(Biz, gerçekten karşılıksız sevdik/Prof. Dr. Kenan Erzurumlu)
Kitabı, basılmadan önce, muhterem yazarı Prof. Dr. Kenan Erzurumlu’nun müsaadesiyle okumuştum. Tekrar okumak lüzumunu hissetmemin sebebi, hem beni cezbeden hususların fazla olması ve hem de esere daha tesirli bir şekilde nüfûz edebilmek isteyişimdendi.
Tahlili, çepeçevre/dörtbaşı mâmûr bir şekilde yapamayanların, faydalı bir ‘tenkid’ yapmakta başarılı olamayacaklarını düşünürüm. Bu; hem esere verilen değer ve duyulan saygı bakımından ve hem de, benim, yazarın eser hakkındaki kanaatlerimi pekiştirmem ve onu daha iyi analiz edebilmem bakımından önemlidir. Tabiî ki, bu durum, her ilim ve her san’at eseri için geçerli bir hükümdür.
Önce; kitabın başlığındaki iki cümleyi ‘analiz’le söze gireyim. Birincisi; “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türklük için” sözü, bâzılarının sandığı gibi, sâdece kuru bir ‘s(ı)logan’ değil; bir ‘ülkü’, bir ‘hayat tarzı’ ve târihî muhtevâsı da olan çok geniş bir ‘sosyolojik tavır’dır. Sâdece Türk Dünyası’nı değil, dünyayı şekillendirmeye kalkan bütün ‘emperyal güçlere karşı’, tabiî ki, ‘Avrupalı müstemlekeci zihniyet’ de dâhil, tertemiz, âdil ve asîl dimdik bir ‘Türk duruşu’dur.
Bu ‘tâbir’; tarihî, kültürel, iktisâdî ve her türlü an’anevî vasıf ve kaabiliyetlerden, kahramanlık, misâfirperverlik, hoşgörüden ilim ve san’at değerlerine kadar yaşayış tarzımızın idâmesini, kimseye boyun eğmeden fakat kimseyi de hakîr görmeden hayat sürmeyi, anlatmaya yeterlidir.
İkinci husus; belki de, benim, son cümle olarak söylemem gereken bir husustur. Ancak, içimden, şimdi söylemek geldi. Eserin başlığı altında, Yazar Prof. Dr. Kenan Erzurumlu, şöyle diyor: “Biz, gerçekten karşılıksız sevdik”.
Bu söz tamamen, bir hakîkatin ifadesidir ve inanmayanların da aklına şaşarım. Gelinen noktada, bu cümleye bir ilâvede bulunmak isterim ki, bunu, ‘eserin anafikri’ olarak da kabûl edebilir ve şöyle diyebilirim:
“Biz, gerçekten karşılıksız sevdik ve yine de, her şeye rağmen karşılıksız sevmeye devam edeceğiz”.
“YAKILACAK KİTAP” hakkındaki görüş beyanı, elbette ki, durduğunuz yere, bu mevzûdaki tecrübenize ve esere nüfûz kaabiliyetinize göre değişir. Doğu Kütüphanesi’nin ‘hatırat’ olarak yayınladığı 224 sayfalık eser, sözünü ettiğim bakışlardan biriyle bu’dur yâni bir dönemi tarassut eden mükemmel bir hâtırat’tır.
Eserin siyâsî cephesinin ağırlıklı oluşu ve ‘bir siyâsî hareket’ etrafında bütün millî ve gayri millî unsurlarla, öz’den, merhale merhale çevreye doğru yayılan halkalar hâlinde Türkiye’yi, Türk Dünyası’nı ve bütün dünyayı kolaçan etmesi, eserin ‘sosyolojik boyutunu” ortaya koymaktadır.
Sosyolojik tahliller yapabilmek, apayrı bir birikimi gerektirir. Çünkü, sâdece günü, sâdece kendi çevrenizi bilmeniz yetmez, daha geniş sahalara açılmanız ve tarihî hakikatlerle yüzleşebilmeniz de gerekir. Bu da yetmez!.. Çünkü, bunları bilmek başka, analiz etmek/yorumlamak/tahlil edebilmek ve sunabilmek başkadır.
Hayat bir nefesliktir ammâ ona derinlik kazandıran tarihtir ve tarihi de tarih yapan ‘iç’ ve ‘dış’ muhasebedir. İç muhasebeye vâkıf olunup târîf ve îzahı yapılmadan, dışla ilgili hususların tahlili sathî kalır ve hattâ yapılamaz.
Prof. Dr. Kenan Erzurumlu, tıp profesörüdür. Doktorların, avukatların ve öğretmenlerin hattâ subayların, birebir insanla irtibatı, sosyolojik bakımdan farklı cephelerden de olsa, hâdiseleri teşhis, tespit ve tahlilde önde olduklarını söyleyebilirim.
Prof. Erzurumlu; meslekî ve siyâsî tecrübelerinin yanında, “Her şey baba ocağında başladı” dediği fikrî/siyâsî faaliyetlerini bir ‘hâtıra üslûbu”yla anlatmasının yanında, sözünü etmeye çalıştığım ‘sosyoloji’nin de gereğini yerine getirmektedir ve bir siyâsî teşekkül olarak bütün safahatı boyunca Milliyetçi Hareket Partisi’nin geçirdiği merhaleleri ve kendisinin de içinde bulunduğu dönemleri dile getirmiştir.
Şunu hemen belirteyim ki, bu tür “iç analizler”, bizde, ‘çok değildir’den ziyâde hiç’e yakındır. Değişik siyâsî görüşlerin, kendi mensubu bulundukları teşkilâtların fikrî ve fiilî faaliyetlerini tahlil, hem kendi hatalarını görebilmek ve söyleyebilmek ve hem de görebilecekleri ‘tepkiler’ yüzünden hiç de kolay değildir.
YAKILACAK KİTAP; başlangıç îtibâriyle, böyle bir faaliyete teşebbüs ve cesâret bakımdan takdire değerdir. Bu görüşün mensupları, her şeyden önce, bir dâvânın; “lider, doktrin ve teşkilâtın”, kendini bu işe vermiş fikir adamları tarafından ‘tenkit edilebilirliğini’, bugüne kadar yapılanların ‘doğruluğunu veya yanlışlığını’ masaya yatırabilen bir ‘kadro’nun bir ferdi olduğunun şuûrunda ve idrâkinde olarak iftihar vesîlesi yapmalıdır.
Hatasız kul olmaz ve her şahıs, nezâket ölçüleri içinde tenkit edilebilirdir.
Prof. Dr. Kenan Erzurumlu; “Yakılacak Kitap”ta, 2019 yılı îtibâriyle, elli dördüncü kuruluş yılını bitirecek olan bir fikir hareketini ve siyâsî teşkilâtlanmasını ‘samimî’ bir şekilde, gönlünden geçtiği gibi analiz etmektedir.
Diyor ki: “Konuya devam etmeden önce, CKMP, Başbuğ, liderlik, ikinci adamlık gibi konularda bugüne kadar yeterince konuşulmamış bâzı değerlendirmelere değinmek istiyorum.
Doğrudur: Türkeş Bey, Hindistan dönüşünde CKMP’ne girmiş bilahare genel başkan seçilmiştir. Milliyetçi Hareket’in doğuşunda-gelişmesinde, şüphesiz ki, Türkeş Bey’in rolü-etkisi çok büyüktür.
Ama olay, sadece Türkeş Bey meselesi değildir.
1965’e gelene kadar “dernekçilik” şeklinde yürütülen ve siyaset boyutu kişisel tercihlere bağlı kalan Türk Milliyetçiliği hareketi, daha Türkeş Bey Hindistan’dan dönmeden -ve şüphesiz kendisinin bilgisi ve önerileri doğrultusunda-, CKMP’ye yönelmiştir. Hatta birçok Türk Milliyetçisi (içerisinde günümüzün kıdemli akademisyenleri de mevcuttur), CKMP’ye kaydolmuşlardır. 31 Mart 1965 tarihinde Alparslan TÜRKEŞ ve arkadaşları CKMP’ye üye oldular. Türkeş Bey, 21 Nisan 1965 tarihinde parti genel müfettişi; 01 Ağustos 1965 tarihinde Genel Başkan oldu.” (Sf. 32)
Bu hareketin kökü derinlere gitmesine rağmen, son hamle, “dernekçilik”ten başlayarak, Alparslan Türkeş’in öncülüğünde siyâsî harekete dönüştüğü, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) olarak 1965-1969 ve 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını almasından sonra da, 1978-1979 ve 12 Eylül 1980 darbesi ve müteakip yılları olan Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) dönemlerinde ve yine Milliyetçi Hareket Partisi’ne geçişinde, en zor, en çatışmalı, en eziyetli, zulümlü, işkenceli ve en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır.
01 Ağustos 1965’le Alparslan Türkeş’in vefât târihi olan 04 Nisan 1997 yılları arasında geçen takribi 32 senelik zamanda, birkaç kez iktidar ortağı olmuş ve hükûmette bulunulmayan zamanlarda bile, dâima sözü dinlenir bir lider ve îtibârı yüksek güvenilir bir siyâsî parti olmuştur.
Alparslan Türkeş’in vefâtını müteakip başa geçen MHP kadroları, 1999’da, Türkeş’in vefâtıyla esen/estirilen rüzgârla Üçlü Koalisyon ortağı olmuş, buna rağmen, dar bir kadro hareketiyle ve tam bir rehavet içersinde, adında “hareket” ve “milliyetçi” kelimeleri bulunan koskoca teşkilât, hedefsizlikle 2019’a gelmiştir.
Prof. Dr. Kenan Erzurumlu, Önsöz’ünde, geçirilen safhaları şu şekilde hulâsa eder:
“Bu kitap yazılmayacaktı. Yaşananlar, geçmişte kalmalıydı. Bugüne kadar kaldı; kalacaktı...
Ama...
Suskunluğumuza kandılar/güvendiler. Unuttuğumuzu sandılar.
Dünün korkakları-hainleri, kahraman pozlarında arz-ı endam ettiler.
Yetmedi: 31 Mart 2019 seçimleri ve sonrasında “ülkücü hareket” kendini kaybetti. Ne yaptığını bilemez hâle geldi
(...) Gelecek nesiller için, konuşmadıklarımızı yazmamızın gerektiğine karar verdik.
Hepsini yazabildik mi? Hayır..
-Bildiğimiz her olayı-, her yönüyle açıklayabildik mi? Hayır.
Bizi eleştirenler, hepten haksız mı idiler? Hayır!
Dileriz ki: bu kadar “hayır”dan “hayr” olsun.”
Yarım asrı aşan mâzîye sâhip bir siyâsî hareketi bir kitapla anlatabilmek zâten zor ve imkânsızdır. Kişiler; bulundukları noktadan, hâdiselere, nüfûz edebildikleri ve hâdiseleri anlatmak istedikleri kadar okuyucuya sunarlar.
Doğrusunu isterseniz, kitabı, yayınlanmadan önce okumama rağmen, meselâ, farklı zamanlarda cereyân etmiş olsalar da, Atsız-Türkeş, Türkeş-Yazıcıoğlu, ihtilâflarıyla; Necip Fâzıl-Türkeş yakınlaşmasının sebepleri hakkında hulâsa da olsa bir fikir verilse iyi olurdu. Nitekim; 1977’de Türkeş-Necip Fâzıl ve buna bağlı olarak Seyit Ahmet Arvasî yakınlaşması önemlidir.
Hüseyin Nihal Atsız’dan Necdet Sancar’a, Fethi Tevetoğlu’na, Zeki Velidi Togan’a, Hüseyin Namık Orkun’a, Reha Oğuz Türkkan’a...kadar, Ahmet Kabaklı, Ayhan Songar, Süleyman Yalçın, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Emine Işınsu Öksüz, İskender Öksüz, Necmettin Hacıeminoğlu, Abdurrahim Karakoç...gibi ilim, fikir ve san’at adamlarının takviyesi, Dündar Taşer, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Gün Sazak, Galip Erdem, Orhan Şâik Gökyay, Zeki Sofuoğlu hattâ Osman Yüksel Serdengeçti gibi fikir, teşkilât ve aksiyon adamlarının yokluğunu giderir olmuşlardır.
Sormanın tam zamanıdır diye düşünüyorum: Bunların mirasçıları nerededirler, söyleyebilir miyiz?
Bu vesîleyle, önemli gördüğüm bir hususu nakletmek isterim: Necip Fâzıl, Alparslan Türkeş’in 3 Mayıs 1977’de yayınladığı “beyânnâme” üzerine bâzı görüşler ileri sürer ve aynı yıl yayınladığı Rapor-3’te şu tespitlerde bulunur:
"(...) Alparslan Türkeş, yatalak bir idareye karşı, fikirsiz bir hareket saydığı 1960 İhtilâline, başta, sırf bir fikir yönü vermek ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin ihtilâli sömürmesine mâni olmak için katılmış fakat bu gidiş önlenemeyince ondan uzak kalmış, Türk Milleti ve tarihinin ihtilâl kadrosuna biçtiği suçluluk dairesinin dışında kalmayı ve ibrasına nail olmayı şart bilmiştir.
Alparslan Türkeş ve Partisi'nin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiîliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm îmânıdır.
Alparslan Türkeş ve partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.
Alparslan Türkeş ve partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi'nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.
Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tayinde kıstaslarımız şudur ki: Fert, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakkın düşmanları düşmanımız, Hakkın dostları dostumuzdur.
(...) Türk'ün ruh köküne inmeyen ve bağlanmayan her tedbirin temelsiz kalacağı inancındayız."
Necip Fâzıl, şöyle devam eder:
"150 yıldır, her gün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milleti'ne "beklediğim geliyor" müjdesini vermenin ilk ümit günü bu tarihî andır.
(...) İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.
Allah'ın inâyeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun. Necip Fâzıl Kısakürek".
Yeniden, elbirliğiyle, büyük hedefi gözleyerek asıl’a dönmek zorundayız. Kimse, kimseden bir şey beklemeden, fakat, herkes, kimselerin ve ecdât yâdigarlarının hâtırasını göz önünde bulundurarak, hiç durmadan, öteye-beriye eğilip bükülüp yalpalamadan vargücüyle çalışma gayretinde olmalıdır.
Yapılanların, yazılanların, söylenenlerin ve söylenmekte imtinâ edilenlerin hepsini birden bir istişâre zemini ve tetikleyicisi kabûl ederek, Prof. Dr. Kenan Erzurumlu’nun bu samimî yaklaşımı ışığında bir ileri gidiş hamlesi görmek ve bu yolda elele, gönül gönüle tutuşarak yürümek lâzımdır.
Dünya Türklüğü sâdece bir ‘mıntıka’ya ve kısa bir ‘zaman dilimine’ mahsus değildir. Doğusu ve Batısıyla kadîm Türkistan’dan Kerkük’e, Kırım’a, Karabağ’a, Orta Avrupa’dan Balkanlar’dan Anadolu’ya aynı “ruh kökü”nün mensupları ve temsilcileri olarak yepyeni bir dirilişin öncülüğünü yapabilme şuûrunda bulunulması kaçınılmazdır.
“Türk’ün ruh kökü”nü kazımak isteyip, Türk yurtlarını talan etmek isteyenlere karşı dimdik olmanın yolu, birlik içinde çok çalışmaktan geçtiğinin idrâkinde olmak/olmamız şarttır.
Bu düşüncelerle, her ne pahasına olursa olsun, böyle bir hassas mevzûda murakabe yapan Prof. Erzurumlu’nun çalışmasını takdir ve tebrikle, söylediği herbir hususu bir istişâre kabûl edip bu hususlara tekrar dikkat edilerek tekrar tekrar düşünülmeli, düşünülmelidir!..
Siyâset; idâre etme mahâretidir ve elbette ki, zor iştir. Kolay olan ne var ki!..
Bilinmelidir ki; o, ne adâletin önündedir, ne ilmin ve ne de güzel san’atların!..
En büyük sıkıntımız az düşünmek ve maalesef istişâre etmekten kaçınmamızdır.
Sözü, Necip Fâzıl’ın bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Türk’de bozulan ancak Türk’de düzelebilir...Türk’de düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir”.