“Eskiden beri, ilim ve fikir adamları, “ yaratılmışlar âlemini”, âdeta hiyerarşik bir sistem içinde, tasnif etmişlerdir. Onlara göre, dünyamızda bulunan varlıkları, “ cemadât”, “nebatât”, “ hayvanat” ve “beşeriyet” diye üstüste duran basamaklar hâlinde etüd etmek mümkündür. Yâni, mineraller ve cansızlar, en altta, onun üstünde bitkiler, onların üstünde bütün türleri ile hayvanlar ve en üstte de insanlar...”
“Ahlâk, psikolojik, sosyolojik ve metafizik bir problem olarak sadece insan için vardır.”
“Bize göre “ kültür”, “ dış tabiatın” ve “ bizzat insan tabiatının” insan eli ile işlenerek değiştirilmesi, “ medeniyet” ise, böylece elde edilen “ kültür malzemesinin” hassas ölçüler ve teknikler ile inceltilmesi, yüceltilmesi, muasırlaştırılması ve orijinal bir terkibe ulaştırılmasıdır.”
Tarih, bir milleti “ geçmişte”, kültür bir milleti “hâlde” ve ülkü, bir milleti “ gelecekte” birleştirir.”
Milletlerarası “kültür alışverişleri” elbette gereklidir ve faydalıdır. Müşahedeler göstermiştir ki, böyle bir “alışveriş”ten ve “temas”tan mahrum kalan cemiyetler gelişememektedirler. Milletler, elbette, birbirlerinin tecrübelerinden yararlanacaklardır. Bunu önlemek doğru değildir.
Ancak bu, çok hassas bir konudur. Çünkü, bu “alışverişlerin” ve “temasların” gerekli dikkat gösterilmediği takdirde, “ kültür emperyalizmine” dönüştüğü de bilinmektedir.
Nedir “ kültür emperyalizmi”? Bu, bir milletin, çeşitli sebeplere bağlı olarak, kendi kültür ve medeniyet değerlerine “ yabancılaşması”, kendi kültür ve medeniyet değerlerinden “ utanması”, kendi kültür ve medeniyet değerlerini “ hor ve hakir görmesi”, yabancı “ kültür ve medeniyet değerlerine” hayranlık duyarak kapılanması demektir.”
“ Türk, dünyanın ve tarihin en eski kavimlerinden biridir. Çeşitli tarihî belgelerden öğreniyoruz ki, bu kavim, aynı zamanda tarihin kaydettiği en medenî ve dinamik “ içtimâî ırklardan” biridir. Öte yandan, bu kavmin dikkatli çeken bir yönü de diğer kavimler gibi “ putperest” olmayışıdır. Yâni, Türklerin yontulmuş ve müşahhas tanrıları yoktur.
Türkler, bütün tarihleri boyunca, hep “ dosdoğru” olan dini aramışlar, Musevîlik, İsevîlik başta olmak üzere çeşitli dinlere girip çıkmışlardır. Türklerin eski dinleri olan “ Gök-Tanrı” dininde de “ Tanrı Tek”tir ve asla müşahhas bir varlık değildir, fezâları ve semâları istilâ eden bir yüce varlıktır. Kaldı ki, bu dinde, Cennet( Uçmak), Cehennem (Tamu), İblis (Yalbız), Melek( Erçin), Âhiret( Öte dünya), Peygamber( Yalvaç),...inançları vardır.”
“ İslâm Terbiye Sistemi’nde, “ ilk” ve “ en güzel” örnek, bizzat Şanlı ve Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’dir.( O’na binlerce selât ve selâm olsun). Diğer insanlar, ilim ve fikir adamları, ahlâk kahramanları, O’na benzedikleri ve yaklaştıkları nisbette “ nümûne-i imtisal” olabilirler. Yâni, Sevgili Peygamberimiz, tâlim ve terbiyemizin “ mihver şahsiyeti”dir.”
“ Türkoğlu unutmamalıdır ki, en az bin yıldan beri müslümandır. Ashab-ı Kiram’dan sonra, İslâm’a en çok hizmet eden kavim olmak şerefini taşımaktadır.”
“ İnsanın kurduğu kültür ve medeniyette, “ ilim”, “ sanat” ve “ din” âdeta “ üç sütun” gibidir. İnsanlık, bunlara dayanarak yücelebilmektedir. Yâhut, insanlık, kendini koruyup geliştirecek “ üç sığınak” bulmuştur; bunlar “ laboratuvarlar”, “ sanat galerileri ve evleri” ile “ mabedlerdir.”
“Bize göre, “ ilim” objektif gerçeği, “ sanat” sübjektif gerçeği, “ din” mutlak gerçeği aramak demektir. Üstelik, bunlar, ferdî ve içtimâî hayatta, bir arada ve iç içe bulunurlar. İnsanlık, bütün tarihi boyunca, bu “ üç gerçeği” koşturup durmuştur. “
“Millî dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar. Onun için, milletler ve devletler, “ millî dil politikalarını” sadece yaşayan nesillere göre değil, geçmiş ve geleceklerini de düşünerek plânlamak zorundadırlar. Halk, “ yaşayan dille” konuşur ve yazar, fakat aydınlar, hiç olmazsa kendi sahalarında “ en geniş mânâsı ile millî dilini” anlamak mecburiyetindedirler”.