Şehirlerimizin hepsini, birini,bir diğerine tercih etmeksiniz severim. Herbirinde; köklü, zengin ve ihtişamlı târihim ve çok kıymetli dostlarım, arkadaşlarım, ahbaplarım, akrabalarım, gönüldeşlerim vardır.
Kayseri’den, Adana’ya, Kahramanmaraş’a, Gaziantep’e, Diyarbakır’a, Mersin’den T(ı)rabzon’a Samsun’a Sivas’a, Erzurum’dan Kars’tan Edirne’ye, İstanbul’a, Ankara’dan İzmir’e Bursa’ya, Konya’ya, Mardin’e, Hatay’a kadar herbiri, binbir çeşit tabiî, târihî ve kültürel değerleri ihtivâ eden güzelliklerle doludur.
KAYSERİ; bu değerleri fazlasıyla taşıyan şehirlerimizde biridir.
“KAYSERİ! KAYSERİ!” ise, eskilerdeki “İstanbul Beyefendisi” tâbirine muhatap ve lâyık, tam bir ‘Kayseri Beyefendisi’ tarafından kaleme alınmış bir kitaptır.
Bu ‘Kayseri Beyefendisi’nin adı, Abdullah Satoğlu’dur ki, o şehirde, Av. Nevzat Türkten ve Âlim Gerçel gibi nice ‘beyefendi’ kadim dostlarım olmuştur.
Kayseri’ye Şiir Şöleni münasebetiyle birkaç defa gittim. Rahmetli Av. Nevzat Türkten Ağabey ve kıymetli kardeşim Mühendis Âlim Gerçel Bey’in çıkardığı Erciyes Dergisi’nin hemen hemen her sayısında şiirim veya makalem yayınlanmıştır. Son zamanlarda yayına başlayan Çıngı Dergisi’nde de aynı şekilde yazılarım yayınlanmaktadır ve orada da kıymetli güzel dostlarım bulunmaktadır.
Kayserili dostlarımın hepsi de vefalıdır ve tarihten/kökten gelen san’at aşkıyla Kayseri’yi bir san’at ve kültür şehrinden öte, merkezi yapmışlardır.
Doksan yaşını süren bu ‘Kayseri Beyefendisi’, bu nâzik, imanlı, milliyetçi ve vatansever insan, hâlâ, düşünmekten, yazmaktan, insanlığa ve Türk Milleti’ne faydalı hizmet yapmaktan asla geri durmamaktadır.
O; “Bir Demet Lâle, Lâle Üstüne, Lâle Bahçelerinde, Gönlümde Açan Lâleler, Lâle Devri Masal Gibi ve Lâle Lâle Lâle” adlı şiir; ve, Türk Şiirinde Lâle, Âşık Hasan, Kayseri-Erciyes Ve Çevresi, Kayseri Pastırmacılığı, Başlangıcından Bugüne Kadar Kayseri Şâirleri, Mevlâna’nın İlk Hocası Seyyid Burhaneddin, Satoğlu Mehmet Ali Efendi Hoca, Kayseri’nin Efsâne Adamı Osman Kavuncu, Halk Şâiri Molulu Revaî, Mimar Sinan Şiirleri Antolojisi, Kayserililerin Ticaretteki Başarı Sırları, Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar (5 Cilt), Kayseri Ansiklopedisi adlı eserlere de imza atmıştır.
Kitabına geçmeden önce, bir iki hâtıramı nakletmek istiyorum:
Tabiî ki, şâir ve yazarlar, birbirlerini dergilerden ve gazetelerden tanırlar. Şiirlerini ve yazılarını okur, istifâde ederler. Ancak, yüzyüze tanışmaları daha farklı olur. Bâzıları, sözleşilmiş buluşmalar olduğu gibi, bâzıları da tesâdüfî’dir. Sözleşilmiş gibi olan buluşmalar, daha ziyâde şiir şölenlerinde, toplantılarda öne çıkar. Dostluklar daha da kavileşir. Adresler telefonlar alınır ve muhabbet devam eder.
1998 yılı Mart ayında, Ankara’da İbni Sina Hastahânesi’nin Beyin Cerrahisi Bölümü’nde, iki taraflı karotis yâni şahdamarı ameliyatı geçirmiştim. Zor ameliyatlardı. Kara Harp Okulu’nu Ankara’da okumuş ve 21 Mayıs 1963 hâdisesi sebebiyle oradan atılmış/ayrılmıştım. Aradan çok zaman geçmesine rağmen, orada, yine sivil hayatta meslek sâhibi olan Harbiyeli arkadaşlarım vardı.
Harbiye arkadaşlığı muazzamdır. Bunun gibi, bir de edebiyatçı dostluğu, arkadaşlığı, hâldeşliği ve gönüldeşliği vardır. Bunda, birbirini görmekten ziyâde, birbirini ‘okumak’ ve ‘anlamak’ önemlidir.
İlk ameliyatım, 23 Mart 1998 Pazartesi günü olmuştu. Kulak hizamdan –boynumda- çene altıma yakın bir yere kadar yirmi beşi bulan dikiş vardı. Yoğun Bakım safhasını atlatıp servise çıkmıştım. İkinci ameliyatımdan iki gün önce, bir de baktım ki, yüzyüze sâdece birini-rahmetli Feyzi Halıcı Ağabeyi- tanıdığım dört kişi çıkageldi.
Halıcı hâricinde, ikisini, yazı ve şiirlerinden yakından tanıyordum. Bu değerli kişiler; Abdullah Satoğlu ve Hüseyin Yurdabak. Diğeri ise, Feyzi Ağabeyin Meşrutiyet Caddesi’nde bulunan bürosunda O’ndan feyz almaya gelen genç bir hanımefendiydi.
Bana, Feyzi Halıcı Ağabeyin yazdığı iki kitabı ‘hasta ziyâreti hediyesi’ olarak getirmişlerdi.
“ALİ EŞREF DEDE’NİN YEMEK RİSALESİ” adlı, Feyzi Halıcı’nın el yazısıyla yazılan ve hepsinin imzası bulunan kitapta şu ithâf satırları yer alıyordu:
“28/3/1998
M. Halistin Kukul Kardeşimize
Ali Eşref Dede
Cümle dostun sağlığı için
Himmet ede
İbni Sinanın ruhaniyeti
Ve de…
İmzalar: Feyzi Halıcı-Abdullah Satoğlu- Ömrüye Güneş-Hüseyin Yurdabak”
Aynı tarihi taşıyan ithafla, diğer kitapta da şöyle deniliyordu:
“Dost M. Halistin Kukul’a
Hepimizin dileği ömür boyu
Yüce Hakk’tan şifa bula”
Şâir dostluğu, hâldeşliği, gönüldeşliği, vefâsı, arkadaşlığı, kardeşliği ve ağabeyiliği böyle bir şeydi işte!..
Ben de, ikinci ameliyatı müteakip hastahâneden taburcu olduktan sonra, kendilerine Çağrı Dergisi’nin 1998 Temmuz sayısının 13. Sayfasında yayınlanan “”ÜÇ GÖNÜL DOSTU” başlıklı şiirimde şöyle demiştim:
“Kısacık ömründe neler görür insanoğlu;
Üç müşfik sîmâ: Herbiri nezâket dolu.
Mânalı gözlerle moral aşılıyorlar;
Feyzi Halıcı, Hüseyin Yurdabak, Abdullah Satoğlu.”
İkinci hâtıram, iki yıl sonraya ait. Kültür Bakanlığı, 15-17 Aralık 2000 tarihleri arasında, Bakan İstemihan Talay öncülüğünde, Ankara’da, Milletlerarası Mevlâna Bilgi Şöleni adıyla bir sempozyum düzenlemiş, ben de ona, “Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinde İnsan” başlıklı tebliğimi sunmuştum. Tabiî ki, Türkiye’nin ve bilhassa Türk Dünyası’nın birçok yerinden gelen ilim ve fikir adamlarımızla iştişârelerimiz olmuştu.
Kültür Bakanlığı, sempozyumun üçüncü günü, “Bilgi Şöleni”ne katılanları, bir otobüsle Konya’ya Hazret-i Mevlâna Dergâhı’na götürmüş ve akşam da Ahmet Özhan’nın semâ gösterisine dâvet etmişti.
Gösteri salonu tıklım tıklım doluydu. Makam sâhiplerinin konuşmalarından sonra, gösteri başlamıştı ki, bu kalabalık ve sıkıcı hava, beni bunaltmış, zâten normal şartlarda yüksek dozlarla önleyebildiğim tansiyonumu yükseltmişti. Yanıbaşımda oturan Abdullah Ağabeye durumu söyleyerek, dışarda bekleyen cankurtarana/ambülansa yürüdüm.
Orada, hemen müdahale ettiler ve bir süre istirahat etmek zorunda kaldım. Bu süre içinde, Abdullah Ağabey, ısrarıma rağmen, beni, normale dönünceye kadar hiç bırakmadı.
Sonraki zamanlarda, yine birçok şiir şöleninde ve toplantıda beraber olduk.
Abdullah Satoğlu’nun 394 sayfalık KAYSERİ! KAYSERİ! kitabı, 2023 yılında, AKÇAĞ BASIM YAYIM PAZARLAMA A.Ş. tarafından basıldı.
İmzalayıp gönderdiği bu kitabındaki bana ‘ithâfı’, o yükü taşıyamayacağım için yazmıyorum.
Hulâsa; KAYSERİ! KAYSERİ!, bir “şehir kitabı”dır.
Şehir kitabı denilince, aklıma ilk önce, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “BEŞ ŞEHİR” adlı kitabı gelir ki, her yazışımda da, onu mutlaka ‘şaheser’ diye târîf ederim. Tanpınar; Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerimizi öylesine ihâta edici edebî üslûpla yazmıştır ki, bu tarz bir üslûp kimseye nasip olmaz. Onda, edebiyat ilmiyle, edebiyat san’atı birleşmiş olarak karşımıza çıkar.
Ondan aldığım lezzetledir ki, şehir kitapları üzerinde hassasiyetle durmaya çalışırım. Meselâ; Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir/Sivas’ı ve Özkan Yalçın’ın Yedinci Şehir/Amasya’sı da çok güzel örneklerdir.
Abdullah Satoğlu’nun “KAYSERİ! KAYSERİ!”si, senelerin verdiği tecrübelerin bir mahsulüdür. Bu eser; sâdece, bir şehrin geçirdiği mâceraları edebî üslûpla ele almış bir kitap değil; daha ziyâde, şehir dokusuyla ilgili derinlemesine bilgileri sunan hârika bir kültür mecmuasıdır.
Muhakkaktır ki, bir şehre, o şehrin siyâset, ilim, fikir ve san’at adamları değer kazandırır. Bizde, hiçbir şehrin kültürünü/mahallî değerlerini/an’anesini, töresini veya örfünü, bir diğer şehrimizden ayırmak, çokça sağlıklı bir tavır değildir. Çünkü; umûmî millî Türk kültür değerleri, bizde, Türkiye’mizin her köşesinde birbirine aynı mesafededir.
Elbette ki, folklorumuz çeşit çeşittir; elbette ki, yemeklerimiz, düğün âdetlerimiz ve daha niceleri türlü türlüdür. Bu zenginlik, bu estetik, bu zarâfet, bu bolluk hangi millette vardı?
Bu bakımdan Satoğlu; Kayseri’nin sâdece bir cephesi üzerinde durmamış; siyâsî, iktisâdî, edebî, kültürel, tarihî ve mîmârî cihetleri üzerinde de teferruatlı sayılabilecek bilgilerle, kucaklayıcı bir eser vücûde getirmiştir.
Yazılacak/kayda alınacak bir şeyi, bugün yazıp kayda al(a)mazsınız, yarın asla alamazsınız!
KAYSERİ! KAYSERİ!; zamanında, zamanı değerlendiren bir eserdir!..
Yazar Satoğlu; “KAYSERİ! KAYSERİ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ” başlığını taşıyan eserini tanıtım yazısının ilk paragraflarında şöyle diyor:
“Bizim, “Doyduğumuz yer değil, doğduğun yer vatandır” tarzında güzel bir atasözümüz vardır…Fakat Yahudi, birçok millî değerlerimizi olduğu gibi, bu güzel ifadeyi de; “Doğduğun yer değil, doyduğun yer vatandır!” şeklinde tahrif ederek, halkımızın inanç ve yurt sevgisini yozlaştırmak istemiştir.
Buna en güzel cevabı, “Türk Millî Destanı-OĞUZLAMA” şâiri Basri Gocul;
“Doyulan yer-diyorlar-aslında vatan”
Vatansız mı sayılır karnı aç yatan?
Yalnız doyanlar mı vatanlıdırlar?
Vatan’ın mânâsı bu kadar mı dar?
Gerçek vatan, soy ile yaşanan yerdir
Ayrılınca, gözden yaş boşanan yerdir!”
Mısralarıyla vermişti.”
Demek ki; ev/ocak/hâne/mesken, köy, mahalle, sokak, cadde, çıkmaz, kasaba, şehir…deyip geçmeyeceğiz!..
O evin bacasının, gaz lâmbasının, ahırının, kağnısının, kuyusunun, sacayağının, çeşmesinin…Veya o şehrin surlarının, köşklerinin, câmilerinin, hanlarının, hamamlarının…saniye saniye, yaşayanlarıyla birlikte sayısız hâtıraları vardır ki, bunların bilinmesi lâzımdır ve şarttır!..
Abdullah Satoğlu; Mevlâna Celâleddîn-î Rûmî’nin ilk hocası Seyyid Burhaneddin hazretlerinden, Nasreddin Hoca’ya; Somuncu Baba’dan Gevher Nesibe Sultan’a; Kadı Burhaneddin’den, Mîmâr Sinan’a, Kadir Has’tan Sakıp Sabancı’ya ...kadar, Kayseri’nin yetiştirdiği çok sayıda şahsiyete yer verdiği eserinde, en çok üzüldüğü hususu da, “Tarihî Eserlerimiz ve Tarih Şuursuzluğu” başlığını taşıyan bölümde vererek şöyle diyor:
“Tarihte en ihtişamlı imparatorlukları kurmuş, yer yüzünün her köşesine, eşsiz sanat âbideleri dikmiş bir milletin ahfadıyız… Fakat o imparatorlukların tanınması, o tarihî eserlerin bilinmesi ve korunması için hiçbir şey yapmadığımız gibi, aksine onların tahribi ve imhası için, iz’ansız ve insafsızca bir kampanya açmışa benziyoruz.” (Bknz. Satoğlu, Sf. 95)
Söz buraya gelmişken, Kayseri’de müşahede ettiğim ve bir makalemde sözünü ettiğim bir hususu da, Satoğlu’nu teyit bakımından arzetmeyi uygun buluyorum. Maalesef, bir-iki sene önce hizmete açılan beşyüz senelik Osmanlı-Türk eseri olan ve Samsun’un Saathâne Meydanı’nda bulunan, TAŞHAN’a “ASANSÖR’ yapılarak bütün tarihi özelliği kaybedilmiştir. Bu; dehşetli bir tarih ve kültür tahribatıdır!..
Kayseri’yle ilgili yazıma gelince: Erciyes Dergisi’nin EKİM 2012 tarihli nüshasının 06-17. Sayfaları arasında yayınlanan “TÜRK DİLİ’NİN VE TÜRK KÜLTÜRÜ’NÜN ‘KİMYÂSI’NA DÂİR” başlıklı makalemde şu hususlara dikkat çekmişim:
“Kültür tahribatının yaşandığı bir başka kıymetimiz ise, târihî ve mîmârî eserlerimize karşı sürdürülen menfi tavırdır. Bir tarafta tıpkı kelimelerde olduğu gibi, “uydurma târih” inşâ edilmeye kalkışılırken, diğer taraftan da târihî eserlerimizin –tâmir adı altında- aslî hüviyetleri zedelenmekte, “öz”leri bozulmaktadır.
Bu husustaki ilk örneğimiz Kayseri’dir. Yukarda bahsettiğim Kayseri ziyâretimde müşâhede ettim ki, târihî eserlerimiz, bekledikleri şefkat, hürmet ve sevgiden oldukça mahrumdurlar. Şüphesiz ki, bu durum, sâdece Kayseri’ye mahsus değildir. Kaldı ki, orada gördüğüm/gezdiğim pek çok târihî eser gayet güzel bir şekilde hizmet vermektedir.
Söz konusu eser Vakıflar’a ait Gevher Nesibe Tıp Merkezi’dir. Burayı, yirmi sene önce-Erciyes Şiir Şöleni münâsebetiyle gittiğim zaman, 1992’de ziyâret etmiş ve arkadaşlar, bana, buranın tamirde olduğunu ifade etmişlerdi. Bu süre içersinde, bu güzîde mekân, birçok değişik hizmette bulunmasına rağmen-maalesef- bu son gördüğüm hâliyle sevinebileceğim görünüşte değildi.
Bu tür eserler, aslına yakın şekilde tanzim edilmelidir. Şâyet, böyle olamaz ise, târihî hüviyetleri zedelenir, bu hüviyete gölge düşer.
Başkalarının/Hıristiyanların/Avrupalıların eserlerinin, resimlerine bakarak “asıl”larını inşâ eden bu Devlet, kendi tarihî eserlerine, nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyor, anlamakta zorluk çekiyorum.
(…) Böyle bir târihî eserin zemini laminent olur mu? Duvarlarında elektrik kabloları dolandırılır mı? Bölmelerine avizeler asılır mı? Kapıları cam mı olur? Yıkandıktan sonra istirahat edilecek olan oda dolaplarını hangi döneme ait olduğu hesap edilmeden düzenleme mi yapılır? Ve; bu odaların zemini niçin laminent döşemedir? Târihî esere böyle mi sâdık kalınır?”
Aynı makalemde, 1249 tarihinde yapılan Hacı Kılıç Dede Camii ve Medresesi’nin içinde on’un üzerinde hoparlör saydığımı da dile getirmiştim.
Diyeceğim o ki, eserin yazarı Abdullah Satoğlu; Devlet’imizin, Vatan’ımızın ve Millet’imizin, başta insan olmak üzere, bütün maddî ve mânevî değerlerini gayet iyi tespit ederek, kendisine mahsus lâtif bir üslûpla, Kayseri şehrimizi lâyıkıyla târîf, tavsif ve tasvir etmiştir.
Yaptığı hizmete ‘takdir’ kelimesiyle mukabelede bulunmamız, az’dır!..
Sağlık, âfiyet ve huzur dileklerimle son sözü, kendisine bırakıyor; Kayseri hakkında yazdığı on kıt’alık “BU ŞEHİR-KAYSERİ” başlıklı şiirinin ilk iki kıt’asını takdimle makaleme son veriyorum:
“Bu şehir bir evliyâlar şehridir
Medfundur bir nice pîr şehirde.
Zamantı, bir sevgi bir aşk nehridir
Görülmez kimse hakir bu şehirde.
Kızılırmak, coşup coşup durulmuş
Erciyes, bir şahtır ufka kurulmuş.
Hamuru nûr mayasıyla yoğrulmuş
Olmaz ne leke, ne kir bu şehirde.”
Elinize sağlık Hocak. Yazılarınızla bizi aydınlatıyorsunuz. Varolun.