'Tuzak' kelimesi kimseyi ürkütmesin...Bu, şiirin kendisinde değil, dışına ait olan bir şeydir. O, kendi iç hesaplaşmasını, ancak inşâcısıyla yapar...İnşâcı, kavi dallara tutunur ve malzemeyi yerli yerinde kullanmasını bilirse, bu 'tuzaklar'ın hepsi, pusuya düşürülmüş olur..
Şiir için biraz kaba düşen kelimeler kullandığımın farkındayım: Tuzak, ürkütmek, hesaplaşma, pusu... Fakat, uyarıcı olabilmem için, başka bir tercihim de yoktur...
Denebilir ki, 'uyarmak' sana mı kaldı? Demek, kaldı ki, böyle bir şeyi dillendirmeye lüzûm hissettim. Kimbilir, belki değil, mutlaka benden başka nice uyarıcılar vardır da seslerini soluklarını kesmiş keyif çatıyorlardır!..Veya başka istikametlerde yol bulmaya çalışıyorlar!..
Bu iş, öyle değil...olmamalı!..Gamsızlık, vurdumduymazlık, bananecilik...benim işim değil!...
Sabah-akşam, ora senin bura benim dolaş...Sabah-akşam, orada burada pinekle...Sabah- akşam, orayı burayı dürtükle...Sabah-akşam, iki satır, üç-beş mısra okuma...En önemlisi ise, 'hayâl kurma" ve ondan sonra...Kâh zihin kapalı, gönül tıkalı, bakış yamalı, kâh mahmûr, kâh havâî...al, eline kalemi...o da ne? Kalem mi dedim?!
Şöyle çıkıverin sokağa, bakın ki, kaç kişinin cebinde kalem var?..Bunca istatistikçi var, bir de buna el atsınlar bakalım, kaç kişinin elinde/cebinde kalem bulunmaktadır? Postahânelere girin...dîğer resmî dâirelere bakın...Cepte kalem, yok satıyor! Fakat, her cepte bir telefon... o da, sâdece lâkırdı üretiyor!..
Eskiden, mahalle bakkallarında ‘sabit kalem’ vardı...Sâdece satmak için değil, müşteri defteri tutmak için...O defterlere, ben de çok borç hesabı yazdırdım...Ne günlerdi o günler!..
Daktiloya imrendiğim hasret duyduğum, ah bir daktilom olsa dediğim günlerim çoktur...Şimdilerde..Bizim şâirlerimizin ekserisi , bilgisayardan şiir imâl peşindedir...İftira değil, bir hakîkatten söz ediyorum...Âdeta kalıplaşmış kelimeler... filâncadan veya falancadan alınmış veya benzer deyişler!..Çoğu yavan...bir kısmı sığ...hattâ çiğ!..Şiir adına, nükte; nükte adına, kaba ve müstehcen duyurular!.. Zaman zaman ise, sâde/hâlis/sâf değil, âdî!..
İlk tuzak burada...Ben yazdım oldu cıvıklığı...Gayri ciddîlik burada başlıyor..Bunu geçelim...Onlarda, onbeşlerde, yirmilerde olabiliyor!..Peki, ya ileri yaşlarda?..
Fakat, tuzağa düşmeden, tedbiri elden bırakmadan, hedefi gözleyerek.
Akşam...kafa dumanlı...iç sıkıntılı..Kimin kime kızdığı, darıldığı belli değil..Yâhut da, bir deniz kenarı, bir dağ başı, bir park, bir keçi yolu, harika bir koy, yemyeşil bir köy, şırıl şırıl akan bir dere kenarı...Güneş doğuyor veya batıyor...Her şey mâsûmâne bir edâya bürünmüş...Efkâr basıyor da, diyor ki, "Ah, birkaç mısra döktürebilsem şu anda!.."
İşte ikinci tuzak da burada...Görünür gibi, ammâ hiç görünmez meret!..Yine mi kaba konuştum...Asla!..O, öyledir!..Senin aradığın zaman, o, karşına çıkmaz...Sen, öyle sanarsın...
Esası ne, biliyor musun? O gelince, sen hazır olacaksın...Çünkü o, aranınca bulunan değil, bulanda, yakalanmaya çalışılan ve istifade edilendir...Anladın mı, kurnaz tilki?
Biliyorum elbette, bana böyle konuşmak yakışmıyor...Belki, abuk-subuk da diyenler çıkacaktır...Pek de umurumda değil...Fakat, sana, başka ne diyeyim de 'kurnaz tilki'den daha uyarıcı olsun?!
Hayâlin, ‘sabunköpüğü’ gibi, avucundan kayıp gider de sen hâlâ uykuya gömülürsen, bu'sun!..Çünkü, kurduğun hayâlin bile farkına varamamışsın!..Bu iş, ne hayâlsiz ve ne de akılsız olur...bilesin!..
Diyelim ki, kalemi buldum...Tabiî ki, arzu ettiğin manzaranın da karşısındasın...İşte, o aradığın da şimdi gelmedi...peki ne yapacaksın?..
Söyleyeyim: Boğulursun, boğulur!..
Sen, aradığının gelmesini beklersen, çok daha beklersin...Hâlâ anlamadın mı?
Hazır kıt'a olacaksın...Dâima, emre hazır, tetikte bekleyeceksin...Yolda...bayırda...dağ başında, deniz kenarında veya üstünde, hattâ...uykuda...Bu iş, uykusuna kıyamayanların da işi değildir, bunu da bilesin!
Beklenen ân geldiği zaman, asla ve kat'iyyen durmayacaksın...Ne varsa haznede, boşaltacaksın ki, yerine yenileri gelsin ve hazneden naklettiklerinin üzerinde müşahedenin ardından murakabe ve muhasebede de bulunasın...
İşte, öbür tuzak da buradadır...Sen, eğer aklı, muhakemeyi, muhasebeyi...evet muhasebeyi...istişâreyi devreye sokamazsan, uykuna devam et derim, hiç keyfini bozma!..
Sen, şiiri ne sanıyorsun!..
Elbette, bir anlık his de olabilir, bir yıllık birikim de... fakat sen, o hissin sâhibi olduğundan emin misin? Bir başka mes'ele de budur!..
Sakın, bu tuzağa da düşme, haddini de aşma!..
Şuûraltı güzelliğini asla unutmayacaksın; o, en mühim dayanağın olacak..Fakat; "Biz, ona/insana, iki de yol gösterdik"(Beled,10) âyetini de unutmayacaksın...O, hep, zihninin bir yerinde yazılı duracak!..Doğruluk istikametini ondan alacaksın!..
Bu kadar yeter mi?
Kim derse ki, yeter, yanılır!...Dış'ta gördüklerini iç ile, birleştirip kaynaştıracaksın...Şâyet bu tuzağa da düşmez isen, mesâfe alman mümkün olur!
Her şeyden önce, şiirin önündeki en büyük tuzak'ın "akıl" olduğunu tekrar söylemeliyim!..Bâzı aklı evveller, şiirde aklın yeri olmadığına kadar lâfı uzatırlar.
Akıl; şiir veya herhangi bir san’at inşâsını, kuyumcu titizliğiyle işlemeye yarayan yegâne unsurdur. Tabiî ki, ona da muhakeme yaptırabilirsen!..
Hayâlsiz ve akılsız ne olabilir ki, şiir olsun!..
AYDIN EFESİ DERGİSİ, SAYI: 78, OCAK-ŞUBAT 2024, SF. 3-4