Cereyân eden, her türden çok yönlü hâdise karşısında, akl-ı selîm'in vaziyet alması ve müspet tavır göstermesi hususunda kanaat hâsıl ederek harekete geçme emeline, "durum muhâkemesi" diyebiliriz.
Elbette ki, dünyâ yeni keşfedilmiyor. Elbette ki, insan, düşünmeye yeni başlamadı. Elbette ki, yalan, ilk defa gün yüzüne çıkmadı. Elbette ki, yalancıların maskeleri ilk defa düşürülmedi.
Gidenlerin ve duranların hemen hemen hepsi, kâinatın, adâlet üzerinde ayakta durduğunu söylemişlerdir. İnanıyorum ki, gelecekler de, bunu, böyle söyleyeceklerdir.
Şâyet; insan olmanın olmazsa olmazı olan akıl, adâlet'i temin yolunda ve tahakkukunda değilse, 'selîm' değildir.
Şeytânîlik, önce akılla ardında da adâletle ve vicdânla çatışır.
Tabiî ki, neyin durum muhâkemesini yaptığımız da önemlidir. Başlığa " vicdân muhâsebesi ışığında" ibâresini koyduk. Vicdânı tartan bir âlet mi var ki, böyle bir teklifi sunuyoruz. Ferdî ve içtimâî bütün fikrî ve amelî unsurların vicdânî muhâsebedeki hükmü, insan olarak varlık şartımız olmalıdır. Çünkü; adâletin tesisinde, akıl'dan çok vicdân'ın tesiri ve yeri vardır. Tabiî ki, sorulabilir: Akılsız vicdân,nereye kadar yürüyebilir? Bu sebeple; selîm aklı, mes'elenin merkezine koyduk.
Düşünüyorum da, ondan daha iyisini bulamamama rağmen, demokrasi'yi zorakî en iyi sistem olarak kabûlden başka çârem kalmıyor. Evet; tam mânâsiyle "zorakî" kelimesini kullanıyorum. Çünkü demokrasi, muarızlarına göre en iyidir; kendine göre değil! Bir diktatörlükteki âdilliği savunmak ne kadar yanlış ise, adâleti sağlayamayan bir demokrasideki doğruluğu savunmak da o kadar yanlıştır. Çünkü bunlar, tamamı ihâta edici değildirler.
Peki; demokrasiler, âdil olmadıkları / olamadıkları, olmayı hedef olarak seçmedikleri sürece, ne mânâ taşırlar? Sâdece, birileri tarafından "seçilmiş" olmak, değil mi? Seçilmenin hangi yollarla gaayesine ulaştığı hiç düşünüldü mü? Elbette, o da düşünüldü! Peki, neticede varılan yerde tecelli eden ne oldu? Hak mı, zulüm mü? Ne?
Bunu, fert olarak, vicdâna sormalı!..Tabiî ki, esas olan "ilâhî adâlet"teki hesap günüdür. O, şaşmaz! Çünkü; dünyada, hiçbir beşerî nizam "adâleti" sağlayamaz. Ancak, daha yakın durabilir, o kadar!..
"Ben, adâleti , evet 'yalnızca adâleti' tahakkuk ettireceğim!" diye iktidara tâlip olan bir lidere,başbakana veya başkana rastladınız mı? Köprü yapacağım, herkese ev,araba, yüksek maaş temin edeceğim, yolları genişleteceğim... ifadelerinin içinde mırıldanılan "sosyal adâlet" ifadesi, asla temin edilemeyen maddî refah için sâdece-belki de - bir istismar yâhut kandırma unsuru olarak alışılagelmiş bir tâbirden başka bir şey olmamıştır. Zâten; bunu söyleyenler de , buna kendilerinin inanmadığı gibi, muhataplar için de inandırıcı olmamıştır.
Hiçbir beşerî sistem, 'adâlet' kavramını hakkıyla temsil şöyle dursun, onun, bir zerre olsun üstüne veya dışına çıkamamıştır. Demokrasi, elbette beşerî bir sistemdir. Başka bir şey olması da zâten düşünülemez. Ammâ, demokrasi, vicdânî bir tavır değildir. Eğrisiz-büğrüsüz, saptırmasız-sapıtmasız, çarpıtmasız-çarpılmasız, yalansız, riyâsız...değildir. Kürsüde veya meydandaki temsilcilere /uygulayıcılara ve bir de demokrasinin taliplilerine bir bakınız... Yakından uzağa doğru bütün "söz sâhipleri"ne bakınız... hepsi, kendi demokratik sistemini, karşısındakinin muhtemel tavrı üzerine inşâ etme gayretindedir. Peki; asıl demokrasi, yâni halkın kendi kendini idâredeki irâdesi nerededir?
Cevap bellidir: Seçme hakkı!..
Peki, nasıl bir 'hak'tır, bu! Bir bahşiş midir? Lütuf mudur? Bir ikrâm mıdır?
Halbuki hak, irâdî'dir, değil mi? İrâdî!..
Kitaplarda 'hak' yazmasına rağmen, sorunun cevabı hâlâ 'müphem'dir!
Adâlet; kin ve intikam üzerinde yürür mü? Maalesef değil mi? Öyleyse, siz, bana 'adâlet'i gösterin, ben de inanayım!
Peşinen söyleyeyim ki, bu irâdeyi, bizler, fert fert birilerine teslim etmiş ve sonradan da karşısına geçip seyre dalmışız.Bugüne mahsus değil bu! Evet, 'idâre irâdemizi', peşinen birilerine teslim etmişiz. Bunu, asla inkâr etmeyelim ve burada da, inkâr suretiyle yalana sapıp, kendimizi ikinci bir cendereye hapsetmeyelim. Sâdece bu kadar mı? Hayır! İnkâr'la yalan'a saptığımız andan itibâren, aklın ikinci şûbesi belki faaliyettedir ammâ, orada adâletten asla eser yoktur.
Hadi, yoklayalım kendimizi! Müthiş bir murakabeye tâbi tutalım 'nefs'imizi! Aynı şeyleri düşünüp düşünmediğimizi bilemem. Çünkü; 'nefs' bu!
Dünyanın neresinde bulunursanız bulununuz, semtinizde / mahallinizde sâbit bir yere kendinizi yerleştirip, gelip geçen âlemi temaşa ile"sosyal fotoğraf" çekiniz. Zâten, günün teknolojisi buna müsait! İster fotoğraf makinesiyle, ister kamerayla ve elbette en câzibi ve yaygını 'mobese" ile çekilen fotoğrafları , onun bunun kanaatiyle değil, ilmin hakîkatçi bakışı altında hesaba çekiniz. Fotoğraf 'çekimi' ile, hesaba 'çekimi' murakabe ediniz ve 'hesabı' ona göre yapıp, 'adâlet'i ona göre tecelliye çalışınız.
Zevk için değil, hizmet için ve bir gaaye uğruna çekilen fotoğrafa "sosyal fotoğraf" diyoruz. Maksadı; müşahhas iyilik ve kötülükleri resmetmektir. Görüntünün arkasına sızan , temiz veya kirli yapıyı sezmeye çalışmak, birbirinden ayırmaktır.
Bir başkasının cebinde iken çekilen fotoğraftaki el, kendinin, orada bulunduğunu en azından 'inkâr' edemez. Bahsettiğimiz gibi, 'inkâr', yalan'dır. "El, orada ise, yâni cepte ise; niçin sorusuna muhatap olur. Ey el; niçin, sana ait olmayan yerdesin?"denilir. Orada ne işin vardı?denilir. Adâlet adına ve adâlet için hesap sorulur!..
Bu; bir murakabe ve nefs muhâsebesi olduğu kadar, bir 'durum muhâkemesi'nin de başlangıç adımı olabilir. Sâdece başlangıç !
Müşâhedesiz, murakabesiz, muhasebesiz, muhâkeme nasıl olabilir?
Adâlet adına, kendi fotoğrafını çektirmeyen, bunu istemeyen ve bundan imtinâ eden fert , müessese veya teşkilât, ne kanuna riâyetten ve ne de vicdânî tatminden söz edebilir.
Meşrû kelimesi, adâleti ilgilendirir. Hukuktaki meşrûluk ile, an'ânedeki ve adâletteki meşrûluk aynı değildir. Vicdân, ancak adâletle muhatap olabilir.
Kanun; zamana, mekâna, makama, imkâna, fırsata..göre değişiklik gösterebilir. Demokrasi; kendini bu "değişir"le ifadeye çalıştığına göre, kendisi de başlıbaşına değildir. Demek ki; kim, onu, neye göre tarif ederse, o, odur. Böyle bir şey; 'mutlak kabûl' olabilir mi?
Öyleyse; demokrasi, henüz alternatifi olmayan, ehveni şer'dir. "Halkın, halk tarafından seçtiklerince idâre edilmesi" gibi 'mâsûmâne' bir tarifi vardır. Peki, bu tarifin içinde, 'adâlet' geçiyor mu? Hayır!
Demokrasi tarifine bir daha bakalım: "Millî irâdeye, hür seçime dayalı yönetim şekli" ( Bknz: Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul ,2011,sy. 267)
Peki; "Millî irâde" nedir? "Hür seçim" nedir?
"Millî irâde", hakîkî mânâda "âdil" midir? Ve " hür seçime dayalı" mıdır? Hiçbir şüpheye, endîşeye, korkuya, sû-i-istîmâle, ihtimâle yer vermeyecek bir tarzda mı tahakkuk etmektedir?
Tesadüfen, bir temizlik işçisi kadınla konuşuyordum. Mahallî idâreler seçiminde, kendisinin, büyükşehir belediye başkanlığı için 'filânca kişi'ye oy vereceğini, sebebinin ise, kocasını işe aldığını söyledi. Bu hanımın tahsili önemli değil ammâ ilkokul mezunu. Geçimi de mâlûm. Şaka yollu dedim ki: "Peki, alt belediye başkanlığı için kime oy vermeyi düşünüyorsun?" Güldü ve : " Onu hiç düşünmedim" dedi. "Ama, o da, bunun adamı ise, onun işâretine/ amblemine bakar, ona veririm!"
1987 seçimleri öncesiydi. Siyâsî görüşünü senelerden beri çok yakından bildiğim bir arkadaşımla sokakta karşılaştım. Selâmlaştık. "Çok acelem var!" dedi; "Filâncayla buluşacağım; mâlûm, benim ihâle işleri onunla yürüyor!"
Sözlükteki " Millî irâde" yi ve " hür seçim"i, böylece daha iyi anlamış oldum!..
Tabiî ki, bu kadar basit değil, diyebilirsiniz! Varın, deyin!Takdir sizin!
Anayasa: "Yasama-Yürütme-Yargı" diyor. Yâni; TBMM-Hükûmet-Mahkemeler!
"Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmalarını gözetir." (Madde 104)
Her şey bu iki cümlede ortaya konulmuştur. Îzâha gerek bile yok. Devlet de belli, millet de belli, organlar da belli, uygulayıcı da bellidir.
Bayrak; milletin şerefidir. Bayrak; bir milletin istiklâlinin, hürriyetinin ve nâmûsunun sembolüdür.
Peki; yürütme adına salâhiyetli ve mes'ul mevkide bulunan bir Başbakan, yine demokrasinin aslî bir unsuru olan Ana Muhalefet liderine: " Ulus'ta bayrakla dolaşmak kolay. Hakkari'de niçin bayrakla dolaşamadın?" (30 Ekim 2012, G(u)rup Toplantısı, saat: 1200) diye hitab ederse, bunda, ' hangi demokrasi'yi aramamız gerekecektir.
Anayasa'nın 104. Madde'si niçin vardır? Demek ki, demokrasi, tarifini hâlâ yapamadığımız ve hâliyle de nasıl bir " meyva" olduğunu keşfedemediğimiz bir şey'dir. Milletin-ki, 104. Madde'de millet, doğrudan doğruya ifade ediliyor, o da Türk Milleti'dir-şerefi olan bir unsuru/ sembolü, Anayasa'da teminat altına alınmış olmasına rağmen vatan sathının her zerresinde dalgalandırılmıyorsa, salâhiyetlilerin ve mes'ullerin hukuk - belki de adâlet dememiz doğrudur-nezdindeki durumları ne olmalıdır?
"Millî irâde" ve " hür seçim" böyle mi emretmiştir?
Bayrak'ın korunması böyle ise, "Ayaz Bebek"in korunması nasıl mümkün olabilir? Herkes tarafından bilinmektedir ki; Konya'da, kırk günlük Ayaz Bebek, zatürreden vefât etmişti. Annesi, yirmi bir yaşındaki Maviş Eşme çöp toplayarak geçimini sağlıyordu. Babası Onur Ulak ise, Çanakkale'de vatanî görevdeydi. Yâni, askerlik vazîfesini ifâ ediyordu.
Şimdilerde, bunlardan söz eden var mı? Hayır değil mi?
Askerdeki evlâdının âile fertlerini koruyamayan " Millî irâde" nin ve "hür seçim"in adı olan "demokrasi" bu mudur? Ne dersiniz?
Kiminin çocuğu askere gitmiyor veya parayla takas ediliyor; kimi de, bütün âilesini bu vatan için ölüm pahasına fedâ ediyor! İşte, düşünülmesi gereken bir başka mes'elemiz de budur!
Peki; bu saydığımız bir kaç numûne dahi demokrasi icâbı ise, "demokrasi" nasıl "âdil" hükmünde olabilir? Fazîletli olabilir?
"Millî irâde" de, "âkil" mi yoksa "âdil" mi önceliklidir/ öncelikli olmalıdır? Mâkûl'deki, âkil mi önde bulunmalıdır, âdil mi? Demokrasi'yi, hangisinin rejimi olarak takdîm etmek doğrudur?
Mes'uliyetini bilen salâhiyetlilerin taksim edildiği rejim mi daha uygun olur; menfaatlerin mes'uliyetsiz salâhiyet paylaşımı mı?
"Millî irâde" tecelli ettiğine/ettirildiğine ve tek hüküm mercii o olduğuna göre; bütün "güç", adâlet dâhil , o'dur/o'ndadır. Fakat sormamız gerekmez mi ki; "millî irâde"nin içindeki adâlet miktarı ne kadardır?" Ve bu miktarı hangi 'makam' tartacaktır?
Belki, 'sıfır'; belki 'yüzde yüz' değil mi? 'Sıfır'ı bırakalım ve sıfırın üstünde bir zerre 'miktar' düşünelim. Bu 'zerre miktar adâlet'i hangi 'makam' tartacaktır?
" Benim kocamı işe aldı" ile, "ihâle işlerim onunla yürüyor" tavrında, ne kadar adâlet varsa, demokrasinin bu bahsindeki "irâde"de de o kadar var demektir!
Fotoğraf makinenizi/kameranızı/mobesenizi açıp bakınız, başka neler var,diye!
İçi dop-dolu değil mi? Ne ararsanız mevcut: Hırsızlık, haset, kıskançlık, cinâyet, fuhuş, gasp, katliamın her türlüsü, boğma, kesme, delme, kırma, parçalama, vazîfe ihmali, sarkıntılık, tecâvüz, kadın cinâyeti, her çeşit t(ı)rafik dehşeti, isyan, yumruklaşma, küfürleşme, insan ticareti, organ ticareti, rüşvet, iftira, iltimas, donma, yanma, göçük-çığ-enkaz altında kalma...
Ve filmin sonunda, Ayaz Bebek dehşetindeki bir görüntü: Bir kadının elindeki çantasını alabilmek için, onun kafasını hırsla defalarca yere çarpan bir câni ruhlu adam...Sonra; kâğıt üzerinde yazılmasına rağmen, ' korunamayan bir kadın'ın, çocuklarının gözü önünde deliş-deşik edilişi...
Film bitmiyor...Devamı yarın!...Maalesef!..
" İslâm ordusunun İran'ı fethettiği gece, Hazret-i Osman, Hazret-i Ömer'in huzûruna girip selâm vermişti. Hazret-i Ömer acele mektup yazıyordu. Mektubu yazıp bitirince yanmakta olan lâmbayı söndürdü. Başka bir lamba yaktıktan sonra onun selâmına cevap verip konuşmaya başladı. Hazret-i Osman, lâmbayı söndürüp, başka bir lâmba yakmasının sebebini sorunca: " Söndürdüğüm lâmba beytülmâlındır. Bana âit değildir. Onu Müslümanların işini görmek için yakmıştım, onların işini görmek için yazdığım mektup bitti. Şimdi seninle şahsî işimizi konuşuyoruz, bunun için de kendime âit lâmbayı yaktım." der.
Bir başka örnek:" Hazret-i Ömer, birkaç bin askeri harbe göndermişti. Harbe gidenlerin evlerine adam gönderip, hâllerini sorması ve geceleri kendisinin şehri gezmesi âdetiydi. Bir gece şehri dolaşıyordu. Bir evin önünden geçerken, ağlayan bir kadın sesi duydu. Kulak verdi:" Halife kocamı harbe gönderdi, biz burada aç-susuz kaldık. Yarın çocukları götürüp halîfenin kapısına bırakacağım" diyordu. Hazret-i Ömer dayanamadı. Gidip bir miktar yağ ve bir çuval unu sırtına alıp, kadının evine getirdi. Ateş yakıp yemek pişirdi. Çocukları kadırıp yedirdi. Sonra kadından özür diledi." (Bknz: Türkiye Gazetesi Yeni Rehber Ansiklopedi, Cilt: 16, sy.125)
Siz, içinde her türlü rezâletin bulunabileceği 'adâlet' adı verdiğiniz bir 'yumağı', bir 'âmâ'ya 'çözdürmeye' kalkışırsanız; ip, her dönemeç başında kopar.
Yüce ve mukades kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'in Hûd sûresinin 112. âyetinde- Peygamber Efendimiz nezdinde- Yüce Rabb'imiz, bizlere şöyle buyuruyor: " Emrolunduğun doğru yolda bulun! "
Bu âyet-i kerîme indiği zaman, Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde: " Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyurulan Kâinatın Efendisi de şöyle demiştir: " Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü"
Adâletin özü, esâsı budur!
Ne yazık ki, yaşadığımız dünyâda, fotoğraf makinelerinin / mobeselerin içindekilerden hiç kimsenin müteessir olduğu da pek görülmüyor.
Kimsenin "sakalı"na da "ak düş"müş gibi değil! Demek ki, 'doğruluk' ve 'adâlet' içinde yüzen bir dünyâda yaşıyoruz!..Ne saâdet!!!
Durum muhâkememizi, Peygamber Efendimizin iki mübârek sözüyle bitirelim:
" Yalan ile îmân bir arada bulunmaz. " ; " Yalan, nifak kapılarından biridir."
Üzerine, betondan kalıplar dökülse bile, hakikati gizlemek mümkün değildir.
*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Em. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar