Bir insanın kendini tanıması kadar tabiî bir şey yoktur. Bu da, kişi olarak, geçmişini bilmesi, ona sâhip çıkması ve kendinden sonraki nesillere de bunu nakletmesi gerekir.
Dînimiz İslâm’da korunması şart olan beş esas vardır ki, bunların bilinmesi, zarûrîdir.
Bunlar: 1.Canın yâni hayatın korunması; 2.Dînin korunması; 3.Aklın korunması; 4.Neslin korunması; 5. Malın korunmasıdır.
Bize sunulan bütün bu kıymetlerin/nimetlerin korunması hususunda gayretimiz olmalı ve bu meyanda, korunması gereken bütün hususların yanında, “neslin/dölün/sopun/zürriyetin korunması” da, ancak soy’un bilinmesi ve tâkibiyle mümkündür.
Zâten; dînin korunması hususunda; Kur’ân-ı Kerîm’de açık beyan vardır: “Kur’ân’ı biz indirdik. Ve onu muhafaza edecek de yine biziz” (Hicr, 9)
O hâlde; mes’eleye esastan yaklaşmalı ve maksadı iyi anlamalıyız.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde Hucûrât Sûresi’nin 13. âyetin meâlen şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Şüphesiz, sizi, bir erkekle bir dişiden arattık. Tanışasınız diye sizi kavimlere/kabîlelere ayırdık. Allah katında, en üstününüz/değerliniz/makbûlünüz, O’na en çok itaat edeniniz/O’ndan korkanınız/takvâ sâhibi olanınızdır”.
Demek ki, biz, “En güzel biçimde/sûrette/şekilde” (Tîn,4) ve “Mahlûkların en üstünü/eşref-i mahlûkat olarak yaratılan” (İsrâ,70) insanız ve biz, ibâdet ve tefekkürle mükellefiz.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, “Soylarınızı biliniz” ve “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi îmândandır.” hadîsleriyle, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilmemizi buyurmaktadır.
1949 yılında, zâlim Çin zulmü sebebiyle, Doğu Türkistan’dan henüz dokuz yaşındayken büyükleriyle birlikte sürgün edilen Hızırbek Gayretullah, 2009 yılında Toker Yayınları arasında yayınlanan Uzaklara Balam adlı eserinde şöyle der:
“Kazak Türklerinde yedi göbek atasını ve soyunu bilmeyenleri ayıplarlar. Zira Kazakların yedi göbek soy-sopunu bilmesi, onun bir nevi kimliği ve pasaportudur. Kazak illerinde herhangi bir olaya karışmış kimse, soy ve sopundan sorgulanır. Hangi soydan, hangi boydan ise, gerekli işlemleri yapmak üzere o boyun kanaat önderlerine ve aksakallarına havale edilir. Hatta suçluya verilen maddî cezâ büyük ve suçlu bunu karşılayamıyorsa bütün boy halkı verilen cezayı ödemekle mükelleftir.” (Sf. 13)
Demek ki, Türk an’anesinde de soyu bilmek büyük bir değer taşımaktadır.
Bu sebeple; blihassa lise yıllarımda, muhatap olduğum durum icâbı, soyadımın mânasını öğrenmek istemiştim.
Aslında biz, T(ı)rabzon’nun Beşikdüzü, Vakfıkebir ve Rize’nin Kalkandere ilçelerinde aynı soyadı taşıyan, aynı kökten geldiğimizi bilen çok geniş bir sülâleyiz.
Fakat; 1957 yılında, Erzincan Askerî Lisesi’ne kaydolunca, Türkiye’mizin değişik şehirlerinden gelen arkadaşlarım ve hocalarım, devamlı surette soyadımın mânası soruyorlardı. Buna cevap verebilmem, sâdece büyüklerimin söylediklerine göreydi ve bana soranları tatmin edecek cevap verip verememe endîşesini taşıyordum.
O yaşlarımda, duyduklarıma göre yalnız bir şeyi biliyordum ki, biz, sülâle olarak, binyediyüzlü yılların ortaları veya sonlarında, o zamanlar Erzurum'a, daha sonraları ise Erzincan'a bağlanan Tercan'dan göç edenlerdendik, Akkoyunlu idik ve bize (Kukuloğullları) derlerdi.
Bir kardeş, Vakfıkebir Kamandara/Komandere Köyü’ne; diğer kardeş de, Rize Kalkandere’ye yerleşmiş. Kalkandere Kukuloğulları’nın tarihî seyri hakkında yeterli bilgimiz yoktur.
Büyüklerimiz, Kukul'un, bir tür başlık, fes veya tavuğun başındaki tepelik, "kukullu tavuk"taki, tepede bulunan, hatta, tomurcuk gibi mânalara geldiğini söylerlerdi ki, doğruydu. Biz de bunu, böyle bilirdik. Hattâ; bu kelimenin, F(ı)ransızca veya İtalyanca'daki "kukuleta/kukulete " ile hiçbir alâkası da olmadığını da, yanlış ifade edenlere söylerdik. Zâten, öyle olması da, kat’iyyen mümkün değildi.
Çünkü biz, öz be öz Oğuz'uz, Üçok’uz, Günhanoğlu’yuz, Bayındır’ız, Akkoyunlu'yuz, Türkoğlu Türküz!..
Bunlara rağmen, Askerî Lise ikinci sınıf öğrencisi iken, -ki, sanıyorum 1958 yılı idi- şu bizim meşhûr Türk Dil Kurumu'na, çocuk kalbimle ve ilk gençlik aklımla, bana tevcih edilen sorulardan bunaldığım zamanlarda, soyadımın mânâsından emin olmak için, bir dilekçe yazıp, durumumu îzah ederek soyadım (Kukul)un ne demek olduğunu sordum.
Evet, o zamanki çocuk kalbimle ve o zamanki ilk gençlik aklımla bir dilekçe yazdım... 15-16 yaşındaki çocuk-genç aklımla, pullu dilekçelerin yürürlükte olduğu zamanlarda, bilgi seviyemin mertebesinin en dar olduğu ve bilgiye en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda sorduğum, hakîkaten çok önemli gördüğüm ve hakîkatte de çok önemli olan bir soruya, şu ân îtibâriyle yâni altmış beş seneye ulaşan bir süreden beri hâlâ cevap alamadım...Ona yâni TDK’na kırgındım ve hâlâ da kırgınım, hâlâ da kızgınım!..
O gündür bu gündür, ne kadar iyi iş yaptık derse desin, -ki, çok büyük yanlışlar da yaptı ve yapmaktadır- bu Türk Dil Kurumu'na soğuğum ve bu soğukluğum devam etmektedir!..
Daha sonraki yıllarda araştırdım. Bu hususta, "Beşikdüzü Halk Ağzı" başlıklı, “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” tarafından yayınlanan Erdem Dergisi'nde 2002 yılında çıkan makalemde, bu hususta yâni soyadımla ilgili olarak izahatta bulundum.
Bilinmesinde fayda vardır: 1934 yılında 2525 Sayılı Soyadı Kanunu’nun Resmî Gazete’de yayınlanmasından önce de, bize, Kukuloğulları/Kukulzâdeler deniliyordu. Biz, bu soyadını sonradan almadık, kökten gelen soyadımızdır, bu!..Ve kişilere, Kukuloğlu filânca veya Kukuloğlu filâncanın oğlu/kızı/damadı/gelini diye hitapta bulunulurdu. Hâlen de öyledir!..Meselâ, beni, Kukuloğlu Hâfız Mehmed’in torunu veya Kukuloğlu Yusuf Ziya’nın oğlu diye tanırlar/tanıtırlar!..
Çünkü, Türklerde, soy ismi dâima başta gelirdi. Bu hususta, Hüseyin Nihal Atsız, “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz” adlı eserinde (Ötüken Yayını, Sf. 140-143) şöyle der: “Türklerde soyadı isimden sonra değil, önce gelir. Dilin yapısı böyledir. İlle de Avrupalılara benzeyeceğiz diye soyadını sona almak, şuur altına işlenmiş bir aşağılık duygusunun mahsulüdür. Biz Avrupalı falan değiliz...Buz gibi Asyalıyız.
(...) Bizde soyadı kanunu çıktığı zaman Anadolu Türklerinden yüzde doksan beşinin soyadı vardı ve çoğu defa “oğlu” ile bitiyordu.”
PROF. DR. FERİDUN M. EMECEN’İN TESPİTİ
Prof. Dr. Feridun M. Emecen’in, Serander Yayınları tarafından Şubat 2010 tarihinde yayınlanan “Doğu Karadeniz’de Bir Vadi Boyu Yerleşmesi AĞASAR VADİSİ: ŞALPAZARI-BEŞİKDÜZÜ” adlı kitabının 186. Ve 187. sayfalarında, “1835-1845 Nüfus Kayıtları ve Köyler: Ağasar Vadisinde Aile Birimleri” başlığını taşıyan bölümde şu bilgiler bulunmaktadır:
“Aşağıda aynen yayınladığımız nüfus kayıtları, Akçaabat-Vakfıkebir köyleri içinde yer almaktadır. Ağasar/Akhisar vadisindeki ve yakınındaki, bir başka ifadeyle bugünkü Beşikdüzü ve Şalpazarı’na bağlı bulunan yerleşme birimlerini bu kısımdan seçerek metnini aile birimleri esasına göre sıraladık. Listede yer alan köylerin yazılış sırası defterdeki şekle göredir. Burada siyah ile belirtilen sıra numaraları, bugünkü ölçüler içinde hâne numarasına karşılık gelmektedir. Defter askere alınacak genç bireyleri tesbit etmek için tanzim edildiği için yaş baremleri özellikle kaydedilmiştir. Aşağıda yer alan köylerdeki kayıtlar 1251-1261 (1835-1845) dönemindeki doğum ve ölüm kayıtlarını da ihtiva etmektedir. İlk genel sayımı yansıtan sıra numaraları esası değiştirilmemiş, kayıt memurları bu ilk kütük defterine daha sonraki altı aylık nüfus vukuatını yâni doğum ve ölüm kayıtlarını işlemişlerdir. Buradaki esas alınan defter de bu on yıllık süreç zarfındaki bütün nüfus vukuatını ihtiva etmektedir.
Defteri yayınlarken genel hatlar itibarıyla yazılış şekli aynen korunmuştur. Herhangi bir sadeleştirme veya müdahelede bulunulmamış, yalnızca sonradan düşünülen bir takım işlem notları ihmal edilmiştir. Aile birimleri esas hâne sahibi ve onun oğulları veya torunlarını içine alacak şekilde ilgili adlar öbeğinin altına işlenmiş halde belirtildiği için metinde sıralama verilirken bu gruplar gösterilmeye çalışılmıştır. Yetişkin şahıslar sakal, bıyık renklerine göre tanımlanmıştır. Daha sonra aile adları “filanoğlu” diye özellikle yazılmıştır. Bu adlar baba adından ziyade ailenin eskiden beri tanınmış olduğu unvan olarak algılanmalıdır. Değişik lakaplar özellikle dikkat çekici olup bunların çoğu bugün soyadına dönüşmüştür. Adlardan sonra “sinn” diye belirtilen rakamlar yaşı gösterir. Buradaki hâne numaralı isimlerin yaşları 1835 tahririne göredir. Numarasız “oğlu” ibaresiyle başlayanlar, 1835 ana tahririnden sonraki dönemde doğanları işaret eder.Defterdeki bu kayıtlar on yıllık süreyi içine aldığından 1845’te doğum vukuatı ve 1835’ten sonraki çocukların yaşları işlenirken, bazen numaralı olarak kaydedilen “oğlu” kayıtlı isimlerden daha yaşlı gibi gözükmektedir. Hatta bazen 1835’te 10-15 yaşlarında olanların isimleri altına oğulları kaydedilmiş olup, bunlar aslında o yaştayken olan çocukları değil, aradan geçen on yıllık sürede doğanlardır. Bir örnek vermek gerekirse, hâne numaralı olarak kayıtlı (yâni 1835’te) 10 yaşındaki bir çocuğun 1260’ta doğan oğlu isminin altına kaydedilmiştir. Bu durumda 1835’te on yaşındaki şahıs, oğlu doğduğunda aslında 19 yaşında bulunmaktadır. Yâni defterde vukuat işlenirken ana kütükkayıtlarında belirtilen ilk yaşlarda aradan geçen süreye rağmen bir oynama yapılmamıştır. Yeni doğanlar için “tevellüd” ibaresiyle doğduğu tarih verilmiştir. Bunları köşeli parantez içinde “tev.” kısaltmasıyla ilgili yerlere göstermiş bulunmaktayız.
Bazı köylerin son sıralarında “hîn-i tahrirde sehve mebni mücedded kayd şod”, “mücedded kayd şod” gibi ibareler mevcuttur. Bu şahıslar tahrir yapıldığı sırada köyde bulunmayan ve haklarında bilgi verilmeyen kimseler olup bilahire tespit edilenleri işaret etmektedir. Bazı şahısların adları altında da o köye dışarıdan gelenleri ifade eden “âmed” kayıtları mevcuttur. Bir kısmının nereden geldikleri belirtilmediği halde bazılarının geldikleri köylerin adları yazılmıştır. Ayrıca ilk tahrir sırasında kayıtlı 9-15 yaşlı bazı gençlerin isimleri üzerinde “mansurede, nizamiye, bahriye vb.” gibi hangi tip askerî hizmete alındıklarının belirtildiği görülür. Herhangi bir organı sakat olanlar da çolak, yek-çeşm, topal, dilsiz, mecnun vb gibi ibarelerle kaydedilmiştir. “
Prof. Dr. Feridun M. Emecen, eserinin 245. sayfasında da, mevzûmuzla ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:
“32. Kır sakallı Kukuloğlu Musa, sinn 49
33. oğlu Ahmet, sinn 14 (fevt)
Oğlu Mustafa, sinn 5
34. Diğer oğlu Hasan, sinn 16
Oğlu Mustafa, sinn 2
Oğlu Mehmed, sinn 1
35. Diğer oğlu Ömer, sinn 9
36. Diğer oğlu Mehmed, sinn 7
37. Diğer oğlu Osman, sinn 6
38. Diğer oğlu Ali, sinn 4”
Bu duruma göre; “Kır sakallı Kukuloğlu Musa, sinn 49”, 1835 târihinde 49 yaşındadır. Öyleyse; 1835-49= 1786 doğumludur.
Kukuloğlu Mehmed (Kukulzâde Mehmed)’in ilk oğlu Kır sakallı Musa/Hacı Musa’dır ve Beşikdüzü’nün Zemberek Köyü’ne yerleşmiştir.
Kukuloğlu Mehmed’in başka oğlu veya kızı olup olmadığına dâir henüz bir bilgiye ulaşamadım.
Kır sakallı Kukuloğlu Musa’nın, Hasan, Ahmet, Hacı Mehmed adlı üç oğlu vardır.
Ben/Mehmet Halistin Kukul, Hacı Mehmed’den türeyen nesil olarak; Hacı Yusuf-Şerife Çolak, Hacı Hâfız Mehmet-Fatma Cinalioğlu, Yusuf Ziya-Gülhanım Hindistan’ın neslinden yedinciyim.
Kır sakallı Kukuloğlu Musa’nın 1786 doğumlu olduğu ve babası Kukuloğlu/Kukulzâde Mehmed’in en yakın ihtimalle, ondan yirmi yaş büyük olabileceği düşüncesiyle, 1766’larda Vakfıkebir’in Komandara/Komandere Köyü’ne yerleşmiş olabileceği ve Kır sakallı Musa’nın daha sonra, Beşikdüzü’nün Zemberek Köyü’ne yerleşmiş olabileceği dününülmektedir.
Gerek Komandere ve gerekse Zemberek köyü, denizden uzak ve yüksek köylerdir.
O hâlde; bana kadar gelen nesil, şu sırayla intikal ediyor: Komandara Köyü’ne ilk yerleşen Kukulzâde/Kukuloğlu Mehmed Efendi, Kır sakallı Kukuloğlu Musa/Hacı Musa, Hacı Mehmed, Hacı Yusuf, Hacı Hâfız Mehmed, Hacı Yusuf Ziya ve Mehmet Halistin.
TÂRİHÎ BİR HÂFIZA TÂZELENMESİ
Ben ve benden öncesi; Kukuloğlu Mehmet Efendi (1966?-?), Kır sakallı Kukuloğlu Hacı Musa (1786), Hacı Mehmet, Hacı Yusuf (01.07.1853-16.08.1916), Hacı Hâfız Mehmet(1881- 1950), Hacı Yusuf Ziya (1922- 28 Eylül 2009), Mehmet Halistin (01 Ocak 1943-...) (ve eşim: Canan Gürdal)’dır.
Kır Sakallı Hacı Musa’dan sonra, mezar taşı kayıtlarında kesin bilinen ilk doğum tarihi, 01. 07. 1853 olarak Hacı Yusuf’a aittir.
Benden sonrası ise, kızlarım: Günhan (07 Kasım 1970-...) ve Ferhan (24 Haziran 1976-...)’dır.
O hâlde; biraz daha geriye gidip, târihte biraz dolaşmam ve muhakeme yapmam gerekiyor:
Komandara/Komandere, târihî kaynaklardaki müşterek bilgilere göre, 1118 -1124 târihleri arasında Kafkaslar’dan göç eden Koman/Kuman-Kıpçak Türkleri’nin yerleşim yeridir. Köyün ilk kurucuları bunlardır. O dönemin şartlarına göre, sayısı yirmibeş bini bulan büyük bir göçle, dalga dalga ve dağıla dağıla buraya ulaşanlar bu köye yerleşmişlerdir. Öyle anlaşılıyor..
Bunların bir kısmı; Kars’tan başlamak üzere, Ardahan, Göle, Ardanuç, Şavşat, Yusufeli, Gümüşhâne’ye kadar bir çok yeri mekân tutmuşlardır.
Benim mensup olduğum Kukuloğulları’nın, hangi sebeplerle, hangi yollarla ve nasıl gelip buraya yerleştikleri hakkında kesin bir bilgi yoktur.
Kukuloğlu Mehmet Efendi’nin, Komandere’de birçok câmide imamlık yaptığı söylenmekte ve mezarı da, sonradan dörde bölünen köylerden biri olan Komandere Vamenli’de yâni Ortaköy’de olduğu tahmin edilmektedir.
Kıpçak Türkleri’nin orada yerleştiğini duydukları için mi oraya gittikleri de tahminlerin üzerinde, bilinmezlerden biridir.
Diğer üç köy ise: Komandere Raşî yâni Rıdvanlı, Komandere Kadahor Köyü yâni Akköy, Komandere Habel Köyü yâni Açıkalan Köyü’dür. Şüphesiz ki, bu köylerin hepsi, büyükşehir kanunuyla mahalle adını almışlardır.
Şu da bir gerçektir ki, babam, babasından yâni dedemden naklettiğine göre, Kukuloğluları olarak Akkoyunlu’yuz. Yâni; Oğuzlar’ın/Türkmenler’in Üçok kolunun Günhanoğulları Bayındur/Bayındır boyuna mensub Akkoyunlu’yuz.
Mâlûmdur ki, Akkoyunlular, çok geniş bir coğrafyada hüküm sürmüş bir Türk sülâlesidir. Bunun izleri, tıpkı diğer Türk boylarında olduğu gibi, sâdece Türkiye coğrafyasında değil, dünyanın herbir köşesinde de mevcuttur.
Kır Sakallı Musa/Hacı Musa'nın ve oğlu Hacı Mehmet'in doğum ve ölüm tarihlerini bilemiyoruz. En emin olduğumuz ilk/eski tarih, Kır Sakallı Hacı Musa’dan sonra, dedem Hâfız Mehmet'in babası Kukuloğlu Hacı Yusuf’un doğum ve ölüm tarihleridir. Dedem Hâfız Mehmet gibi, dedemin dedesi Hacı Mehmet de hacda/Cidde’de vefât etmiştir.
Kukuloğlu Mehmet Efendi, iki kardeş olarak, o zamanlar Erzurum’a bağlı olan ve daha sonraları Erzincan’a bağlanan Tercan'dan göç ederek, bir kardeş, Rize’ye, diğeri yâni Kukuloğlu Mehmet de Komandara’ya yerleşmişlerdir. 1853 doğumlu Hacı Yusuf’un mezarı, Beşikdüzü’nün Zemberek Köyü’ndedir,
Babası Hacı Mehmet ise, hac farizasını tamamladıktan sonra tıpkı torunu Hâfız Mehmet gibi Cidde’de vefât etmiş olup her ikisinin de mezarları bilinmemektedir.
Suudi Arabistan idârecileri, zâten mezara önem vermemekte, Vahhabî sistem, kendine mahsus acaip bir anlayışla mezarları dümdüz etmektedir.
Mezarlar hakkında, 1997’de babamın hac; ve benim ise, 2009’da umre ziyâretimde, hiçbir müspet hiçbir neticeye ulaşamadık.
Gerek Komandere ve gerekse Zemberek, yüksek dağ köyleridir. Kukuloğlulları, zamanla, buralarda dal-budak salmış köklü ve oldukça kalabalık bir sülâle hâline gelmiştir.
Babamın dedesi Yusuf’un Zemberek Köyü’ndeki mezar taşında (01.07.1853- 16.08.1916) ve eşi Çolakoğlu Ali Reis kızı Şerife Hanım’ın mezar taşında da (1856-08.08.1915) yazılıdır.
Hacı Yusuf’un vefât hâdisesi şöyledir: T(ı)rabzon'u, Ruslar’ın işgal ettiği ve “Muhacirlik” yılları diye anılan 1916’larda, Rus zulmünden kaçarak, Giresun'a gitmiş. Bir namaz vaktinde, ezan okuduktan sonra namaz kılarken secdede iken vefât etmiş.
Dedem Hâfız Mehmet, onu, yâni babasını Beşikdüzü'ne getirmiş, ve o zamanlar mûkim bulunduğu Zemberek Köyü'nde, evlerinden yirmi-yirmibeş metre mesâfede bulunan ağaçlıklar arasına defnetmiş.
Hâfız Mehmet’in Eşi (Babaannem): Hacı Ali kızı Fatma Cinalioğlu (1882-13.2.1959); babam, Hacı Yusuf Ziya’nın eşi (annem), Derviş Reis oğlu Mustafa Hindistan’ın kızı Gülhanım (03.04.1924- 03 Şubat 2015)'dır. Her üçünün de mezarı, Beşikdüzü Vardallı Köyü-Mahallesi âile mezarlığındadır.
Derviş Reis Oğlu, Gülfem'den doğma Mustafa Hindistan (dedem: 01. 07. 1881-18. 02. 1970), 12 sene Yemen'de askerlik yapmış olup, sağ salîm memleketi Vakfıkebir'e -eski Büyükliman'a dönmüştür. Eşi ise, (anneannem) Havva Hindistan (01. 07. 1889-26 Mart 1976)'dır ve ikisinin de mezarı, Vakfıkebir’in Ruka/Yıldız Köyü-Mahallesi mezarlığındadır.
BİR BAŞKA TÂRİHÎ TESPİT
Prof. Dr. Kenan Erzurumlu, “Devlet” adlı eserinde, Sümerlerle ve Sümerce ile ilgili araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Osman Nedim Tuna’ya dayanarak, Türkler’in Anadolu’ya ve Karadeniz Bölgesi’ne gelişiyle ilgili olarak şöyle der: “M. Ö. 2000’lerde “protoTürk” olarak kabûl edilen “Kimmerler” ile “İskitler” (Sakalar) Anadolu’ya gelmişler ve genel olarak Doğu Karadeniz Bölgesi’ne, çoğunlukla da Rize ve çevresine yerleşmişlerdir.
Oğuzlar’ın/Türkmenler’in ataları olan Sakalar, M. Ö. 720-680 yılında itaat etmeyen son Kimmerler’i de kovalayarak Kafkas Geçitlerini aştılar ve Azerbaycan, Gürcistan ve Doğu Anadolu’ya yayıldılar.
Milâttan sonraki yıllarda da Anadolu’ya gelen Türk boylarının ilki Hun Türkleri’dir. Büyük Hun İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Batıya göç eden Hunların bir kolu 395’te Anadolu’ya gelmiş; Van Gölü çevresine kadar inmişlerdi..Bunları, 451 yılında Akhunlar takip etmişlerdir. M. S. 466’da, Ağaçeriler, Anadolu’ya gelmişler ve yerleşmişlerdir.
M. S. 558 ve 575 yıllarında cereyan etmiş; Sabir (Sabar) olarak anılan Türk toplulukları (Bulgar Türkleri, Avar Türk boyları, Uz-Peçenek Türkleri ve Kuman-Kıpçak Türk boyları) yoğun bir şekilde Anadolu’ya gelmişlerdir.
Bu boylar arasında özellikle Bulgarlar ve Kuman-Kıpçaklar Doğu Karadeniz Bölgesi’nin Türkleşmesinde çok önemli rol oynamışlardır. Bölgede yaşayan insanlarımızdaki fizikî ve lehçe özellikleri Kıpçakları; örf-adet ve gelenekler ise Oğuz Türklerini hatırlatmaktadır.
Müslüman Türk kimliğinin bölgeye girmesi Sultan Alparslan ve oğlu Melikşah döneminde gerçekleşmiştir (1063-1092). Çepnilerin bölgeye ilk gelişleri de bu dönemde ve 80.000 çadırlık obalarla olmuştur. Bu rakam yaklaşık 600-700 bin kişilik nüfusa denk düşmektedir. 1195 yılında ise bölgeye Kafkaslar üzerinden, “Yeni Kıpçaklar” gelmişlerdi.
Fâtih’in, 1461 yılında Trabzon’u fethettiğinde, şehrin nüfusu 6.000 dolaylarındadır. Osmanlı Defterdarlığının tutturduğu fetihten sonraki ilk beş Tapu Tahrir Defterlerinin incelenmesinde “Müslüman” ve “Kadîm Müslüman” ifadelerinin bulunması, bölgede fetih öncesinde de Müslümanların bulunduğunu kanıtlamaktadır. Kaldı ki, Trabzon’daki eski kilise kayıtlarında adı veya baba adı Türkçe olan papaz ve Hıristiyan cemaatine ait kayıtlar bulunmaktadır.
Öte yandan, Fetihten hemen sonra 3 yıl içersinde, Çorum-Amasya-Tokat ve Samsun bölgelerinden 202 hânelik Türkler getirilerek vergilerden muaf olarak Trabzon’a iskân edilmişlerdir. Kezâ, 1466’da Konya/Karaman fethedildikten sonra şehir ve kasaba halkının bir kısmı Trabzon Sancağına yerleştirilmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in 1511 yılına kadarki 20 yıllık Trabzon Sancak Beyliği döneminde Şah İsmail’den kaçan Akkoyulu Türkmenleri, Trabzon ve Rize bölgesine iskân edilmişler. Bölgedeki lehçede Akkoyunluların etkisi hâlâ sürmektedir.
Bölgeye son iskân, Yavuz Sultan Selim döneminde Maraş-Elbistan’daki Dulkadiroğulları Türkmen Beyliği’nin 1515’te ortadan kaldırılmasından sonra, Maraşlı ve Dulkadirli oymaklarının yerleştirilmesidir.” (Bknz. Devlet, Prof. Dr. Kenan Erzurumlu, Doğu Kütüphânesi Yayını, İstanbul 2016, Sf. 284-286)
Muhtemeldir ki, bu göçlerin devamında, Kukuloğulları da Trabzon’a ulaşmışlardır. Bu safhada, târih şudur, diyerek kesin bir şey söyleyebilmemiz ise, mümkün değildir.
KÜNYEM
Dedem Hâfız Mehmet’in defterinden tıpatıp doğum târihim ise, şöyledir:
"mehmet halistin 1 kânunisani cuma günü akşamı dünyaya geldi 1943 Allah hayırlısını ihsan buyursun"
"Mehmet", dedemin ismi...Soy kütüğümüze göre, ben, “dördüncü” Mehmet’im ve ilk çift isimli olanım. İsmimi dedem koymuş. Babam, ben ortaokula giderken, yâni dedemin vefâtından sonra nüfus kâğıdıma bakınca öğrenmiş ki, bir ismim de Mehmet’tir!... O zamanki nüfus cüzdanları küçük bir defter biçimindeydi.
"Halistin" ise, Kur'ân-ı Kerîm'de Zümer Sûresi'nin 3. âyetinin: "İyi bilin ki, hâlis din yalnız Allah'ındır" meâlindeki “hâlis dîn” dir. Dedem, hâfız olduğu için, bana, bu ismi vererek kendi ismini de başa almış..
Buradaki "hâlis" ve "dîn"in de, bölgede (t-d, g-k, p-b, c-ç) gibi bâzı harflerin şiveye yanlış olarak aksetmesi sebebiyle ve umûmî kaide olarak da (t)nin (d) olarak ifadesinin bu şekilde kabûl edilmesiyle/ dönüşmesiyle/dönüştürülmesiyle teşekkül eden “Halistin”, artık, bir ömür boyu, öğretmenlerime, öğrencilerime ve beni yeni tanıyanlara îzah etmek durumunda bulunacağım adlarımdan biri olmuştur!..Mehmet ise, sâdece kâğıt üzerinde bulunuyordu, o kadar!..
Yazılarımda bile, ancak, onun (M) harfini kullanabiliyorum!..
Rahmetli dedemin bana çok iyi niyetlerle verdiği bu isim, -doğrusunu söylemem gerekirse-, hayatım boyunca, bana sıkıntı vermiştir. Çok zaman, kimselere, onun ne olduğunu bir türlü anlatamamamışımdır...
Ne hazîndir ki, bana, bu ismin niçin verildiğini sorgulayanlar bile olmuştur...A be dostlar, doğduğum zaman bana verilen ismin niçin verildiğini bana niçin sorarsınız?
Anlayacağınız o ki, (d) harfi, Türkçe'deki uygulamaya göre (t) olunca, ilk sıkıntı buradan başlamış oldu. Gerek öğrencilik hayatımın, gerek günlük ve meslekî hayatımın bütün safhalarında, bu isim, hep 'anlaşılmaz' olmuş ve mutlaka bir soruya muhatap olmama sebebiyet vermiştir.
İlk, orta, Askerî Lise, Kara Harp Okulu ve Üniversite tahsillerim boyunca, düşününüz ki, kaç hocayla muhatap oldum ve kaç hoca, bana, ismimin ve hattâ soyadım olan (Kukul)un mânâsı sordu.
Şunu da hemen ifade edeyim ki, ilk ve orta okul tahsilimi doğduğum kasabada yaptığım için, en azından soyadımla ilgili soruyla karşılaşmıyordum. Fakat, ortaokulu bitirip, Askerî Lise hayatıma başladığımdan itibaren, bulunduğum kasabanın/şehrin dışına çıkınca, sorular arttıkça artmıştı!...
Yukarıda da söylediğim gibi, hele de, Erzincan’da, Askerî Lise'ye başlayınca...Çünkü, Türkiye'nin her tarafından gelmiş arkadaşlarım vardı...Herbiri, değişik mahallî kültürlere, anlayışlara sahiptiler...Tabiî ki, her rütbedeki subay hocalarım ve sınıf subaylarım da...
TABİÎ Kİ, BUNUN DA ÖNCESİ VAR...
‘ Beşikdüzü Halk Ağzı’ başlıklı bu çalışmamı, 1970 başlarında hazırladım. Çok zor oldu. Şâyet, doğma büyüme o muhitin çocuğu olmasaydım daha da zor olabilirdi... O günlerin şartlarına bakmak lâzım...Ne ses kayıt âletiniz var, ne fotoğraf makineniz!..
Şahsıma hitap eden, 3.11.1970 tarihli yazısında, Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı Ömer Asım Aksoy, bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra, kendi el yazısıyla şu notu da eklemişti: "Derlemenizden Derleme Sözlüğü için yararlanılacaktır. Teşekkürler."
Aradan oniki yıl geçecektir ve ‘Beşikdüzü Halk Ağzı’ başlıklı derlemem, hakîkaten, Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan "Türkiye'de Halk Ağzı DERLEME SÖZLÜĞÜ-XII" (EK-I)'de, 1982 yılı baskısı olarak yayınlanacaktır.
Ancak; derlemeyi yapan kişi olarak benim adım belirtilmeyecektir.
Tabiîdir ki, duruma intikal edince itirazda bulundum ve 19. 4. 1983 tarihli dilekçemle TDK’na müracaat ettim.
Bu defa, bana, TDK Genel Yazmanı Cahit Külebi'den cevap geldi ve bu durumun -nasıl olmuş ise- sehven olduğu beyan edildi. Herhâlde, verilmesi gereken "telif"ten mahrûm bırakılmam uygun görülmüştü...
27 Nisan 1983 tarihli ve 19/486 sayılı o yazı aynen şöyle:
"19. 4. 1983 günlü yazınıza karşılıktır.
Yayınlarımızdan "Derleme Sözlüğü XII (Ek-1)'in derleme çalışmalarına katıldığınız, ancak adınızın bir unutma sonucu bu ciltte yer almadığı yaptırdığım incelemeden anlaşılmıştır. Bu durumun düzeltilmesi amacıyla ilgili Kol Başkanı arkadaşımca adınız not edilmiştir. İleride yayımlanacak "Ek-2"de sizin de adınızın konulacağını bildirir, saygılarımı sunarım.
Cahit Külebi (İmza) Genel Yazman"
Ne kadar kolay değil mi? Çok mâkûl bir "unutma sonucu" mes'eleyi hâllediveriyor!..
Ve bu Türk Dil Kurumu, bugün yaşadığımız Türkçe çıkmazımızın müsebbibi olduğunu hâlâ kabullenemiyor...
Peki, “ilgili Kol Başkanı arkadaşım” denilen zat şu anda nerelerdedir ve aldığını söylediğiniz “not” hangi suya yazılmıştır? “İleride yayınlanacak” olan “Ek-2”nin tarihi hâlâ belli olmadı mı? Ciddîyetten mahrûm bu ifadeler, Türkiyemizin yaşadığı hazîn durumlardan sâdece biridir.
Şu an itibariyle, aradan tam kırk sene geçmiştir; haber bekliyorum, efendiler!..
Elbette, bu kadar da değil. Aynı çalışmamı biraz daha geliştirdim ve Öğretim Görevlisi olarak vazife yaptığım Ondokuz Mayıs Üniversitesi tarafından 1-3 Haziran 1988 tarihleri arasında tertip edilen “Tarih Boyunca 2. Karadeniz Kongresi”ne tebliğ olarak sundum.
Ne mi oldu dersiniz? Bu tebliğim, bu defa da, tertip heyeti başkanı Prof. Dr. Bayram Kodaman tarafından yayınlanan kitaba alınmadı.
Ve nihâyet, 2000'li yılların başlarında, Çağrı Dergisi'nin mîmârı Şâir Feyzi Halıcı telefon ederek,"Sana, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı'ndan Halk Kültürü Araştırmaları hakkında resmî bir yazı gelecek. Ona mutlaka hazırlan" dedi.
Hazırlandım...Beşikdüzü Halk Ağzı'nı yeniden ele alarak geliştirdim...Ve böylece, soyadım olan "Kukul" kelimesinin, o zamana kadarki bütün mânalarının da içinde bulunduğu makalemi hazırlayarak, Erdem Dergisi’nde yayınlamış oldum.
İlim yolunda yürüyen bir ülke böyle mi olmalıdır? En güvenilir olması gereken devlet kuruluşlarının lâkayt tavırları, ciddîyetten uzak duruşları, geldiğimiz yeri çok iyi belli ediyor.
Bunca lâfı, taa 1958'de başlayan bir dilekçemden beri yaşadığım çok basit görünümlü bir hâdise üzerine yazıyorum.
Görüyor musunuz, insan hayatının değersizliğini...15-16 yaşlarındaki bir çocuğun haklı bir talebine verilmeyen cevabın, kırk küsûr yıl sonra emeline ulaşmasını..
Soruyorum: Ömrüm bu kadar olmasaydı, bu durumları kim ortaya çıkarabilecekti?
Soruyorum: Selâhiyetli ve mes'ul kişilerin, mükellef oldukları işleri savsaklamaya hakları var mıdır? Devleti veya milleti temsil etmek böyle midir, böyle mi anlaşılmalıdır, böyle mi olmalıdır?
'Soyadı' denilen şey, öyle hafife, basite alınacak bir şey midir?
Soyunu bilmeyen, soysuzluğa, kozmopolitliğe teşvik edilmez mi? Nasıl bir idrâksizlik girdabına sürüklenmişiz, anlamak mümkün değil!..
Şanlı Peygamberimiz, niçin, " Soylarınızı biliniz" diye buyurmuşlardır, idrâk ettiler mi?
Allahü teâlâ'nın, bizi "Şube şube/kavim kavim/boy boy/kabile kabile" yaratmasının sırrı niçin düşünülmemektedir?
Bu sebeplerledir ki, beni, bir başka kaynak daha cezbetmiştir...Ne mi?
İşte, o...
Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Millî Kültür Dergisi'nin Kasım 1977 târihli nüshasında yayınlanan "Eski Amerikan Medeniyetlerinde Türklük İzleri" başlıklı makalesinin yirmi üçüncü sayfasında şöyle demektedir:
"Meksika efsanelerinde "Katzalkoatl" diye anılan bu efsanevî şahsın (veya şahısların), ilk göründüğü bölgelerde (Orta Amerika'da) "Han" ve "Kan" sıfatıyla anılması (Miçoa-Kan, Kukul-Kan, Hura-Kan, Paşa-Kan, Boşı-Kan gibi) mânidârdır. Peru'da adı Er-Ak-Koca (veracocha) dır. İnka ve İnka-öncesi hükümdar sülâlelerinin ecdatlarına "Atağ" demeleri ve kudsî gömülme yerlerini de "Ata" köklü kelimelerle anlatmaları (Ata- Kama..vb.), bu kudsî kimselerin Türkçe kelimelerle anıldıklarını gösterir.
Dede Korkut masallarında arada sırada ortaya çıkan ve yol gösteren ak sakallı Er Ak Koca veya hoca ile Amerika'da yerlilere yol gösteren uzun sakallı Erakkoca arasındaki biçim ve kelime benzerliği, rahmetli Prof. Dr. Z. Velidi Togan'ı da çok şaşırtmıştı; kendisine ilk bahsettiğimde uzun uzun notlar almıştı."
Bilmem ki, bu yazıdaki “Kukul-Kan” dikkatinizi çekti mi?
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki; KUKULOĞULLARI, şu anda, bilhassa, Vakfıkebir’in Komandara; Beşikdüzü’nün Zemberek ve Vardallı Köyleri’nde ve Rize’nin Kalkandere İlçesi’nde yerleşik olan kalabalık bir sülâledir.
Zaman, neyi gösterir, bilemeyiz!..
1900lerin başında doğan dedem (salih oğlu mehmet fıkıl)kendi büyük dedelerinin(ata)kardeşlerinin üç kişi olduğunu biri erzurumda biri rizede biride kendi dedesi? (Atası) olduğunu söylermiş. 1800lerin ikinci yarısında doğan babamın dedesi (mehmet oğlu salih kukul) ise akçaabat metingayada yaşamış mezarı ise vakfıkebir kıran köyde, ölüm tarihi 1929’dur. Ulaşabildiğim son mezar taşıda onunkidir. Mezar taşında soy adı Kukul’dur. Vakfıkebirdeki akrabalarımızın soyadı fukuldur. Bende Kuman Dereye yerleşen atamızın torunları olduğumuz kanısındayım..
Adım Bahri arslan eski soy ismimiz kukuloğlu buraya şeh Ahmet dedikleri dedelerimiz gelmiş yeleşmişler şimdiki soydan burda soy ismimiz değişmiş birde zorlu sülalesi var burada Rize merkez kablica MH lesinde ikamet ediyoruz buraya İkizdere yer elma köyünden gelmisler köyünden geldik akrabalarımız Kalkandere ve İkizderede var Sizin verdiginiz bilgiler için tşk ederim