Millî kültür; millî hâfıza’dır.
Millî kültür; yazılı kaynakları da olan, müşahhas, görülü, âşikâr, resmedilir, bütün sosyal yaşanmışlıkların tezâhürüdür.
Bilinmelidir ki, kültür, ancak, belli değerlere sâhip topluluklarda bulunur. Belli birikimlerin/müşterekliklerin/ ortak söz ve tavırların/vasıfların, aynı ölçülerde bulunmasalar bile, fertlerden bütün cemiyete akseden ve onda yaşayan hâlleridir.
Bu durum yâni kültür, dar mânada, millî vasıfta müştereklik kazanmış olsa da, farklılıklar gösterebilir. Meselâ; millî sınırlar içinde, Gaziantep, Şanlıurfa yemekleriyle, farazâ T(ı)rabzon, Samsun yemek kültürü arasında farklılıklar bulunması bir yana, ilk iki şehir ile, Mardin veya Diyarbakır yemekleri, ve hatta T(ı)rabzon ve Rize veya Erzurum, Sivas yemekleri, düğünleri arasında bile farklılıklar bulunabilir. Buna, bir şehrin ilçeleri arasındaki farklılıkları da ilâve edebiliriz.
Bütün bunlara baktığımız ve onları tetkik ettiğimiz zaman görürüz ki, sâdece yemek, halk ağzı ve halk oyunları veya düğün bahsinde dahi, yolumuz, bir tarafta, Türkistan’a/Orta Asya’ya, dîğer tarafta da Balkanlara kadar uzanır.
Görülmektedir ki, bir-iki mevzuda bile, ‘millî kültür temelli’ bir îzah mümkündür.
Bu; elbette, sâdece, bize yâni Türk Milleti’ne mahsus değil; her millete mahsustur ve her milletin de, temeli, kendisine mahsus/âit bu kaynaşmalar/müştereklikler üzerine inşâ edilmiş bir ‘millî kültürü’ vardır.
İşte bunun için, Millî kültür, millî hâfızadır’ diyor ve onun içinde ne yok ki diye de ilâve ediyoruz. Yâni; her çeşit uyuşmalar’dan/müspet tavırlardan, çarpıklıklara/uyuşmazlıklara kadar akla gelebilen ve bir mâzîye/geçmişe sahip her şey bunun içinde bulunmaktadır.
Millî hâfıza, âdeta, târihî hâdiseleri, harfiyen kayıt altında bulunduran, geniş muhtevalı bir kitap’tır: İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış bütün hâdiseler, bütün cepheleriyle, bir milletin tarihinden süzülüp gelen öz’dür/maya’dır/cevher’dir.
Zaferler de, mağlûbiyetler de, çöküşler ve şahlanışlar da, bu kültürün içinde bulunur. İbret alınabilir veya gaflete dalınabilir, o başka bir şeydir fakat netice itibariyle, bunlar da, ‘kültüre dâhil’dir.
Muhakkaktır ki, hepsinin önünde/başında/üstünde, lisân yâni ‘dil’ gelir. Bu dil, mahakkaktır ki, güzel Türkçe’dir. Dil’in, milli kültür yapıcılığı/inşâ ediciliği, onu geliştiriciliği ve devam ettiriciliği kadar mühim hiçbir unsur millî kültürü takviye edemez/ettiremez ve yaşatamaz.
Ancak; umûmî insânî tavır müstesnâdır ki, insanların ‘ırkî’ hususiyetlerinin bundaki müessiriyetini, en başta/önde saymamız/kabullenmemiz gerekir. Çünki; bir dil âilesine, bir başka dilden katılmış olan, ister misâfir, ister kalıcı bir kelime olsun, ‘geldiği milletin şahsiyetine/edâsına/kültür değerlerine/hançeresine bürünür ve böylece, onunla yeni bir hüviyet kazanır’.
O hâlde; umûmî insânî vasıf ve her türlü sosyolojik alış-veriş yanında, millî varlığın temelini teşkil eden ‘biyolojik karakteri’ inkâr asla mümkün değildir.
S. Ahmet Arvasî, “İçtimaî Irk veya Milliyet Gerçeği” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “İslâmiyet, “biyolojik ırk” vakıasını kabul ve fakat “ırk üstünlüğü” iddialarını, posa ırkçılığını ve “rasismi”, kesin olarak red eder. Yüce dinimiz İslâm’a göre, insanların üstünlüğü ve şerefi, iskelet yapısı ile, kafatası ile, rengi ile ve kan grubu ile değil, Allah ve Resûlüne olan iman ve hizmeti ile tâyin olunur ki, buna “takvâ” denir. Bu husus yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanır: “Ey insanlar, biz, sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık ve birbiriniz ile tanışasınız diye sizi şubelere (ırklara, kavimlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır.” (Hucurat, 13)
Yine, yüce ve mukaddes Kitabımız, bütün canlılar gibi, “insanlardan da renkleri böyle çeşitli olanların var olduğunu” belirtir ve bu konuda ilim adamlarını “Allah’tan korkmaya” davet eder. (Bkz. Fatır/27-28). Ayrıca yüce ve mukaddes Kitabımız’da “Dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun âyetlerindendir” diye buyurulmaktadır. (Rûm/22)
(…) Sosyologlar, “biyolojik ırk” kavramının yanında bir de “içtimaî ırk”tan söz ederler. Adından da anlaşılacağı üzre “içtimaî ırk” biyolojinin konusu değil, sosyolojinin konusudur. Bu, bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların “soybirliği şuûru”dur. Yahut, ortak bir şuuûr tarzında beliren “mensubiyet duygusunun” soy ve kan birliği biçiminde anlaşılmasıdır.
Gerçekten de biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir kavmin fert ve tabakalarını ruhî ve fizikî bakımdan birbirine yaklaştırır. Aynı coğrafya ve kültürün içinde yaşayan ve aynı kaderi paylaşan insanlar arasında evlenmeler kolaylaşacağından, zaman içinde, aynı milletin çocukları, fizikman da birbirlerine benzemeye başlarlar. Yani, içtimaî, harsî, iktisadî ve siyâsî bütünleşmelerden, sosyolojik bir zaruret olarak, zamanla farklı “içtimaî ırklar” doğar. Böylece, “içtimaî ırk” ile “milliyet şuûru” gittikçe aynîleşir.” (1)
Bundan da anlaşılıyor ki, bir millî kültür teşekkül ederken, çok farklı ve çok çeşitli âmiller, vasıtalar ve vesîleler öne çıkmaktadır.
“Takvâ’ ise, kavmi/milleti/ırkı/nesebi ret değil, kendi sınırlarına çekmek ve ona, kendi sınırları içersinde mücâdele imkânı, serbestisi, inisiyatifi ve hürriyeti tanımaktadır.
Elbette ki, kültürlerin birbirlerine müdâhalesi mümkündür ve tabiîdir. Bu noktada, her kültür, kendisi için müspet gördüğü değerlerini korumak için gayret gösterir ve onları mutlaka himâyesi altına alır.
Demek ki; insanoğlunun “dillerinin/lisanlarının ve renklerinin/benizlerinin” farklı hususiyetlerde ‘yaratılması’ yâni birbirine uymaması gayet tabiî bir şeydir.
Takvâ’ya riâyet etmek, elbette ki, ferdî bir tavır’dır. Ancak, bu durum, sosyolojik olarak, insanların umûmî hâllerine akseden cephesiyle bir müştereklik gösterebilir. Bu müştereklik, kendini ‘millî hâfıza’ yâni, ‘millî kültür’ olarak ortaya koyar.
‘Türk millî kültürü’ dediğimiz zaman, bu, kendisini, diğer kültürlerden ayıran vasıflar bütünü demektir.
Türk kültürü, başta, onun lisânı olan Türkçe, dînî inancı olan İslâmiyet, milletlerin temelini/mâzîsini/menşesini/kökünü ona anlatan millî tarih şuuru ve millî ülküleri olmak üzere dört temel kaynaktan beslenen ve dünyanın hangi coğrafyasında yaşarlarsa yaşasınlar, bütün an’anevî unsurları birbirine benzeyen insanlar aklımıza gelir.
Meselâ, F(ı)ransız milleti, Çin milleti, Alman milleti veya Arap milleti için de, durum aynıdır. Kendi dilleri, dînî inançları, târih şuûrları ve an’anelerinden teşekkül eden topyekûn unsurlar, onların kültürlerini meydana getirir.
Her milletteki millî şuûr yüksekliği, ondaki milliyetçiliği yâni kendi milletini sevmesini gerektirir. Zîra; Peygamber Efendimizin buyurdukları gibi, “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” tâbirleri, buna açıklık getirmektedir.
Mustafa Kemal Paşa, 1920’de, (henüz Atatürk soyadını almamıştı) şöyle der: “Bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riâyet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhâlde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir”.
Gaazi Mustafa Kemal Paşa, 1922’de ise, kendimize/içe dönerek şu telkinde bulunur: “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istikbâline, kendi benliğine, millî an’anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücâdele etmek lüzumu öğretilmelidir.”
Bu beyânlar; Oğuzhan’dan îtibâren gelen akışın son noktasıdır.
İsmâil Hâmi Dânişmend, “Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı” adlı eserinin “Eski Türkün En Muhteşem Cephesi” başlığını taşıyan bölümündeki şu ifadeleri ibret vericidir:
“Milâdın On-ikinci asrında yaşamış olan Antakya Ya’kubî patriki (Süryânî Mîkâil=Michel le Syrien) de meşhur Vakaayi’nâmesinde bu eski Türk meziyetini şöyle anlatır (Chabot’nun Fransızca “Chronique” ismindeki tercemesi, Cilt 3, 1905 Paris tab’ı, S.152)
“Türkler hayatlarını teşkilâtlandırmakta gayet akılı ve mahirdirler”.
Atalarımızın şecâat ve cesâretleri, zekâ ve basiretleriyle teşkilâtçılık kaabiliyetleri gibi dünyaya ün salmış mânevî meziyetlerine mukabil, maddî güzellikleri de bütün Şark milletlerinin tarih ve edebiyat menbâlarında bir çok akisler bırakmıştır: Garp estetiğince eski Yunan tipi ne ise, Şark estetiğince de eski Türk tipi odur. Onun için Avrupa’da her şeyden evvel “Kuvvet” timsâli olan eski Türk, Asya’da her şeyden evvel “Güzellik” timsalidir.
(…) Eski Türkün Garp âlemini asırlarca hayran bırakan mânevî cephe azametini Kur’ân-ı Kerîm’e medyun olduğunda da müttefiktir. Bu hükmün doğruyuğunda hiçbir şüphe yoktur. Ancak, şu hakikati de unutmamalıdır ki, diğer Müslüman milletler o mânevî ve ahlâkî seviyeye o derece yükselememişlerdir. Her hâlde bunun sebebi, tıpkı zekâ, şecâat ve cesaret, teşkilatçılık ve güzellik gibi ırkî kabiliyetler kabilinden bir âmilde aranmalıdır: Çünki eski Çin, Bizans, İran, Süryânî ve Arab menbâlarındaki izahattan anlaşıldığına göre, Türk ırkının İslâmiyetten evvelki devirlerinde de ahlâkî seviyesi diğer milletlerden çok üstündür: Hîlekârlık, ihtikâr, zinâ vesâire gibi yüz kızartıcı hareketlerden münezzeh olduklarında umumiyetle ittifak edilir; meselâ “Süryânî Mîkâîl vakaayi’nâmesi’nin yukarda bahsi geçen cildinin ayni sahifesinde o devirlerden bahsedilirken bu nokta şöyle tavzih edilir:
“Türklerin meziyetleri vardır. Hîlekârlıkla sahtekârlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı-koca ihânetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zinâ ender bir şeydir: Bunun sebebi, Türk kanunlarının ikinci veya üçüncü defa evlenmeyi, yâni teaddüd-i-zevcâtı men’etmemesidir.” (2)
Dil birliği, din birliği, târih birliği, ülkü birliği ve sâir unsurlar, topyekûn millî ülküleri ve geleceğe dâir hedeflerde anlaşma ve birleşme şuûrunu meydana getirir. Bütün bunların toplamı, geçmişten geleceğe, millî kültürle teşekkül eden, müşterek hisleri, düşünceleri ve menfaatleri de sağlamış olur ki, bu da, ‘milliyetçilik’ kavramıyla îzah edilebilir.
Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı eserinin “Millî Tarih Meselesi” başlıklı bölümünde şöyle der:
“Millî tarih şuuru, milliyetçiliğin temelini teşkil ettiği için, ona düşman olanlar da milliyetçilik aleyhtarlarıdır. Bu tavrın tipik misâli Sovyetler Birliği’nde görülebilir. Orada millî varlığın-dil, sanat, edebiyat, vatan ilh.- meydana gelişi mânasında bir tarih anlayışı yasak edilmiş, bunun yerine proleterya’nın sosyal mücadeleleri açısından yeni bir tarih öğretilmiştir. Sosyal tarih tezi’nin esası Sovyet İmparatorluğu’nda yaşayan çeşitli milletlerin bağımsız şahsiyet olarak varlıklarını devam ettirmelerine yarayabilecek ipuçlarını ortadan kaldırmak, bunların yerine bütün Sovyet cemiyetini ortak bir “proleterya” parantezinde toplamaktır.” (3)
Tabiî ki, sâdece Sovyetler Birliği’nde değil, ABD gibi, kozmopolitizmi esas alan devletlerde de, kendilerine mahsus millî ve mânevî değerleri esas alan tavırlar vardır. Bâzılarının ekonomik milliyetçilik diye ifade ettiği, ‘menfaat milliyetçiliği’ diyebileceğimiz ve epey zamandır devam eden iktisâdî sömürgeci milliyetçilik bunun asıl vasfını teşkil eder.
Muhakkaktır ki, hem ekonomik ve hem de kültür sömürgeciliğine karşı tedbirli olmak ve bunun yanında da, kendimizinkileri koruyup geliştirmemiz lâzımdır.
Kültür sömürgeciliği, tarihî seyirde, yavaş hareket eden fakat tesiri en yıkıcı olan bir sömürgecilik türüdür. Türk milletinin yaşadığı coğrafyalar itibariyle düşündüğümüz zaman çok dikkat etmemiz gereken hususların en başında gelenlerden biri olduğu şüphesizdir.
Pek tabiîdir ki, Avrupa devletleri, millî /ırkî vasıfları ve kendilerine mahsus dîni hüviyetleriyle, ister sosyalist, ister sosyal demokrat ve isterse hıristiyan, şu veya bu düşünceli olsunlar, temelde, hepsinde ayrı ayrı milliyetçilik hususiyetleri mevcuttur. Bu durum; F(ı)ransız için de, Alman, İspanyol veya İngiliz için de, aynen geçerlidir. Meselâ, bugün, dünyada, bu saydığım milletlerden başka, Rus, Arap, Yahûdi veya Çin milliyetçilikleri de, ırkçılığa varan seviyelerdedir.
Bunların hemen hepsi, coğrafya itibariyle, bizimle yanyana bulunmaktadır ve hepsi de üzerimize, hem iktisâdî, hem kültürel ve hem de askerî baskı kurmaya çalışmaktadır. Yâni, Türk Millî Kültürü, çok yönlü ‘kıskaç’ altındadır.
Bizdeki ‘milliyetçilik anlayışı’yla, diğerlerininki çok farklıdır: Biz, Milletimizi çok severiz. Fakat; tıpkı, Mustafa Kemal Paşa’nın 1920’de söylediği gibi, “ bizim milliyetçiliğimiz, “hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir”.
Başka milletlerin de, millî hüviyetlerine saygı duyarız. Ancak, bizim millî hüviyetimizi rencide edici bir müdahâle olunca da, hiç tereddütsüz karşılık veririz.
Netîce olarak diyebiliriz ki; ırkî hasletler-cesâret, cömertlik, dürüstlük, misâfirperverik, yardımseverlik veya bunların zıtları- ile, göçler, evlenmeler, sel, deprem, yangın gibi büyük felâketler, iklim şartları ve coğrafî âmiller gibi sosyolojik şartların da dâhil olabileceği bir kültürel hüviyet, sözünü ettiğimiz milliyetçiliğin her kavme/millete dâir esasını teşkil eder.
Türk hâfızası; târih boyunca, bünyesine ilâve ettiği ‘müspet kültür ve medeniyet değerleri’yle, gittikçe genişleyen bir ummâna dönüşmüştür.
Bu Türk hâfızası; başlangıcından îtibâren, özünü/mayasını/cevherini muhafaza etmiş, yaşatmış ve geliştirmiştir.
Böylece; millî, insânî, mânevî ve ahlâkî değerleri esas alarak; ekonomik milliyetçilikten vazgeçmeden, Türk Dünyâsı’nı çepeçevre kucaklayıp şahlandıracak bir hamleyle, ilimde, san’atta ve siyâsette öncü olmayı hedefleyen/ülkü edinen bir Türk Milliyetçiliği’ne kavuşmamız elzemdir.
Temennim; zarâfeti ve estetiği yüksek bir millî târih şuûruyla, üstün ahlâkî vasıflarıyla, bütün Türk Dünyâsı, ilim, san’at ve siyâset sahalarında, herkese öncülük edebilecek merhaleye ulaşacaktır!..
DİPNOTLARI
1. S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 97-98
2. İsmâil Hâmi Dânişmend, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, İstanbul Kitabevi Yayınları, İstanbul 1982, S. 8-12
3. Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmeleri ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat A. Ş., İstanbul 1975, Sf. 76