Osmanlı-Türk Cihân Devleti’nin ‘çöküş dönemi edebiyatı’nın bu kadar güçlü ve temeli sağlam oluşunun sebebini bir türlü anlamış değilim.
Son yetmiş senesini, iç çekişmeler, dış emperyal güçlerin saldırıları ve “Hasta Adam” yaftasıyla ‘çöküş’e direnmeyle geçiren koca bir imparatorluk, bu kadar muhteşem edebiyata nasıl sâhip oldu, hayret ederim.
Bunlardan; Mehmet Âkif Ersoy, Yahya Kemal, Beyatlı, Ali Fuat Başgil, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ziya Osman Saba, Halide Edip, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Necip Fâzıl Kısakürek, Ârif Nihat Asya, Mehmet Emin Yurdakul, Süleyman Nazif, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Orhan Şâik Gökyay ve Peyami Safa…gibi pek çok şâir, edib ve fikir adamını sayabiliriz.
Osmanlı-Türk Cihân Devleti’nin ifade etmeye çalıştığım ve Cumhuriyet’e kadar devam eden bu yetmiş senelik döneminde öyle şâir ve ediblerimiz olmuştur ki, hiçbirini bir dünya meşhurundan geride tutamazsınız.
Tabiî ki, asıl maksadım, Peyami Safa’nın “Doğu Batı Sentezi” adlı eserini esas alarak umûmî bir değerlendirme yapmaktır.
Önce; 1899 tarihinde yânî sözünü ettiğim bu dönemde doğan, altmışiki senelik ömrüne çok şey sığdıran ve Türk fikir ve sanat hayatının, Osmanlı’dan intikal eden en önemli mihenk taşlarından biri olan Peyami Safa hakkında kısa bir bilgi vermek ve bâzı önemli kanaat sahiplerinin görüşlerini nakletmek isterim:
Prof. Dr. Ayhan Songar, O’nun hakkında, "Peyami Safa'yı Tanımayan Nesil" başlıklı makalesinde şu bilgileri verir:
"Peyami Safa, şâir İsmail Safa'nın oğludur. Onun için Yahya Kemal, "İsmail Safa'ın en güzel eseri" demişti. Babası Sivas'ta sürgünde öldü. 9 yaşında yakalandığı kemik veremi sebebiyle çocukluk ve gençlik yıllarının büyük bir kısmını hastahânelerde geçirdi. Bu sebeple de düzenli bir öğrenim göremedi, yanılmıyorsam sadece ortaokul mezunu idi Peyami Bey...Ama kendisini büyük bir hırsla yetiştirdi ki sağlam bir Fransızcası ve erişilmez bir kültür seviyesi vardı. Kendisiyle ilk tanışmamız hasta olan refikalarını muayeneye gitmem vesilesiyle olmuştu. Daha birkaç cümle konuşmadan karşımda benim mesleğimi en az benim kadar bilen bir insan bulunduğunu hayretle gördüm. 9 yaşında ağır bir hastalık, 13 yaşında başlayan hayat kavgası ve daha 15 yaşında iken öğretmenlik yapması ve hüsranla biten bir aşk macerâsı...Daima "bir facia beklemek vehmi" içinde yaşanan bir ömür...O; " benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu " diyordu. Meşhur 9'uncu Hariciye Koğuşu eseri hastahânede geçirdiği yılların hikâyesidir. Server Bedi imzası ile kaleme aldığı Cingöz Recai romanları ise ayrı bir fasıl teşkil eder. O romanlarda da gene dehâ mertebesindeki o büyük zekâyı ince bir nükte tülüne bürünmüş olarak görürüz." (1)
Yânî; “Peyami Safa, kendisine has üslûbuyla, millî değerleri, gelecek nesillere sezdirmenin, tanıtmanın, düşündürmenin ve tatbik ettirmenin çırpınışı içinde bulunan hakikî bir münevver numûnesidir.
Kendi kendisini yetiştirmek ve ölene kadar "hep kendi kalabilmek" , kolay mes'ele değildir. O; dâima "kendi olarak kalan"dır.
Yazılarında; edebiyattan sosyolojiye, târihten felsefeye, tıptan resim ve mîmârîye kadar hemen hemen her sahada geniş görüş sahibiydi.
Romanlarında, fikir kitaplarında ve makalelerinde dâima millî hassasiyet içersinde bulunmuş, bütün tahlillerini "bize göre inşâ" üzerine kurmuştur.” (2)
O’nun hakkında, belki de en şümûllü açıklamayı, vefatından sonra Necip Fâzıl Kısakürek yapmıştır: “Kafası vardı. Kültür vardı. Cümlesi vardı. Üslûbu vardı. İç dünyası vardı. Hafakanları vardı. Çilesi vardı. Metafizik arayıcılığı vardı. İmanı vardı. Şüpheleri vardı. Nefs murakabeleri vardı. Estetiği vardı. Diyalektiği vardı. Cesâreti vardı.
Hâsılı bir fikir ve sanat adamına gereken vasıflardan birçok payı vardı.
Onun yokluğunu, ölüm tarihi olan bugün, bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz. “ (3)
Ergun Göze, “Peyami Safa’nın Mirası” başlıklı yazısında şöyle der: “Peyami Safa, Türk Düşüncesi’nin kilit taşlarından birisidir. Komünistler bunu kendi kafalarına ve marksistliklerine inmiş bir taş gibi görür, acısını hâlâ içlerinde duyarlar. Çünkü çok hür düşünceli bir insan olan Peyami Bey, daha 1935’de Nâzım Hikmet’in vicdanı hür bir şair olmadığını, komünist partisinin uşağı olduğunu görmüş ve kamuoyuna göstermişti. Ama komünistler hep Nâzım’ın Peyami’yi hicveden şiirini ortaya sürerler ve Peyami Bey’in şiirle verdiği cevabı görmezden, duymazdan gelirler. O, şiirinde Peyami Bey “…Komitem taktikalı dolmaları yutturamazsın, sen artık buralarda dikiş tutturamazsın” diye âdeta kehânette bulunmuştu. Hem de 1935’de.
Nitekim, Nâzım hapisten çıkar çıkmaz kapağı Sovyet Rusya’ya atmıştır.” (4)
Mehmet Niyazi Özdemir, mevzumuza da esas teşkil edecek “Doğu-Batı Sentezi” başlıklı yazısında şu bilgiyi verir:
“Peyami Safa, sâdece bir edebiyatçı değildi. Mükemmel bildiği Fransızcası ile dünya fikir hayatını çok yakından takip etmişti. Avrupa’nın düştüğü ilmî buhranlara düşmememiz için uyarılarda bulunmuştur. Bu konu ile ilgili olarak ‘Türk İnkılâbına Bakışlar’ adlı eserinde şöyle bir tespiti bulunmaktadır:
“Türk düşüncesinin mukabilinde Avrupa’nın ilmi görüşünü dogmatizme kadar vardırmak için bir yandan Avrupalılaşırken, bir yandan da bir tarih ve iklim nimeti olan şarklıya has kuvvetli seziş hassamızı iptidai mistik halinde yeni terkiplere doğru tekâmül ettirmeliyiz.”
Peyami Safa’nın fikir dünyasını ortaya koyan ‘Türk Düşüncesi’ dergisinde, bilhassa genç nesillere önemli bir mesajı vardı:
“Türk devrimini Frenk maymunluğuna bir atlayış gibi görünmekten kurtaracak sentezin bütün canlı unsurlarını bugünkü Batı’nın en büyük bilgin, filozof ve edebiyatçılarının eserlerinde açıkça ifade edilen hâkim düşünce akımında olduğu kadar, kendi ruhumuzu dokuyan millî ve dinî geleneklerimizi de bulabiliriz.”
Doğu-Batı Medeniyetine dâir önemli bulduğu yazılarını “Doğu-Batı Sentezi” adlı kitabında toplamıştır. Şurası bir gerçektir ki, hem Doğu hem de Batı medeniyeti hakkında kafa yoran tek fikir adamımız Peyami Safa’dır. Batı medeniyetinde olan gelişmelerin, biz Doğulu milleti rahat bırakmayacağına dâir bu konuda Peyami Safa idrâk sahibiydi. Çünkü onlarda vicdan olmadığını gayet iyi biliyordu. Sömürge hayat telakkisi haline gelmişti. Doğu-Batı sentezinin gerekliliğini savunan Peyami Safa, bu konuda şu yaklaşımı savunmuştur:
‘Aramızda müfritler müstesna, hepimiz hem Doğulu hem de Batılıyız. Doğu-Batı Sentezi bizim yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı kaderimizdir. Doğu ile Batı arasındaki mücadele her insanın kendi nefsi ile mücadelesine benzer. Bunların sentezi insanın var olmak için muhtaç olduğu vahdetin ifadesidir. İnsan bütünlüğünü ve tamlığını ancak bu sentezde bulabilir.”
Batı medeniyeti bir dağ gibi insanlığın üzerine çökmüştü. Bunu iyi analiz etmek lâzımdı; kendimizi inkâr etmeden bu medeniyete aşina olmamız gerekiyordu. Ayrıca devlet adamlarımız, yurdumuzun kapılarını Batılılaşmaya açmışlardı. Bunun ne getirip, ne götüreceği iyi bilinmeliydi.
Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbına Bakışlar” adlı eserine hiçbir aydınımız yeterince kafa yormamıştır. Kitabın önsözünde Peyami Safa şöyle söylemektedir:
“Şark-Doğu ve Garp-Batı tabirlerini eşelemeye, İslâm-Hıristiyan ananeleri ve kültürleri arasındaki ayrılıkları ve beraberliklerini tayin etmeye iki âlem arasında sıkışan öz Türk düşüncesinin garp kültürünü benimseyebilmesi için taşıdığı büyük tarihi istidatları seçmeye başlamak zamanı gelmiş midir?” (5)
Öyleyse, önce, biraz daha derinlemesine Doğu-Batı münâsebetini düşünelim. Bizim için Batı, Avrupa’ydı. Bir coğrafyaydı, bir toprak parçasıydı. Biz oraya, Avrupa olarak girdik. Muncuk-Attilâ ile, Avrupalı mücâdelesi, o coğrafyanın altını üstüne getirdi. Netice itibariyle, Attilâ, Roma saraylarında büyüdü. Büyüdü ammâ hep babasının intikamıyla büyüdü!..
Attilâ ile Avrupa’nın meselesi, ne dinî, ne askerî, ne de iktisadîydi, tamamen kavmiydi. Yâni; Türk-Avrupa çatışmasıydı. Avrupalı, bunu, böyle biliyordu ve hâlen de böyle biliyor!..
Öyleyse; Batı’yla ilk temasımıza göz atmak zorundayız ki, bu temas, binbeşyüz yıl önce başlamıştı.
O hâlde; “Bu bahse girmeden önce, ‘binbeş yüz yıllık kin’in ne olduğunu söylemek lâzımdır. Bin beş yüz yıllık kin, Avrupalı’nın yâni Batılılar’ın hâlâ unutamadığı/hatırlarından hiç çıkarmadığı/çıkaramadığı ilk Türk harçeridir ki, netîce îtibâriye Attilâ, maalesef, Papaz 3. Leo’nun, kendisinin önünde diz çöküp yalvarmasına dayanamayıp, babası Muncuk Han’ın kaatillerine merhamet göstererek onları affetmesiyle nihâyetlenmiş görünen hâdisenin başlangıcıdır. Bu, ne demektir?
Atillâ, babası Muncuk Han’a yapılan ihânetin bedelini ödedecekken, yalvarmaya dayanamamış, affetmiştir. Buna rağmen, Avrupalı kini hâlâ devam etmektedir.
Avrupalılar, Atillâ’yı, hiçbir zaman hazmedememiş ve dâimâ, Türklere karşı intikam peşinde koşmuşlardır. Ne acıdır ki, Attilâ, bütün yiğitliği ve tecrübesine rağmen, bunu, canıyla ödemiş ve evlendiği gece zehirlenerek öldürülmüştür. Hulâsa olarak; Avrupalı kini, bu kindir!..Hem baba Muncuk’u ve hem de oğul Atillâ’yı öldürmelerine rağmen doymamışlar, kanmamışlardır” (6)
Şüphesiz ki, Batı, tek bir kavim değildir. Farklı mezheplerden de olsalar, hepsi hıristiyandır. Fakat, başlangıçta, bizimle olan münâsebetlerinde dînî hiçbir sebep görünmemektedir.
Türk-Batı münasebetlerindeki çatışmalı noktalara ışık tutması bakımından Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı eserinden bir bölüm nakletmemiz gerekecektir ki, O da, bu bilgiyi bir başkasından nakletmiştir:
“Oğuz Han, hâkimiyetini ilâhî bir menşeden almış; Uygur hanları semavî bir nurdan doğmuş bulunuyordu. Asya ve Avrupa Hunlarının da Tanrının cihân hâkimiyetini kendilerine verdiğine inandıklarını yukarıda izah etmiştik. Milâttan önceki asırlardan beri Hunlar kendilerini düşmanları Çinlilere karşı üstün görüyorlar; mektuplarına ; “Semânın tahta çıkardığı Büyük Tan-yu” formulü ile başlıyorlardı. Avrupa Hunları da Atillâ’yı ilâhî menşeden gelmiş biliyor; dünya hâkimiyetinin kendilerine verildiğine ve Tanrının askeri olduğuna inanıyorlardı. Nitekim Avrupalılar da onları “Allah’ın kamçısı” kabul ediyordu. (De Guignes, I, s.218; Attila ve Hunları, s, 111-112, 149,152.155.)(7)
S. Ahmet Arvasî, “Türklük ve İslâmiyet” başlıklı makalesinde, Türkler’in, tarih boyunca, hiçbir zaman putperest olmadıklarını belirterek şöyle der:
“Türk, dünyanın ve tarihin en eski kavimlerinden biridir. Çeşitli tarihî belgelerden öğreniyoruz ki, bu kavim, aynı zamanda tarihin kaydettiği en medenî ve dinamik “içtimaî ırklarından” biridir. Öte yandan, bu kavmin dikkati çeken bir yönü de diğer kavimler gibi “putperest” olmayışıdır. Yâni Türklerin yontulmuş ve müşahhas tanrıları yoktur.
Türkler, bütün tarihleri boyunca, hep “dosdoğru” olan dini aramışlar, Musevîlik, İsevilik başta olmak üzere çeşitli dinlere girip çıkmışlardır. Türklerin eski dinleri olan “Gök-Tanrı” dininde de “Tanrı tek”tir ve asla müşahhas bir varlık değildir, fezâları ve semâları istilâ eden bir yüce varlıktır.” (8)
Bu değerlendirmelere göre, Türk inancıyla, hıristiyan Avrupa’nın inanç sistemi uyuşmasa da, Türklük unsuru, düşmanlığın görünürdeki esas sebebidir. Tarih boyunca devam eden Türk-Batı çekişmesi/çatışması/kavgası da bunun ispatıdır.
“Unutmamak gerekir ki, batı âleminin gözünde Türkiye, İslâm devletleri arasında sıradan bir devlet değildir. Mazide oynadığı rol ve bugünkü jeopolitik durumu, Avrupalı’nın ona apayrı bir gözle bakmasına sebep olmaktadır. Çünki, Avrupalı, asırlarca “İslâm adına” “İslâm için” hareket eden Türk’ü karşısında görmüş, âdetâ o, rüyâlarına girmiştir. Bu sebeple, batıda İslâm-Türk kelimeleri yüzyıllardır, çok yerde, aynı anlamda kullanılmış, Türk denince İslâm, İslâm denince Türk anaşılır olmuştur. Bugün bile Yugoslavya’da İslâm’I yeni kabule den bir kimse için “Müslüman oldu” yerine “Türk oldu” denilmektedir. “ (9)
O hâlde; dünkü/mâzîdeki Batı ile, bugünkü Doğu kavramlarını iyi tahlil etmeliyiz. Türk-Batı münâsebetlerinde, Haçlı Seferleri’ni başlangıç kabul etmek de, asla doğru bir teşhis değildir. Bu safha, işin ikinci safhasıdır.
Zîra; “Avrupalılar’ı bir haçlı seferine ilk defa davet eden 1002 de Papa II. Sylvester’dir”. ( 10)
Demek ki, tarih boyunca devam eden Doğu-Batı kavgası, zamanla, sâdece toprak elde etme gibi bir maksat taşımıyor; işin içine, iktisadî ve kültürel sebepler giriyor ve doğrudan doğruya Türk-Batı kavgası hâlini alıyordu. Hâliyle; dînî, ahlâkî, kültürel, lisânî, askerî ve istisâdî hâkimiyet sağlama faaliyetleri baskın unsurlar olarak ortaya çıkıyordu.
Peyami Safa’nın sözünü ettiği bu“sentez”, muhakkak ki, ‘mutabık’ olunabilen, ‘din-dil ve tarih’ sentezi değildir/olamaz. Sosyolojik bakımdan, bu durum, zâten mümkün değildir.
Çünkü; Peyami Safa, Doğu-Batı Sentezi adlı eserinin ÖNSÖZ’ünde, bunu, şöyle hulâsa ediyor:
"Cumhuriyetin ilânından sonra, 1933'den beri, Türkiye'ye Doğu-Batı meselesini konferanslarla ve makale serileriyle ilk defa getiren benim.
Avrupa fikir adamları arasında Doğuya dönüşün tek selâmet yolu olduğu ileri sürülürken, biz bundan habersiz, Batıya yönelmiş bulunuyorduk." (11)
“Önsöz'deki bu iki cümle bile, bugünümüzü ışıklandırmaya yeterli değil midir? Bir milletin kendi sosyal şartlarının, kendi p(i)sikolojisinin, târihinin ve kültürünün gerektirdiği "mutabakat şartlarını" kendi irâdesiyle gerçekleştirmesi kadar tabiî ne olabilir? Kendi düşündüğünü yapan insanların, başkalarının düşündüğünü yapanlardan elbette ki çok farkı vardır. Zîrâ, biri "hâkim"; diğeri ise, "mahkûm" karakterlidir.” (12)
Peyami Safa, sözlerine şöyle devam ediyor: “Almanya’da Spengler, Batının inhitatını (çöküşünü-gerilemesini)haber veren meşhur eserinden sonra doğan tartışmalar üzerine Fransa’da, İngiltere’de ve İtalya’da birçok kitaplar ve anketler çıktı. Türk aydınlarının ve halk efkârının bunlardan haberi yoktu. Meselenin Türkiye’de ilk ithalâtçısı bendim. 1933’le 1938 arasında, Kültür Haftası mecmuamda davayı ortaya koyduktan sonra, mahdut birkaç ilim adamının alâkasından başka meseleye yaklaşan hiç kimse çıkmadı. Türk İnkılâbına Bakışlar adlı kitabımda meseleye daha derinliğine girmeye çalıştım.
Guglielmo Ferrero’nun “Entre le Passe et L’Avenir” adlı eserinin 147’inci sayfasında “Doğu ve Batı” başlıklı faslında şu soru ile meseleye giriliyor (1924):
“Bir kere daha selâmet yolunu Doğudaki büyük fikir perişanlığında mı arayacağız? İlmine, servetine ve kuvvetine bu kadar mağrur Batı, mütevazı bir çömez gibi asırlardan beri kendisinden düşünmeyi ve hareket etmeyi öğrendiği eski okulu Doğuda mı arayacak?” (13)
Muhakkaktır ki, ‘doğu’ ve ‘batı’ kavramları, belli mekânlarla ve belli kültür ve medeniyet sınırlandırılmalarıyla târif edilemez. Doğu; (Avrupa(ya göre), Türkiye’den Türkistan’a, Hindistan’a , Çin’e ve Moğolistan’a, Japonya’ya kadar ulaşır.
Peki; Batı neresi? Sâdece Avrupa kıt’ası mı? Ve neye, kime göre?
Kültür ve medeniyet bahsinde düşünülürse, Japonya’nın, Çin’in ve Rusya’nın vaziyeti nedir?
Amerika ve Kanada, belki biraz Avrupa’dır. Aslında, Avrupa hâriç, hepsi ‘kendisi’dir. Hem birbirleriyle ‘mücâdele’ ve hem de ‘her türlü iç alış-veriş’ devam etmektedir: İlim, sanat, teknoloji, iktisat, ziraat, ticâret…hepsi bunun içersinde bulunur.
Bunların yanında; hepsinde, dînî ve kavmî uyuşmazlıklar/ ayrımcılıklar da, bütün teferruatıyla ortaya çıkıyor.
Kaldı ki, Rus ve Çin kızıl komünizmi ve emperyalizmi, Amerika ve Avrupa kapitalist faşizmi ve emperyalizmi , aynı hedeflere yönelik olarak ve aynı hızla, asırlardan beri ne din tanıdı, ne dil ve ne de iktisat!..
Peki; Mısır, Suudi Arabistan, Afrika , Güney Amerika, Avustralya nerededir ve biz, sâdece, Doğu ile Batı’yı tartışıyoruz?!
Meseleyi umûmî olarak ele aldığımızda: zaman zaman topyekûn Doğu’nun, ve zaman zaman da topyekûn Batı’nın baskın ilmî, ticârî, felsefî, edebî, askerî ve zirâî sahalardaki yâni ilim ve sanat faaliyetlerindeki gelişmişliklerini görürüz.
Öyleyse; birbirlerine nazaran üstünlüklerini veya geriliklerini ortadan kaldıracak ve Doğu-Batı arasındaki buzları eritecek bir “senteze” , bir ‘mutabakata’ ihtiyaç vardır. Teklif, aşağı yukarı budur!..Peki, bu, mümkün müdür? Bilinmez! Zîra; ‘çatışmalı hâl’ eskisinden daha vahim bir şekilde devam etmektedir.
Zamanımız, ilim/bilgi çağıdır. Gerçi, her ‘zaman’, kendi şartlarına göre ‘bilgi çağı’ olmuştur.
Peyami Safa; çeşitli ana başlıklarıyla ele aldığı 232 sayfalık eserinin “Hasta Adam” ve Reçeteleri” başlıklı bölümünde şu muhakemeyi yapar:
“Avrupa Türkiye’ye “Hasta Adam” adını ne zaman koydu ve bu sıfat bütün Batı dünyasını nasıl sardı, bilmiyorum. Yalnız, Balkan Harbi’nde Pierre Loti “Can çekişen Türkiye” adındaki kitabını yazdığı zaman, Türkiye’nin hasta adamlığı yeni değildi ve bütün Avrupa yazarlarının dilinde idi.
İstiklâl mücâdelesinde silkinip ayağa kalkan fakat bugüne kadar tam sağlığa henüz kavuşamayan bu hasta adamın dosyası gözden geçirilirse, yapılan başlıca tedavi denemelerinin arşivinde şu reçetelere rastlanır:
Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat reçetesi),
Birinci Kanun-u Esasî (Mithat Paşa reçetesi),
İkinci Meşrutiyet reçetesi,
Yüzde tüz Avrupalılaşma hareketi (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),
İslâmlaşma hareketi (Sebilürreşat reçetesi),
Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),
Üç cereyan telifi (Ziya Gökalp ve Yeni Mecmua reçetesi),
İçtimaî ilim, âdemi merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsî (Sultan oğlu Sabahattin reçetesi),
Terakkiperverler reçetesi,
Cumhuriyet (Atatürk reçetesi)
Serbest Fırka reçetesi,
Altı Ok reçetesi,
Demokrasi hareketi (DP. Reçetesi),
27 Mayıs hareketi (Millî Birlik reçetesi).” ((14)
Peyami Safa; bugüne kadar (Eserin ilk baskı tarihi: 1963’dür) uygulanan bütün “reçetelerin”, kâh birbirine muarız olduğunu, bâzen de onların devamı olduğun belirterek, sağlıklı bir zemine oturtulamadığını beyan eder.
“Doğu-Batı Birleşiği” başlıklı bölümde ise, çâreyi ve yürünmesi gereken yolu göstererek şöyle der:
“Türkiye’de, Doğu ve Batı medeniyetleri arasında bir terkip (sentez) arayan benim gibiler, tarih ve coğrafya arasındaki sıkı münasebetten doğan bir zarurete tercüman olmaktadırlar. Asya ile Avrupa ve Doğu ile Batı medeniyetleri arasında yaşamış bir Türkiye’nin coğrafya ve tarih kaderi böyle bir sentezi kaçınılmaz bir hâl, bir zaruret hâline sokmuştur.
(…)Japonya bunu yapmıştır. Hindistan da –Nehru’nun birçok defalar ifade ettiği gibi- bu sentezi gerçekleştirme yolundadır.
Atatürk de Batı medeniyetiyle Sümer’de başlayan Orta Asya Türk medeniyeti arasında bir terkibe doğru gitmiştir.
(…) Türk medeniyetinin en uzun ve canlı ve verimli devresi İslâm medeniyetini vücuda getiren milletler içinde yer aldığı bin senelik tarih devresidir. Türk ve İslâm-Türk medeniyet tarihlerini bir kovaya doldurup denize döktükten sonra, bu kovayı Batı medeniyetiyle doldurmak imkânı yoktur. Tarih değişmez.
Kaldı ki, hiçbir medeniyet saf değildir. Hepsi birer sentezdir. Bugünkü Avrupa medeniyeti Grek ve Lâtin medeniyetinin terkibidir (Greko-Lâtin medeniyeti). Orta çağ İslâm medeniyeti Akdeniz ve Arap medeniyetlerinin bir terkibidir.
(…)Hiçbir medeniyet, ona yabancı bir medeniyete, o memleketin tarihine selâm vermeden, damdan düşercesine girmemiştir, ve giremez.” (15)
Peyami Safa’nın çizdiği bu umumî panorama, tarihte yaşadığımız hâdiselerin maddelere dökülmüş hâlidir. Bütün bu gelişme ve çatışmalara rağmen, Peyami Safa, müşterek tavır gösteremeyişimizden üzgün ve mustariptir.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan, hemen hemen aynı mevzuya ışık tutarak şöyle der:
“Şu hâlde biz, Garplılaşmadan, bir millet veya cemiyetin kendi örf ve âdetleri, ananeleri içinde ziraî, iktisâdî, sınaî, siyasî, maarif, sanat ve sair içtimaî faaliyet ve sahaları ihtiva eden umumî bir kültür inkişafını kastediyoruz ki bu da, Garptan her şeyden evvel ilim ve teknikle ilmî zihniyeti almakla tahakkuk edebilecektir. “”(16)
Meseleyi, Necip Fâzıl’ın işâret fişeğiyle noktalayalım:
“Tarihî kaderi gereğince bin seneye yakın bir zaman boyu İslâmın kılıcını temsil eden Türkte her şey bozulunca ondan kopma parçalarda da bozulacağı ve her biri maketlik bir kopyanın eseri olan Batı kölesi güdücüler elinde şimdiki hâle geleceği (sosyolojik) bir kanun icabıydı; ve hâkim millet Türkte başlayan bir bozuluşun bütün cüzlere sirayet edeceği hikmetine en keskin misal olmak bedâhetini canlandırıyordu.
Tâ ki, bu parçalar içinde birinin, dâva ağacını, kökünden ele alarak, gövdesine, dallarına, yapraklarına ve yemişlerine kadar kuşatıcı taptaze bir anlayış ve hamle kutbu zuhur etsin ve bu hazin sirayet ve cereyana “dur!” diyebilsin!..Böyle bir kahraman da malûm şartlar dairesinde parça topluluk ve devletten çıkamaz, beklenemezdi.
Bu hâlden alınacak ders şudur ki, böyle zuhur ancak Türkten beklenebilir, Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.” (17)
Târihi iyi okumak lâzımdır:
*Türk-Çin kavgası,
* Türk-Batı kavgası,
*Türk-Rus kavgası,
*Türk Amerika kavgası…
* Ve tabiî ki, bunların müşterek yardakçıları/uşakları/taşeronları, aynı hızla, aynı hırsla ve aynı kinle, bu kavganın içinde yer alıyorlar!..
Demek ki; ne bu, ne şu, ne de öteki!..
Her şey; tohumu, kökü, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyvalarıyla kendine dönüşten ibârettir!..
KAYNAKLAR
Prof. Dr. Ayhan Songar, Peyami Safa’yı Tanımayan Nesil, Türkiye Gazetesi, 25 Ağustos 1994, Sf. 3
M. Halistin Kukul, Nesrimizin Altın Kalemi, Olay Gazetesi, 15 Haziran 2010, Sf. 12; Bizim Ece Dergisi, Mart-Nisan-Mayıs 2014, Sf. 22-23; wwwkapsamhaber.com-12 Haziran 2017-11.04
Necip Fâzıl Kısakürek, Peyami Safa, Yeni İstanbul Gazetesi, 15 Haziran 1965
Ergun Göze, Peyami Safa’nın Mirası, Halk’a ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 03 Kasım 2004, Sf. 3
Mehmet Niyazi Özdemir, Doğu-Batı Sentezi, Yeni Şafak Gazetesi, 30. 07.2017
M. Halistin Kukul, Binbeşyüz Yıllık Kin-Bin Yıllık Hesaplaşma-İkiyüz Yıllık İhânet, wwkapsamhaber.com-16.11.2018-15.32; Aydın Efesi Dergisi, Sayı:48, Ocak-Şubat 2019, Sf. 3-5
Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Yayınevi, 23. Baskı, İstanbul 2014, Sf. 116
S. Ahmet Arvasî, Türklük ve İslâmiyet, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 101
Yakup Üstün, Türkiye’yi Parçalama Planları, Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları, Ankara 201+3, Sf. 18
A.,g.,e., Sf. 45
Peyami Safa, Doğu Batı Sentezi, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1976, Sf. 9
Kukul, a.,g., Makale
Peyami Safa, a., g., e., Sf. 9
Peyami Safa, a.,g.,e., Sf. 89-90
Peyami Safa, a.,g.,e., Sf. 209-210
Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Yağmur Yayınevi, İstanbul, 1972, Sf. 68
Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, b.d. yayını, İstanbul 1976, Sf. 421
EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 34, BAHAR/ 2023