Yaşlıca adam, oturduğu yerden sunucuya seslendi:
“-Siz, benim şiirimi hangi hakla tenkit ediyorsunuz?”
Sunucu, duymamazlıktan gelerek fakat hafif bir tebessümle, “Duydum ammâ bu sevdâdan vazgeç!” der gibi, devam etti.
Bir önceki konuşmacı bendim ve belki de o sözler banaydı. Fakat, bu zat, bir süre sonra sunucu tarafından dâvet edilince, up-uzun fakat şiirle alâkası olmayan sözleri pişkince şiir diye okudu ve kibirle yerine oturdu.
Tabiî ki, herkes gibi, o da, bir miktar alkış aldı.
Alkış, bizde, her sırrın çözücüsü, her gözün bağlayıcısı, her dostluğun ilâcıdır ammâ riyâkârlığın da -ne yazık ki- baştâcı’dır.
Tenkid ile dostluk, ‘ne alâka’, diyenler olabilir. İşte, tam bu noktadayız!..Bizde böyle, işinize gelirse (mi) diyelim?! Kat’iyyen!..Çünkü; münekkit, ‘zât ile değil’, eserle müşâvere hâlindeki kişidir. Onunla, hâlleşir. Derdini dinler, nasihatini eder. Muhatabı, eserin yazarı/yapımcısı ol(a)maz/olmamalıdır. Eserin, -varsa- derdine çâre arar; yoksa, onu sever, başını okşar ve “Haydi yolun açık olsun!” der!..
Bir defa, tenkidin usûlünü bilmiyoruz. Günlük hayatımızda da öyle; bir şahsın, -yanlış veya doğru- bir mevzûda hatalı kabul ettiğimiz bir faaliyetini söylediğimiz zaman, hop oturup hop kalkılıyor. Biz, kendimiz, bundan, hiç de farklı değiliz!..Bir kişinin sözünde veya tavrında değil; bir mevzûnun içinde de, çok güzel unsurlar olabileceği gibi, çok beğenilmeyen hususlar da bulunması tabiîdir.
Münekkit, şâyet, tek merkezden değil de, tek cepheden bakarsa, göreceği şey, yalnızca orasıdır; o cephedir. Hattâ, orada gördüğü/gördüm sandığı da kavrayabileceği/idrâk edebileceği kadar(ı)dır.
“Merkez” diye ifade ettiğim husus, esere, objektiflik esaslarını dikkate alarak bakıştır. Bütün tarafları silerek bakmak veya bütün cihetlerin çepeçevre murakabe altına alınarak, tarafsız bir zihinle didik didik edilmesi, iyi-kötü/güzel-çirkin/doğru -yanlış ortaya dökülüp ayıklanması’dır.
Adam, “Siz, benim şiirimi hangi hakla tenkit ediyorsunuz?” derken, tenkidin ne olduğunun şuûrunda bile değildi. Gerçi, şiirini okumamış ve okunan başka şiirler hakkındaki sözleri, kendi üzerine alarak konuşmuştu ammâ, farzedilsin ki, kendi şiiri hakkında söylenmiş olsaydı... Çünkü..
Bir şiir, eğer ağızdan çıkmış ise ve üstelik yayınlanmış ve huzura çıkmış ise, onun hakkında herkesin söz hakkı olduğu da bilinmelidir. Burada, münekkide, “Sen hangi hakla..” diyemezsin!..Çünkü, burası, adâlet sarayının mahkeme salonu değil, san’atın, kendisine mahsus kaidelerinin geçerli olduğu sahadır.
Her ne yapılıyor veya yazılıyor ise, buna da hazırlıklı olunmalı, ona göre yapılmalı veya yazılmalıdır. Şu var ki, kimseye göre yapmak veya yazmak değil; yaptığını veya yazdığını müdafaada âciz kalmamak şartiyle!..
Yazar Ergun Göze, bir mülâkatında, Necip Fâzıl’a sorar: “Necip Fâzıl olarak, Necip Fâzıl’ı tenkid eder misiniz?”
Göze, bu sorusuna şu cevabı alır: “Edeyim, kendi iç âlemimde bir turist gibi dolaştığım zaman, öz kıymetlerimi benim derecemde dile getirebilecek birisi bulunmadığını, buna mukabil de, sefalet ve noksanlıklarımı yine benim derecemde görebilecek anlayışta birisine rastgelmediğimi söyleyebilirim. Bu hâl, bende çocukluğumdan beri devam eder. Şiirde şimdiye kadar edebiyatımızın mahrum olduğu metafizik arayıcılık bakımından öztürkçeye ilk keyfiyet aşılarını tatbike çalıştığımı bir hak olarak iddia edebilirim. Fakat bu hakkın makesi olan tenkid otoritesine hiçbir devirde rastlamadım. Edebiyatımızın münhal memuriyeti benim nazarımda şairlikten önce münekkitliktir. Bizde bir Lessing, bir Fague, Ruskin yoktur. Bu olmadıkça, gerçek bir edebiyat beklemek mümkün olamaz.
Meselâ, Almancanın geçirdiği ilk buhran safhasında meydana bir Lessing (*) çıkarken, onun yanı başındaki bir Goethe şu sözü söylemiştir: “Bu millete edilebilecek en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.” (Bknz. İçimizden 30 Kişi, Ergun Göze, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1975, Sf. 172)
Necip Fâzıl’ın sözleri üzerinde ciddiyetle durulması gereken pek çok şey vardır. Fakat en önemlisi, “Edebiyatımızın münhal memuriyeti...şairlikten önce münekkitliktir.” İfadesidir. Diğer cümleler, bunun, yâni “Bir münekkit nasıl olmalıdır?” sorusunun tamamlayıcılarıdır.
“Öz kıymetlerimi...dile getirebilecek” ve “ sefalet ve noksanlıklarımı...görebilecek anlayışta birisi”, işin, esasta, kavranması gereken noktadır.
Cümleyi biraz daha daraltalım: “öz kıymet”, “noksanlıklar” ve ”birisi”...
Kimdir, bu “birisi”? Cevap: Elbette ki, münekkit’tir! Biz, bu “birisi”ni yetiştiremediğimiz ve bu “birisi”ne kavuşamadığımız sürece, didinip duracağız demektir. “Öz kıymet” ve “noksanlıklar”ı, bu “birisi”ne emânet edeceğiz. Bu “birisi”, bizim hakîkî değerimizi bulup ortaya çıkaracaktır.
Necip Fâzıl, bu mevzuya çok önem verir ve Edebiyat Mahkemeleri adlı eserinde şöyle der:
“Münekkit!...Bütün bir tarih ve cemiyet çilesi çekmiş ve şahsî bir kıstasa varmış, akıl ve fikir muztaribi…
Münekkit!..Tâ başlangıcından bugüne kadar bütün fikir ve sanat zincirinin teker teker belli başlı illiyetlere bağlayan ve o zincire ilişik yepyeni bir halkalanışın muhasebesini kuran üstün yaradılış…
Münekkit!...Müstesna bir irfan, müstesna bir bilgi, müstesna bir tahayyül, müstesna bir terkip, müstesna bir tecrit, müstesna bir zevk, müstesna bir seziş, müstesna bir duyuş, müstesna bir üslûp sahibi insan…” (Bknz. Necip Fâzıl, Edebiyat Mahkemeleri, bd yayınları, İstanbul 1997, Sf. 70)
Peyami Safa, “Ölçü Anarşisi” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Türk tenkidçisi, objektif tenkid imkânlarından tamamiyle mahrum olduğu gibi, grup ölçülerini de temsil edemediği için, tenkid hükümlerinde tamamiyle şahsî kalır ve bir eser hakkındaki düşüncelerinin hülâsası “hoşlanıyorum” veya “hoşlanmıyorum” hükmünde toplanır. O zaman tenkidçinin okuyucu seviyesini aşamadığı ve ona yol gösterici olamadığı görülür.
Doğuda tenkidin kaside, hiciv ve küfür hâlinde kalması, güzellik ölçülerinin bir gruba mal edilecek kadar bile sabit bir değerler sistemine bağlı olmamasındandır.
Türkiye’de de bunun için batılı mânasiyle bir tenkid henüz yoktur. Bütün güzel san’atlarımız gibi edebiyatımız da bu ölçü anarşisinin büyük sıkıntısı içindedir.” (Bknz. Peyami Safa, Sanat-Edebiyat-Tenkit, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1976, Sf. 345)
Peyami Safa’nın 1958’de yazdığı bu makaledeki tenkid anlayışıyla, aradan geçen altmış seneyi aşan süredeki anlayış arasında hiçbir farkın olmadığı âşikârdır. Yani, hâlâ aynı noktada sayıyoruz, sayıklıyoruz, yalpalıyoruz. Yâni: “kaside, hiciv ve küfür”, hâlâ tenkit sayılıyor!.
Necip Fâzıl’ın ifade ettikleriyle, Peyami Safa’nınkiler arasında çok da bir fark yoktur. Hemen hemen aynı şeyleri söylemektedirler ve ikisi de büyük fikir adamları ve san’atkârlar olarak, bu durumdan üzüntü duymaktadırlar.
Yâni biz; tenkidin nasıl yapılacağında hâlâ mutabık değiliz ki, mükemmel bir tenkide ulaşabilelim!..
Hâlâ, elmanın kabuğu, armudun sapı, üzümün çöpüyle zaman geçiriyoruz, vesselâm!..
(*)Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781): Alman yazar, gazeteci , filozof ve Alman edebiyatının ilk önemli münekkidir.
ÇAĞRI DERGİSİ, SAYI:746, TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2023, SF.7-8