidir.
Geçen yaz, T(ı)rabzon’da, namaz kıldığım câminin imamıyla biraz sohbet ettik. Dedi ki, “Hocam, zinâ’dan söz edemiyoruz!”
Bunu söylerken de yüzü kızarıyordu. Niçin? Diye sormadım. Çünkü, bu mevzuda birkaç makale yayınlamış biriyim.
Şimdi; biz, Müslüman Türk milleti olarak, her mertebedeki ilâhiyatçılarımızdan zâten partizanlık mânasında siyaset beklemiyoruz. ‘Fikrî mânada siyâset’ bekliyoruz. Bir türlü anlayamıyorum; fikir ileri sürmek, onu tartışmak, müzâkere etmek, nasıl siyâset olur?
İstenen şudur; dinin karşısında bulunanlarla/İslâm düşmanlarıyla mücâdele edilmesi gerektiği kadar, dini istismar edenlerin de uyarılması gerektiğinin şuurunda olunsun!...
Çok mu bir şey talep ediyorum?
Meselâ; bir Müslümanın ve pek tabiî olarak da bir ilâhiyat p(u)rofesörünün, “zinâ”nin serbest bırakılmasına karşı çıkmasından daha tabiî ne olabilir?
Kur’ân-ı Kerîmin açık hükmü olan “zinâ serbest” ise, ve bizim din adamlarımız/âlimlerimiz bunun yanlış olduğunun îkazını/uyarısını/istişaresini yapmıyor/yapamıyor ise, orada ne işleri vardır?
Sayın Yazar, kendisi için, “hem uzun yıllar din hizmetlerinde bulunmuş hem de ülkemizde uygulanan resmî ders programıyla İslâmî bir öğretim kurumunda hocalık yapmış ve yapan biri olarak…” diyor. Yâni, şu anda da, hocalık/öğretim üyeliği vazifesinde bulunuyor. Peki, orada, meselâ, sözünü ettiğim ‘zinâ’ hakkında ne söylüyorsunuz? Zinâ meselesi, politik/siyasî bir mesele midir? Hattâ; hiçbir öğrenciniz, size, bu hususta bir soru dahi sormadı mı/sormuyor mu? Burası nasıl üniversitedir?
Her gün, milletin boğazını sıkan “fâiz”den söz ederken, öğrenciler, sizi, bir iktisatçı olarak değil, İslâmî ilimler mensubu olarak nasıl tâkip ediyor? Yaşanmayan İslâm, sâdece gösterişten ibaret olmaz mı?
Bunlar, bu mübârek dinin tahrip ve tahrifi değil midir? Fuhşun serbest bırakılmasıyla âile ve cemiyet düzenimizin sarsılması, fâizin ekonomik çöküntüye sebebiyet verdiği, yalanın bu kadar yaygınlaşmasıyla ‘iftiranın’ dengeleri altüst ettiği söylenmemeli midir?
Hem toplumun temeli âiledir diyeceğiz, hem de, toplumun temeline konan bombanın ne olduğunu söylemekten imtinâ edeceğiz, öyle mi?
Meselâ; “Uhud dağını kimse terketmeyecek”, denilirken, karşılarındakiler kimler olmuş oluyor?
Meselâ; “Dini, bayrağı, ezânı olmayanlar…” denilirken, öbürler/ötekiler/başkaları/dîğerleri kimler oluyor?
Meselâ; “Bu ülkeyi küffâra teslim etmeyeceğiz” denilirken, “küffâr” kim oluyor?
Meselâ; “Suriye’den gelen (bir bölümünü gerçekten mâsûm ve mağdurların teşkil ettiği) bilmem kaç milyon ile ifade edilen Suriyeliler, siz(ler)ce, hakikaten İslâmî mânada “muhâcîr” midirler? Bunu, bize, kim/kimler açıklayacaktır, bilmek isteriz?
Biz, İslâm’a bir kişi daha ilâve etmeye çalışıp başkalarını Hakk dine dâvet ederken, Müslüman’ı kâfirler safına çekmenin/atmanın/itmenin/sürüklemeye çalışmanın hiçbir hükmü de mi yoktur?
Câmilerimizde imamlarımızın ve tabiî ki, bir ilâhiyat hocası olarak derslerinizde sık sık söylediğiniz, “Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker” lâfzı, farz-ı kifâye olduğu hâlde, bundan imtinâ etmek, siyasete bulaşmamak mı oluyor?
Yazıdaki son cümleye tamamen hak veriyor ve katılıyorum.
Deniliyor ki; “Bu konuda bizim camianın iyi bir sınav verdiği kanaatinde değilim”.
Çok doğru!..Vermiyorsunuz ve verilmiyor!..
Eğer verilmiş olunsaydı, yapılan istatistiklerde de görüldüğü üzre, bunca dîn görevlisi olmasına ve bunca dînî müessese açılmasına rağmen, ‘deizm ve ateizm “ artmazdı!..