Sosyolojiden söz etmek için sosyolog olmaya lüzum yoktur. Bütün mesele, yaşanılan cemiyet içinde, halkla hâldeş olunmuş ve birebir yaşanmış hâdiseleri tespit edip, onlara müspet ve menfi cepheleriyle teşhisler koyup, neşter vurup, onları çareleriyle dile getirmektir.
‘Türk sosyolojisi’ tâbirini şuûrlu bir düşünce tarzıyla dile getiriyorum. Bu yazımda, şu veya bu kişinin, Türk veya yabancı bir sosyoloğun şunu veya bunu demesine hiç aldırış etmeden, tamamiyle kendi müşahedelerimle ortaya koymayı arzu ediyorum.
Şüphesiz ki, bu, ne bir hâtıra yazısı ve ne de bir hikâye anlatımı olacaktır. Ancak, hâdiselerin sevinç veya burukluğu, belki de bizi, sosyo-p(i)sikolojik ve sosyo-kültürel incelikleriyle düşündürecektir.
Cemiyetlerde, elbette ki, ‘değişim’ olacaktır ve bu, en tabiî bir insan hakkı ve tecellisidir. Kimsenin, bundan kaçması da mümkün değildir, çünkü, bu hâl, kolay kolay bir ferdin başarabileceği şey değildir. Değişim; bir cephesiyle, ‘kitle hareketi’dir.
Türk milleti, târihî değerleri çok yüksek; geçmişi, çok gerilerde bulunan şanlı bir millettir. Batılı toplumların/halkların ‘milletleşmesi’nin, Doğulular’a göre çok geç olması, Batılılarda aşağılık duygusu meydana getirmekte; Türkler’in, cihangirlikleri yanında, üstün bediî zevklere sahip olmaları, ayrıca Batılılar’ın kıskançlıklarına sebep olmakta ve dâma hücûma uğramaktadır. Ne yazık ki, bugün, durum yâni bu kıskançlık, böyle değildir.
Devam edelim:
Türk milleti, bugüne kadar geçirdiği değişimlerinde, tabiî olarak, pek çok inişler ve çıkışlar yaşamıştır. Biz, dünlerde, Orta Asya bozkır kültürünün insanlarıydık. Zamanla, cihânşümûl olduk. Şimdilerde ise, Türkiye Cumhuriyeti olarak, belki de dünyada emsaline az rastlanan üç tarafı denizlerle çevrili, hem bir kara ve hem de bir deniz devletiyiz. Böyle derken, ‘Acaba öyle miyiz?” diye de içimden geçmektedir ve üzüntüm pek fazladır. Ve yine, ne yazık ki, ne denizimizi ve ne de kara coğrafyamızı arzu edilen şekilde kullanabiliyoruz!..
Bugün, dünyanın herbir zerresinde medeniyet izlerinin yanında mezarlıkları da bulunan Türk milleti, hâlâ, (Doğu-Batı) Türkistan’dan, Kırım’da, Kerkük’te, Kuzey Kıbrıs’ta, Almanya’da, ABD’de, Balkanlar’da, Türkiye’de ve dünyanın her mekânında aynı ‘temel kültür’ öz’üyle, hüküm sürmektedir.
Yâni; Balkanlar’daki bir Türk ile, Azerbaycan’daki, ABD’deki, Özbekistan’daki, Türkistan’daki veya Kerkük’teki bir Türk arasında, bu ‘temel kültür değerleri’ bakımında hiçbir fark mevcut değildir.
Bilinmelidir ki; coğrafya yâni vatan ile, üzerinde yaşayan kavim/millet/budun/ulus, ne dersek diyelim, Türk’ü, aynı öz’de birleşenler olarak değerlendirmemiz lâzımdır. Saydığım bu coğrafyalarda, Balkanlı, Azerbaycanlı, Amerika Birleşik Devletlerili, Türkistanlı, Kerküklü…ifadeleri birer ‘milliyet’ târifi değil, coğrafî belirleme/işâret veya târiftir.
Yeni Türk Sosyolojisi’ne dâir söz söylemek aynı zamanda geleceği yazmaya çalışmaktır. Bugünün inşâ edilmekte olan ‘sosyal hayatı’, yarınlara temel teşkil edeceği için önemlidir. Muhakkaktır ki, bu, tek yönlü, tek cepheli bir değişim hareketi değildir/olamaz.
Son dönem Türk sosyal yapısı, tabiî ki, başta Türkiye olmak üzere, bir takım çelişkiler yaşamaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1.ÖNCE TÜRK VARDI-SONRA DA TÜRK OLACAKTIR:
Son zamanlarda, “Türk diye bir ırk yoktur”dan, Türk milliyetçiliği de kastedilerek “Her türlü milliyetçiliğinin ayaklar altına’ alınmasına ve bilâhare de “Suriyelilerin Türkleştirilmesi”nden söz etmek, çıkarılmak istenen hatta çıkarılan ‘zihnî kaos’un ilk adımları olabilir.
Esef vericidir ki, bunları söyleyenler, mes’ul kişilerdir. Bu ifadelerle halka hitap etmek, aynı zamanda, ‘dünyâ sosyolojisini’ de bilmemektir. Hem salâhiyetli ve mes’ul bir mevkide bulunacaksınız ve hem de ‘millî mutabakat metni’ olan Anayasa’nızın hükümlerini dışında konuşacaksınız.
Bilge Kağan: “Ey Türk Oğuz beyleri, ey milletim işitin!” ve Mustafa Kemal Atatürk de, “Ey Türk Gençliği...Ey Türk istikbâlinin evlâdı” diye kükreyerek, farklı zamanlarda, benzer ifadelerle birer işâret fişeğiyle istikamet tâyin etmişlerdir.
Buna; Hunlar’dan, Göktürkler’den, Gagavuzlar’dan, Başkurtlar’dan, Çuvaşlar’dan, Karakalpaklar’dan, Balkarlar’dan, Kaşkaylar’dan, Karaçaylar’dan, Kumuklar’dan, Yakutlar’dan, Özbek, Kazak, Tatar, Osmanlı’dan, Akkoyunlu’dan, Selçuklu’dan, Karamanoğlu’dan Azerî’den Balkan Türkleri’ne, Kerkük, Kırım Kuzey Kıbrıs Türkleri’ne, Uygur Türkleri’ne, Türkiye Türkleri’ne kadar herkes dâhildir.
Türk’ün öz’ü, kimyâ’sı, târihi boyunca, hangi coğrafyada bulunursa bulunsun, herbirinde aynı mevkide, miktarda ve aynı seviyede mevcuttur. Sözünü ettiğimim bu husus, temel asgarî değerlerdir.
“Değişim”; sâdece bir sözden ibâret olunca, hiçbir mâna ifade etmez. Değişimin, kişi olarak herkeste ve tabiî olarak da her cemiyette menfî ve müspet unsurları vardır. Bunlar çok cephelidir: Ahlâkî, dinî, millî, lisânî, örfî, bediî, ilmî, edebî, teknolojik değişimlerin insan ve cemiyet üzerindeki tesirleri, kültür değerlerinin sosyal hayat üzerindeki hafifletici veya zorlayıcı baskılarını gösterir.
Bu durumu, “Türk Milletinin P(i)sikolojisiyle Oynanıyor” (Bknz. M. Halistin Kukul, www.kapsamhaber.com-03 Mayıs 2015) başlıklı yazımda açıklamıştım.
Bir milletin p(i)sikolojiyle oynamak nedir?
Kısaca; onun fikrî yapısını alt-üst etmektir. Bu, neyle altüst edilir? Önce; dil ile/lisan ile, değil mi? Çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin zihnî yapılarını karmaşaya sürükleyip, onları tezatlar içinde yüzdürmek, bâzı çapraşık mânalı ve müstehcen kelimeleri piyasaya sürmekle mümkündür. Bu hâl, okul kitaplarındaki uydurukça ve yabancı kelime istilâlarıyla maalesef son haddine ulaşmıştır.
Dîğer taraftan; son günlerde bilhassa siyasetçilerin birbirlerine, “hırsız, şerefsiz, darbeci, alçak, hâin, terörist, yalancı, müfteri, çete, münafık, şarlatan, tuzluk..” gibi hitaplarda bulunması, bu bozulmanın önünü açmıştır. Kaldı ki; bu sözlerin/kelimelerin çok daha vahimi, son yapılan 2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinde meydan meydan çınlamıştır!..
“Argonun Yaygınlaşması” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-08 Ocak 2018) ve“Argoyu Meşrulaştırmak” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwkapsamhaber.com-17 Ocak 2023) başlıklı makalelerimde, bunların bâzılarını şöyle tespit etmiştim: “Zillet, illet, köstebek, ajan, diktatör bozuntusu, devşirme, Truva atı, mandacı, çöplük, çürük, çukur, çapulcu, cibilletsiz, ırkçı, şeyini şey ettiğimin şeyi, kafatasçı, ölü sevici, avara kasnak, mankafa, İsrail dölü, uçkuru kaptırmışsınız uçkuru, kansız…” ve daha niceleri!..
Bu, ne midir?
Söyleyelim: Bu, şu demektir ki, artık böyle bir lisan, çocuklara, gençlere, millete/topluma/halka yeni bir “küfürlü/hakaretli hayat tarzı” telkini ve tavsiyesidir. Zihinleri bu kelimelerle meşgul ve işgal etme hareketi, p(i)sikolojileri yıldırma faaliyetidir. Elbette ki, bunların, kim(ler) tarafından ve kimler için söylendiği de önemlidir.
Tarih sayfalarını açıp bakınız, hiçbir Devlet yetkilisi, bir başkasına, bugünkü gibi/bugünkü kadar, böyle galîz, böyle müstehcen ve böyle küfürlü/hakaretli/küçültücü/aşağılayıcı sözlerle hitap etmişler midir?!
Bunun için diyoruz ki; bu, yeni bir ‘kültür’dür ve bu kültür, yeni bir ‘menfî Türk sosyolojisi inşâsı’nın hazırlanma safhasıdır.
Böylece; bütün ‘müzâkere/iştişâre/uzlaşma/birbiriyle irtibat kurma/mutabakat” zeminini de ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Devlet ağzı küfretmez, kibirlenmez, hakaret etmez, aşağılamaz; Devlet ağzı, müşfiktir, sevici, sayıcı, okşayıcı, himâyeci, gülümseticidir.
Bugün, Türkiye ve dünya Türklüğü’ne müşterek hamle cesâreti verebilecek, “Büyük Türkiye- Ne Amerika Ne Rusya Ne Avrupa Ne Çin Her Şey Türklük İçin veya Tanrı Dağı Kadar Türk Hıra Dağı Kadar Müslüman’ gibi sözleri temel alarak ilim, san’at ve siyaset yolunda ilerleme ülküsü kazanmış bir ‘tavrımız’ yoktur.
Şahsen; gençlik yıllarım ve bilhassa (Kara Harp Okulu ve bilâhare Üniversite) 1961-1967 yıllarında, arkadaşlarımla, “Büyük Türkiye-Yüz Milyonluk Türkiye” gibi, büyük hedeflere göz diker, şahlanırdık.
Ne yazık ki, üniversitelerimiz, dünya üniversiteleri arasında/sıralamasında orta seviyelerde bile bulunmamaktadır. Bütün bunlar, Yeni Türk Sosyolojisi’nin, eskiye nazaran, çöküşe götüren yeni emâreleridir.
Kaldı ki, uyuşturucu gibi, toplumu temelinden sarsan bağımlılığın liseliler seviyesine kadar indiği de istatistikî olarak ortadadır.
O hâlde; Türk, tarihî üst millî bir hüviyet olarak şahlanışını yaşamalıdır. Kimsenin, onu, kıyısından köşesinden törpülemesine müsaade edilmemelidir.
2.YALAN:
Bu, beş harfli kelime, her kötülüğün başıdır. Bunun ne mekânı vardır, ne de milliyeti. Yalan, her nerede var ise, kahpelik, ikiyüzlülük, sahtekârlık, kayırmacılık, alçaklık, şerefsizlik, fesat gibi bütün menfi unsurlar orada mevcuttur.
Yalancı insan, aynı zamanda kibirlidir. Kibir yânî bir kişinin kendisini başkalarından üstün görmesi, insanı felâkete götüren bir davranıştır ve insanlar arasındaki müspet münâsebetlerin kökünden kazınmasına da sebebiyet verir.
“Yalanla îmân bir arada bulunmaz” sözü, bir inci gibidir. Pırlanta bir sözdür.
Bir defa; bir Türk, şu veya bu menfaat sebebiyle, asla ve kat’iyyen yalan söylemez/söylememelidir. Tarih, bunu böyle kaydetmiştir ki, Türkler arasında yalan ve zinâ çok kötü huylardandır. Öyleyse, bir muhakeme yapalım ve bakalım ki, bu, böyle midir?
Çocuk olsun, yetişkin olsun veya sağlıklı herhangi bir ihtiyar kişi olsun, muhalif olabilecek bir soru karşısında hemen ‘müdafaa’ya geçmektedir hatta yerine göre ‘mukavemet’ göstermektedir.
Yânî; bir vatandaş, farazâ ben, bir ‘yanlış’ yapıyorum ve uyarılıyorum. Biri(leri), beni îkaz ediyor. Bile bile yaptığım yanlışa isyân edercesine itirazda bulunuyorum. Bu da şu demektir ki, ben, hem hatalı davranıyorum ve hem de, hatamı telâfi etmek yerine, bir başka hataya yânî yalana müracaat ediyor ve itirazda bulunarak ikinci bir suç/günah işliyorum. Vaziyet budur!..
Yanlışını bile bile müdafaa eden bir zat, katmerli olarak yalana bulanmış olmuyor mu?
Hattâ, ‘üste gelme/üste çıkma’ gayreti de galip gelince, sosyal yapıda yarıklar meydana gelmeye başlıyor ve böylece; ‘iftira faslı’ da, kendini, mükemmel ve hazır bir mekânda buluyor. Yalancı insan; aynı zamanda ‘müfteri’dir. Demek ki, îmân, müfteri ile de, bir arada bulunamaz!..
Peki, bu hâl, zihinlere nasıl yerleşiyor?
Elbette ki, bu, her dönemde vardı ve “Öğretmenine iyi görün!” tavrıyla başlardı. Hâlbuki; ‘İyi olmak’ başka, “gibi görünmek” başkadır.
Bu hususta, “Kültürün Bozulmasında En Temel Unsur: Yalan” (Bknz. M. Halistin Kukul, Bizim Külliye Dergisi, Aralık-Ocak-Şubat 2014-2015, Sf. 58-61) ve (Bknz. M. Halistin Kukul, Yalana Dâir, wwwkapsamhaber.com- 29 Haziran 2017; Denge Gazetesi, 01 Temmuz 2017, Sf. 8) başlıklı makalelerim çok mühimdir.
Bir başka örnek sunayım:
Bir arazi meselesinde ihtilaflı iki kardeş. Yaşları altmışın üzerinde. Kendini mağdur gören, ölçüm için kadastroya/Devlet’e teslim oluyor ve ilgilileri dâvet ediyor. Baba da hayatta. Mağdurum diyen kişi, babaya da, ölçümde bulunması için ricâda bulunuyor. O da, geliyor.
Memurlar, iki kardeş ve baba, aynı anda ölçümde…Ölçüm esnâsında, çok değil, memurlar, öbür kardeşin arazisine onbeş- yirmi santim genişlikti ve onbeş-yirmi metre de uzunlukta giriyor. O zat, hemen feveran edip, devlet memurlarının işâret çubuklarını koparıyor ve “Ben, burayı babamdan satın aldım!” diye itirazda bulunuyor. Mağdur, sessizdir ve takiptedir!..Zirâ; hâdisenin tarafı, artık, Devlet’tir!..
Tabiî ki, burada, “Babadan satın almak” çok mühim bir cümledir!..Baba, sessiz, yâni “Evet!” der gibi!.. Var mı böyle bir şey? Yâni, “satış” mevzubahis olmuş mu? Hayır!..Tuhaf bir hâl değil mi? Yalan, işte böyle kötülerin kötüsü bir hâl’dir!..
Bu da bir değişim, değil midir?!..Bu da ve bunun gibi çokça rastlanılan hâdiseler, menfi sosyolojiyi ilgilendiren vakalar olmuyor mu?!..Bu hâl; ister hukukî, ister dînî ve isterse örfî olsun, ahlâkî çöküntünün emârelerinin başında gelmiyor mu?
Görülmektedir ki, sosyal hayatta hiçbir hâdise, birbirinden ayrı değildir. Hâdiselerin birbiriyle irtibatlı/bağlı/rabıtalı oluşu, insanlar arasındaki itimat/güven bağını daha da zayıflatmaktadır. Âilevî bir hâdisenin ‘yalan’ sebebiyle itimatsızlığa dönüşmesi ve bir noktadan itibaren de, bunun nesillere sirâyet etmesi, geleceğe dâir huzursuzluğun da işâreti olmaz mı? Neyi kimden saklıyoruz/saklayacağız?
Başta, akrabalık zayıflıyor; komşuluk, darmadağın; arkadaşlık, yok olmaya meyyal oluyor ve kaybolmaya yüz tutuyor!..Yeni Türk Sosyolojisi’nin bir ayağı da budur!..Âilenin bir başka çöküş alâmeti’dir.
Küçüğü, büyüğü yok ammâ en korkunç yalanlar, ‘polemik’ adı altında, bomboş ‘ağızdalaşı’ hâlinde siyâsette, makam-mevki koparmada/kapmada/elde etmede ve mal-mülk-servet kazanımında yaşanıyor.
En hazini ise, bir siyasetçinin söylediğini, kendisinin veya umumun menfaatine uygun görerek ‘muhakamesiz’ bir şekilde partizanlıkla alkışlayanların, hâdisenin aksi tecelli ettiği hâlde de, yâni yanlışı, göz göre göre, yine aynı hararetle alkışlamalarıdır.
Bu iki türlü alkış, hem yalan konuşanın maharetinden (!), hem de, alkışlayanların gafletinden, muhakemesizliğinden ve tarafgirliğinden gelmekte ve hâliyle, sarsıntı, çok cepheli olarak herkese sirâyet etmektedir.
Yânî; rahatlıkla ve hiç tereddütsüz olarak diyebilirim ki, Türkiye’nin hattâ dünyanın birinci meselesi, ‘her tarafı bir ahtapot gibi saran yalan’dır!..
Bilinmelidir ki; dürüstçe kaybetmek, yalanla/sahtelikle kazanmaktan çok daha şerefli ve çok daha makbuldür!..
3.ZİNÂ-LGBT VESÂİRE:
Bu sapıklıklardan birincisi yâni zinâ, 2004 yılından itibaren, Avrupa Birliği’nin isteği/talebi/emri/arzusu/baskısı üzerine ‘serbest’ bırakılmış olmasına rağmen, bizim toplumumuz tarafından hiçbir tepki çekmemiştir. Ne yazık ki, bu serbestlik, hâlen de devam etmektedir!..
İkincisi de, Devlet’in yine birinci ağzından meydanlarda haykırılarak söylenerek aleniyet kazanmış, her yaştaki insanımızın –bilhassa çocukların ve gençlerin-gözü önünde p(i)sikolojik tahribata sebebiyet veren bu çirkin ifadeler, üzüntü vericidir ki, Türk toplumu tarafından yine suskunlukla karşılanmıştır.
Zinâ’ya ses çıkarmayan bir Müslüman cemiyeti nasıl olabilir? Kur’ân-ı Kerîm’in bir hükmüne karşı çıkmak mânasına gelen bu uygulama nasıl tasvip edilir ve hattâ alkışlanabilir!?
Başörtüsü için, senelerdir, kıyameti koparanlar, zinâ hususunda niçin konuşmamaktadırlar? İslâmî değerlerimizin hükümlerinin uygulanmasındaki bu keyfilik nedendir?
Bu âna kadar bu hususta;
“Deizm: Ufuktaki Tehlike”,(Bknz. M.Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-09 Eylül 2020/Aydın Efesi Dergisi, Sayı: 60, Ocak-Şubat 2021, Sf. 3-4”);
“ İdâm-Fâiz-Zinâ ve Kadın”, (Bknz. M.Halistin Kukul, wwwkapsamhaber. com-04 Ocak 2021);
“Başörtüsü-Zinâ-Fâiz ve İdâm”, (Bknz. M. Halistin Kukul, wwkapsamhaber.com, 15 Ekim 2022) ve
“Başörtüsü ve Zinâ”, (Bknz. M. Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-10 Ocak 2023” tarihli yazılarımda da ifade ettiğim gibi, bunlar, tamamen mukaddes ‘âile kurumumuzun’ tahribinin de ötesinde, onu çökertici tavırlar olarak, Türk sosyolojisinin en feci hâllerindendir.
Hattâ; “Kadın Cinâyetlerinin Arka P(i)lânı” (Bknz. M. Halistin Kukul, (Aydın Efesi Dergisi, Mart-Nisan 2016, Sf. 3-6) ve “Kadına Değer Vermek ve Kadın Cinâyetleri” (Bknz. M. Halistin Kukul, Canik Belediyesi Geçmişten Geleceğe Kadın Sempozyumu Bildirileri, Cilt:1, Samsun 2016, Sf. 285-287) başlıklı makalelerimde de, bu mevzuyla ilgili hususlara âcilen tedbir alınması ricasıyla temennide bulunmuştum.
Çünkü bunların hepsi, İslâm’da korunması gereken beş temel hususu ilgilendirir ve herbiri, başlı başına bir sosyal unsurdur: Canın korunması, dînin korunması, aklın korunması, malın korunması ve neslin/soyun korunması, ancak bu hâllerden kurtulmakla mümkündür.
Zinâ; Türk toplumu nezdinde ve her devirde, sâdece ‘âdî’ değil; en ‘iğrenç’ ve en ‘korkunç’ fiiller’den biridir. Utanılacak ayıplı hâllerdendir. Bunlar; şayet, Devlet ağzı ve eliyle ‘meşrû’ hâle getirilirse, hem dînî, hem millî, hem örfî, hem sosyal âhenk tahrip olur ve hem de adâlet, arzu edileni sağlayamaz.
Devlet ağzı; bunları konuşmaz/konuşamaz/konuşturmaz ve eğer varsa, gereğini yapmakla mükelleftir.
Uzun zamandan beri “başörtüsü” bahane edilerek, başta zinâ olmak üzere birçok İslâmî kavramın üstü örtülmüş, gözden kaçırılmış, uzak tutulmuştur. Hâlen, başörtüsü meselesi hâlledilmiş iken, zinâdan, îdâmdan, yalandan, iftiradan, adam kayırmadan, kibirden, fâizden, gasptan, kadın-erkek cinâyetlerinden, çocuk istismarından...bahseden kimse yoktur.
Dikkat edelim: bir kadın, iki-üç çocuklu ve kocasını terkediyor… Bir adam/koca, iki-üç çocuklu; o da, karısını terkediyor...Ve…
Ve; diyorlar ki, biz “imam nikâhı’yla evlendik… Hiçbiri, resmî bir kayıtla boşanmamışlar… Kadınlar ise, iddet süresini/müddetini beklememişler… Evlendik, diyorlar!.. Ve hem de “imam nikâhıyla” diyerek, - doğrusu, elbette, İslâm nikâhı olacaktır- evleniyorlar.
Yânî; İslâm’a göre, zinâ üzre olan bu zânî ve zâniyelerin, ‘imam nikâhı’ adıyla evlilikleri meşru mudur/mümkün müdür, ne dersiniz?
Bu durumu açıklaması gereken başta Devlet yetkilileri ve Diyânet İşleri Başkanlığı olmak üzere, bütün ilâhiyatçılar, buna muhatap değil midir?
Dînî değerlerin bu kadar tahribatına sessiz kalmanın sebebi nedir? Elli seneyi aşkın bir zamandan beri, hâlledilmiş olan ‘başörtüsü meselesi’ hâlâ gündeme getirilirken, bu zinâdan niçin bahsedilmemektedir?
Sosyal tabakaların müşterek dayanağı, müşterek teminatı ve güvencesi ‘adâlet’tir. Bunun sağlanmadığı yerde, hangi dinin ve hangi cemiyet kültürünün ahlâkından bahsederseniz bahsedin, asla ve kat’a, başörtüsü ve zinâ yalanı’ndan kurtulmak mümkün olmaz ve böylece, yukarda da ifadeye çalıştığım gibi, cemiyet olarak bir başka ‘bataklığa’ gömülürüz.
Erkek veya kız, çocukların ve gençlerin duymadığı ve bu yaşlarında duymaması gereken kelime ve tâbirler, bırakınız sokak ağzını, Devlet ağzıyla meydanlarda ifşâya kalkışılırsa, okullarda verilmeye çalışılan ahlâkî değerlerin hiçbir hükmü kalmaz.
Zâten, kaldığını da söyleyen yok gibidir!..
Buna rağmen, maarif sistemine bağlı olarak, burada da yanlış bir hususu dile getirmiş oluyoruz ki, maalesef, okullarımızda da, kılık kıyafet karmaşasından, sözdalaşına kadar müstehcenlik yaygınlaşmıştır.
Bugün; Türkiye’de, istatistiklere bakıldığı zaman görülür ki, bu kadar çok sayıda ‘dînî müessese açıldı” denilmesine rağmen, tarihinin, ateizm ve deizme yönelen en sancılı dönemi yaşanmaktadır. Demek ki, bu, iş, câmi açmakla, imam tâyini yapmakla, imam-hatip lisesi ve ilâhiyat fakültelerinin sayısını artırmakla veya onları yüksek maaşlı yapmakla olmuyor. Ortada, bir ‘usûl” hatası ve “maarif/eğitim-öğretim noksanlığı” mevcuttur.
Yukarda da ifade ettiğim gibi, zinânın serbest bırakılması, Müslüman bir cemiyetin, ne yazık ki, hiçbir tepkisiyle karşılaşmamıştır. Bu da, ayrı bir sosyolojik tahlili gerektirir. Halka, “AB istedi zinâyı kaldırdık. Yanlış yaptık” (20 Şubat 2018) denmesine ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in emrine rağmen, alkışlar son sınırına ulaşmıştır.
16 Haziran 1932 tarihinde “ezânın Türkçe okunması” ve 1950’de aslına dönüldüğünü hâlâ sözkonusu edilir ve bu tarihin yıldönümünde bu hususta ‘hutbe’ okunurken, aynı cemiyetin mensuplarına, zinâ gibi çok mühim bir meselede bilgi verilmez/verilemez ise, bu insanlar niçin suskundurlar ki, elbette, bu husus da, tamamen ve başlı başına sosyo-p(i)sikolojik bir tahlili gerektirir.
Sâdece bu mu? Türk tarihinde en büyük suçlardan biri olan zinâ, maalesef, böyle bir tasvip, teşvik ve hattâ takdirle karşılaşırken, geçmişe dâir birçok husus, her an deşilmekte ve sosyal âhenk çatışmalı bir hâle sürüklenmektedir. Bu da, ‘din istismarı’yla neticelenen bir duruma çevrilmektedir.
4. DİNDÂRLIK- DİN DÜŞMANLIĞI-DİN İSTİSMARI:
Müslüman kişi; Müslümanlığın icaplarını yerine getirmeli, iyilikleri uygulamalı, tavsiye etmeli ve kötülüklerden sakınmalıdır. Peygamber Efendimize vahyedilen emirler hükmünce yaşamalı ve ‘tebliğ’ ötesinde, kimseye tahakküme kalkışmamalıdır. Zîra; Kâfirûn Sûresinde: “ Sizin dininiz size, benim dinim de banadır” buyrulmaktadır.
Din istismarı; bu mübârek hükümler kullanılarak, maddî, mânevî veya siyâsî menfaat temin etmeye çalışmak ve etmektir.
İslâmiyet düşmanlarının kolladığı en büyük fırsat, din istismarcılarının açığını yakalamaktır. Bu sebeple; sâlih bir Müslüman, din istismarına yol açabilecek söz ve fiillere asla yaklaşmamalı, çok dikkatli olmalı, sözünü ölçüp-biçerek itinalı konuşmalı ve davranmalı; böylece, din düşmanlarına açık vermemelidir.
Ancak, görünen ve müşahede edilen odur ki, her Müslümanım diyen kişi, buna riâyet etmemekte ve bunun yanında da, din düşmanlarının konuşmasına zemin hazırlamaktadır.
Hâliyle; yapılan hatalar ve istismarlar; ömründe bir defa olsun ‘câminin içine girmeyenlerin ve İslâm düşmanları’nın işini kolaylaştırmaktadır. Gençlerin ve hatta yaşlıların, dinde diyalogcuların ağına ve tuzağına düşmelerine sebebiyet vermiştir/vermektedir.
Şâyet, bir Müslümanın dediği ile yaptığı birbiriyle uyuşmuyor ise, bundan bütün bir cemiyet zarar görür. Kaldı ki, Müslüman, kendisinden ‘emîn” olunandır. Asla ve kat’a ‘yalan’a tevessül etmez/etmemelidir. Ettiği anda, mevzu istismara yönelir.
Öyleyse; hem sözde ve hem de amelde, “Emrolunduğun üzre dosdoğru ol” emrine uymaya mecbûrdur.
Türkiye’de, din düşmanlığı kadar, Türk düşmanlığı da vardır. Bâzı kişiler, doğrudan doğruya Türk adından rahatsızlık duydukları ve buna tahammül bile edemedikleri hâlde; bâzıları da, Batı’nın veya başka milletlerin ‘sapıklıkları’ dururken, onları bırakıp, yeni fikirlerle dünyamıza ışık tutmaları beklenirken, bâzı Türk büyüklerinin yaptıkları ‘hataları’ köpürtüp köpürtüp ortaya sürmekle meşgûldürler.
Söylediğim gibi, mevzular, birbirleriyle irtibatlı hatta birbirine sıkı sıkıya bağlı, iç içedir. Zinâ, LGBT gibi meseleler, muhakkaktır ki, hem mübârek dînimizin yasakladığı menfur hâllerdir ki; bunlara yapılan en ufacık bir müsamaha doğrudan doğruya, dinî istismarın da ötesinde, tahriptir.
Üniversiteler; siyâsî iktidar ve muhalefetin yâni topyekûn siyasetin kapasitesini aşabilen bir fikir geliştiremez ise, senede bir kitap, dergi veya gazete bile okumadan ‘siyasete rey veren’ sâde vatandaştan bir adım bile ileride bulunamazlar.
Sivil toplum kuruluşları denilen, dernekler, ocaklar, vakıflar, bu mevzularda araştırmacı, çâre bulucu ve uyarıcı olmadıktan sonra mevcudiyetlerinin ne hükmü olabilir!..
Çünkü, sâde vatandaş, geniş ve ihata edici bir muhakemeyle değil, daha ziyâde gündelik his ve görünüşe göre kanaat hâsıl eder ve tavır alır. Ona, bin defa, ‘zinâyı filânca kişi serbest bıraktı’ deseniz de, o, kafasındaki ‘o kişi’yi, o fikirle değil, ona söyleyenle değerlendirmeye kalkışır ve basit ‘particilik’ hesaplarını zihninde canlandırarak, kendi kurgusunu ona göre tâyin eder.
Bu kişiler; câmi avlularında hatta câmi içlerinde yapılan siyâsî değil, partizan p(u)ropagandaları da, kendisinin tasvip ettiği kişi veya zümre yapınca, meşru ve tabiî bulur.
Câmiden çıkınca çocuklara para dağıtmanın çirkinliğini düşünmek bile istemiyorum. Câmi avlusunda, siyasi muarızlara hakarete varan sözler söylenmesinden utanmamayı dehşetli bir insanlık ayıbı kabul ediyorum. Bütün bunlar, sosyolojisinin konusudur. Hattâ, doğrudan doğruya ‘din sosyolojisi’ ve hatta, ‘tarih sosyolojisi içersinde din istismarı’ başlıklarıyla mükemmel tezler teşkil edebilirler.
Hasta ziyâreti veya mezar ziyâreti, insânî olduğu kadar dînî bir gerekliliktir. Siyâset için, belli bir seçim döneminde, bu ziyâretlerde bulunmak, bir vazifenin icabının da dışında, tam bir riyakârlıktır; din istismarının ta kendisidir.
Bir cenâzeye katılmak, bir cenâze evine taziyeye gitmek, elbette ki, dînî ve insânî bir vazifedir. Bunu, siyâsî bir mantıkla partizanlığa âlet edenler, esefle ifade etmeliyim ki, çok fazlalaşmıştır.
Bizim cemiyet; sert ve asık çehreli siyasetçilerden usandığı için hep güleryüzlü ve hâl hatır soranlardan hoşlanır. Ancak; bu tavır, her nedense birden değişmiş ve yeni bir ‘kabadayı-kibirli-üsten bakan- anlayışı’ tasvibe çevrilmiştir. Bir şey var ki, bu tavır, dinî istismarla örtülmüş, halktan gizlenmiş ve bu kaba tavırları ve muarızlara söylenen hakaretli sözleri, hangi cihetten olursa olsun, mâkul göstermeye yetmiştir.
Sosyo-kültürel meselelerde, elbette, ekonominin payı büyüktür. Ancak; ekonominin satın alamayacağı beyin de yoktur. Yâni, ‘para’ sâdece ‘gönül sahiplerini ve hakîkî mânada ideal sahiplerine’ tesir edemez; bu da, incelemeye değer bir başka husustur. Böyle kişilerin varlığı veya yokluğu hakkında da bir tespit var mıdır, bilemem!..
Kaldı ki, meselemiz dînin kendisi değil, onu istismardır/onun istismarıdır. Bilinmelidir ki; bu istismar, en az ‘din düşmanlığı kadar’, belki de ondan daha fazla tehlikelidir. Çünkü; din düşmanı, alenidir; elbette ki, gizlisi, sinsisi de vardır; istismarcı ise, saklı’dır; değişik şekillere bürünerek daldan dala gezer, bukalemun yapılıdır .
Bir başka mesele de şudur: Düşününüz, iki şerefeli bir minârede dörderden tam sekiz hoparlör bulunmaktadır. Nedir bu, bilen var mı?
Ve yine birlikte düşünelim: Dînî bir mevzuda, ‘siyasîdir diyerek’ yazı yazmaktan çekinen, yazmaktan imtinâ eden ilâhiyat hocaları ve Diyânet’ten sorumluları, elbette, bunda müessirdir. Bu hususta, “Mümine Kâfir Demek”, (Bknz. M. Halistin Kukul, wwkapsamhaber.com-10 Mayıs 2023” başlıklı makalem önemlidir.
Meselâ;
“Bu ülkeyi küffâra teslim etmeyeceğiz” sözü, kimler için söylenmiştir?
“Hiç kimse Uhud’daki dağı terketmeyecek” cümlesi, hangi maksatla söylenmiştir?
“Peygamber gurura kapıldı, âyetle uyarıldı. Biz gurura kapılmadık.”, cümlelerinde, kim(ler) sözkonusudur?
……
Câmilerimiz, Allah’ın Evi’dir.
Kışlalarımız, Peygamber Ocağı’dır.
Okullarımız, “Bana bir kelime öğretinin kölesi olurum” anlayışının tecelligâhı, ilim ve irfân merkezleridır.
Bunların hiçbiri, siyâset yapma mekânları değildir, olmamalıdır!...
Peki; p(i)siko-sosyal ve sosyo-kültürel hâlimiz nicedir?
Meselâ; günümüz sosyologlarının, bilhassa ‘din sosyolojisi’ hocalarının bu hususlardaki tespit, teşhis, bilgi, kanaat ve yorumları, analizleri/tahlilleri nelerdir?
Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin Avrupa Birliği’nin talebiyle uygulamadan kaldırılması yanında, bu âyetlerle “Bakara-makara” diye alay etmek de bir başka garabettir ki, bunun toplumdaki ‘karşılığı’ ne olmuştur?.
Peygamber Efendimize hakaret eden Rasmussen’e önce kükreyip, ardından da, onun Nato Genel Sekreteri seçilmesine yol açmak da bu cümledendir ve ‘dış siyâset icabıdır ’ile örtülemez.
Çok dindar görünümlü zatların, kendi ideallerini tahakkuk ettirebilmek için, yürüdükleri istikamet ve âdeta mürit gibi kullandıkları kişilere, en üst perdeden kendilerini ilâhî mevkilerde bulundukları telkinine, zamanımızın umûmî Türk sosyolojinin ve din sosyolojisinin vermesi gereken apayrı bir ‘cevap’ olmalıdır.
Mübârek dinimizin safiyet ve güzelliğinin mü’minlere ulaştırılması hususu, Devlet’in salâhiyetli ve mes’ul tâyin ettiği kişi ve müesseseler tarafından titizlikle tâkip edilmelidir.
Edilmemiş midir? Sathî mevzularla uğraşılmayıp, hakikî mânada gayret gösterilmiş olsaydı, yakın tarihimizde, ‘Devlet’imizin başını ağrıtan hâdiseler’ yaşamazdık. Kaldı ki, bu mes’ele, hâlâ ‘hâlledilmiş değil’dir!..
Dün ve bugün; dernek, ocak, vakıf veya cemiyet adı altında teşkilâtlanmış g(u)ruplar/zümreler, bir başka cepheden ve sâdece İslâmî görünümlü değil, diğer şu veya bu maksatlı fakat gizli/örtülü kuruluşlar olarak da, normal hukukî düzende işlemekte olan meşru yapının altını oyarak, zaman zaman, her yaştaki insan p(i)sikolojini tahribe yönelmektedir.
Meşrû yapı; kendisini, bu istismar batağının dışında tutabilmeli; müdafaadan ziyâde, taarruz ile, bu mes’elenin üstesinden gelmelidir.
Yânî?
Bir tarafta, İslâmî ifadelerle cemiyetin en hassas kademelerine hitap edeceksiniz fakat, diğer taraftan da, “Evlere İbâdet Yeri Açma Ruhsatı/İzni” vererek, ‘Ev kiliseleri yânî Kilise evler’ açılmasına vesîle olacaksınız. Bu durum, demokrasinin bir gereği olarak yapılıyor ise, kendini, ‘en Müslüman’ tavrıyla, ve fakat başkalarına tepeden kibirle bakar vaziyette satmayacaksınız.
Aslında, bu sosyoloji, ‘sahte din tâciri’ p(i)sikolojisidir. Herkese ‘şirin görünmek’ başka; demokrasinin gereği olarak bâzı şeyleri yerine getirmek başka, İslâm’ın mübârek özüyle hitap etmek ve yaşamak başka, bu özü istismar vasıtası olarak kullanmak ise daha başkadır.
Hem kükreyerek kendi paramızla/yâni Türk milletinin paralarıyla kilise açtım, deyip bunu iftiharla haykıracaksınız, hem de, câmi önü siyaset nutuklarıyla, zinâ, fâiz, idam, yalan, iftirâ vs ‘den söz etmeden, muarızlara yükleneceksiniz. Bu da, bir başka derin tahlil mevzusudur ki, sosyologlarımızın bunlardan haberdar olmamalarını esefle karşılarım.
Hulâsa olarak; câmi açılışlarını büyük merasimlerle yapacaksınız fakat bugüne kadar yüzlerce kilise, manastır, şapel ve sinagogu ‘kendi paramızla açtık’ diyerek, iftihar vesilesi yapacaksınız.
İşin acı yanı; ‘aynı kişiler tarafından’, câmi açılışı da alkışlanacak, kilise, havra vs açılışı da, ‘hararetle alkışlanacaktır.
Hele de Akdamar Kilisesi’nin açılışı ve tabiî ki, Sümelâ’nınki!..!...Bu açılışlardaki tantana unutulur gibi değildir!..”
Bu hususta; “Akdamar ve Hocalı’nın Hesabını Kim Verecek?” (Bknz. M. Halistin Kukul, Aydın Efesi Dergisi, Mayıs-Haziran 2014, Sf. 19-20; Selcan Taşçı, Yeniçağ Gazetesi, 28 Nisan 2014, Sf. 5) başlıklı makalemin okunması istirhamım olacaktır.
Yânî; hıristiyan, Yahudi ve başka dînî faaliyetlere, Türk milletinin bütçesinden para akıtacaksınız ammâ öylesine de, İslâm’a hizmet etmiş olacaksınız!..
Yukarda söylediğim gibi, bâzı câmilerimizin minâresinde en az üç- dört hoparlör bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen, câmilerimizin ihtiyaçları için, hâlâ cemaatten para taleb edilmekte, her câmide, para toplamak için, mutlaka, bir naylon leğen hazır bulundurulmaktadır.
Samsun’da bir câminin minâresinde, iki şerefeli bir minârede, dörderden sekiz hoparlör bulunduğundan bahsettim. Bu kadar hoparlörle, nereye ‘ses’ yetiştirilmek istenmektedir?!..
Hiçbir Müslüman’ın, ezân sesinden rahatsızlık duyması mümkün değildir. Ancak, bu ses, 80 desibelden yüksek olursa, meydana gelen gürültü kirliliği her şeye zarar verir. Hak, herkes için hak’tır!..
Bizzat yaşadığım bir başka istismar örneğini daha sunmak istiyorum: Tarih: 26 Mayıs 2023. Yâni, Cumhurbaşkanlığı ikinci seçiminden önceki Cuma namazı öncesi vaazı. Hutbe değil, vaaz!..Vaiz efendi, öyle bir coştu ki, “Bu mücadele, dedi, Hazret-i Musa ile, Firvan’un arasındaki mücadelesi gibidir. Hâlen de devam etmektedir.”
Yâni, meseleyi, bugün de, Hazret-i Musa ile Firavun’un mücadelesine getirdi. Bir defa değil, ardı ardına, birçok defa!.. Îmâları, tam yerini buluyordu!.. Sâdece şahısların ismi söylenmiyordu!.. Peki, Musa kimdir? Firavun kimdir?
Bir başka husus; câmilerde, en çok gençlerden/gençlikten şikâyet edilir ve devamlı olarak da, başta tesettür olmak üzere, haklı olarak içkinin, dedikodunun, gıybetin ve kumarın kötülüğünden bahsedilir. Ancak, tesettür: içinde, kimin bulunduğu belli olmayan karaçarşafın ve bunun yanında da dekolte giyimin artmasına sebep olmuş ise, burada, düşünmek lâzımdır. Bunun için ise, çok uzağa gitmeye gerek yoktur: Devlet’in kendi okullarına bakmak yeterlidir!..
Bilhassa orta dereceli okullarımız ve üniversitelerimizdeki, öğretmen ve öğretim üyelerinin ve çocuklarımızın kılık kıyafetleri üzerinde herhangi bir ‘ilmî’ çalışma yapılmış mıdır?
Vahim olan şudur ki; son dönemlerde, hiç kimse, zinanın, fâizin, îdamın yasaklanmasının, yalanın, iftirânın, müstehcen sözün, gönül kırmanın, adam kandırmanın, komşu hakkına tecavüzün, liyakatsizliğin, kibrin, başkasını aşağılamanın, adam kayırmanın, hak yemenin, devlet malını gasp etmenin çok kötü ameller olduğundan söz edemez oldu.
Peki, bunların hepsi, din istismarı bir yana, yalan batağında dolanmak olmuyor mu?
Yukarda da işâret ettim: Alenen işlenen cinâyetler karşısında, adaleti tecelli ettirici hamlelere yer verilemediği gibi, İslâm’ın emri denildikten sonra, aldatmacayla “îdâm”ın da Avrupa Birliği emirleriyle kaldırılması, iç bünye tahribatımızı artırmıştır.
Yozlaşan toplumlarda, din, siyâset, ilim, san’at ve iktisat, birbirine girer, kaos yaşanılır. Başka nasıl bir kaos beklenebilir ki!?
5 DÎNÎ VE MİLLÎ BAYRAMLARIMIZ- KURTULUŞ GÜNLERİMİZ:
Bayramlar, bizim için birliğin, dostluğun, barışın, sevginin, tarih şuûrunun, birlikte mücâdele azminin, geleceğe ümitle bakmanın, dînî ve millî değerlerimize daha da sıkı sıkıya bağlanmanın birer tezahürüdür.
İki dînî bayramımız olan Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı, gönül telimizi, sevgi ve yardımlaşma şuûruyla perçinleyen cihânşümûl bayramlarımızdır. Ferdî ve sosyal âhengimizi artırıcı, sevgi, saygı ve hoşgörü hasletlerimizi güzelleştirici İslâmî iki bayramımızdır.
Millî bayramlarımız; 19 Mayıs Gençlik ve S(ı)por Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve 23 Nisan Millî Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı’dır. Bu bayramlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ve gelişme hamlesini yaptığı millî mücâdele ruhunu diri tutan birliği sağlayıcı ve millî târih şuurumuzu geleceğe intikal ettiren birer köprü vazifesi de gören bayramlardır.
Bunların yanında, bir de, şehirlerimizin Kurtuluş Günleri vardır. Ne yazık ki, bugün, gerek dînî, gerek millî ve gerekse, yine millî /mahallî muhtevalı Kurtuluş Günleri kutlamaları, zayıfın altında zayıf, cansız, ruhsuz, heyecansız bir hâlde, sâdece “Dostlar alış verişte görsün” kabilinden kutlanmaktadır.
Bu günlerin öncesinde, bütün şehirlerimizde, kasabalarımızda ve hattâ köylerimizde ‘Köy Okulları’ vasıtasıyla , resmî ve hususî bütün kuruluşlarımıza ve evlerimizin balkonlarına şanlı Türk Bayrağımız asılır, meydanlarında ise, davullu, zurnalı, kemençeli, tulumlu halaylar çekilir, barlar-çaydaçıralar-kılıçkalkanlar oynanır, horonlar tepilirdi.
Bunların âtıl bir hâle getirilmesi, sosyal kaynaşmanın zayıflamasına sebep olmuş, bilhassa çocuklarımızda ve gençlerimizde bu ihtişamlı ruh âdeta silinmekle yüzyüze kalmıştır.
6.MAÂRİF SİSTEMİ:
Bir Devlet’in birinci vazifesi, “insan yetiştirme meselesi”dir. İnsanına önem ve değer vermeyen bir Devlet, kat’iyyen, bu vasfı taşıyamaz. Her şeyden önce, insanın saadeti için sağlığı, geçimi, eğitimi ve adâleti baştacı yapmalıdır.
Çok üniversite açılması, o mekânda, herkese eğitim/öğretim hakkı tanımak mânasına gelmez. Her ferdin, kaabiliyet, zekâ ve zevki esas alınarak, dünyanın ilim, sanat ve siyasetini bilmeyi hedef edinen bir sistemin âcilen kurulması şarttır ki, bundan çok uzağız.
Sosyal âhengimizi bozan mevcut uygulamaya dâir hiçbir müspet emâre yoktur. Köy okullarının açılmamasından, üniversite sayısının fazlalığına, her seviyeli okul kitaplarının sayıca fazla, hacim olarak ise hantal ve kullanılan Türkçe ile anlaşılmaz olması, bugünkü maarif sistemimizin hulâsasıdır.
Örnek olarak bir reklâm sunuyorum: “İlkadım Amerikan Kültür KIDS İngilizce Anaokulu-Avantajlı Kayıtlarımız Devam ediyor-İngilizce benim ikinci ana dilim-AKDKIDSSAMSUN”.
Bir yabancı dil öğrenmek, daha doğrusu ‘öğrenmek’ herkesin hakkıdır. Ancak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, “ikinci ana dil” var mıdır?
Bu sözü: Kollarını iki yana açmış, gülümseyen bir kız çocuğumuz söylüyor(muş)!..Ne diyormuş? “İngilizce benim ikinci ana dilim”
Bu memlekette son yirmi senede dokuz Millî Eğitim Bakanı görev yaptı…Bu memlekette, Millî Eğitim Müdürleri, Şube Müdürleri vs var!..
Kültür temsilcilikleri de bir o kadar, van!..Ve…Bir Türk çocuğuna: “İngilizce benim ikinci ana dilim” dedirtiliyor!..
Okullarımızda gerekli anadil/Türkçe öğrenimini sağlayamadığımız gibi, yabancı dil öğrenimi de fecidir. Kaldı ki, dünya üniversiteleri arasındaki geriliğimiz de istatistiklerle sabittir.
Sosyal huzursuzluğu ortaya koyan esas mesele, tahsil hayatlarında gerekli bilgileri alamamaları bir yana, gençlerimizin üniversiteyi bitirdikten sonraki dehşetli p(i)sikolojik çöküntüye sevkedilmeleridir. Belki, tıp gibi, mühendisliğin bâzı bölümleri gibi, hemen iş bulabilen bölümler hâricinde, sayıları yüzde seksenleri bulan büyük bir gençlik kitlesi, ne yazık ki, bitirdikleri fakültenin çok dışında iş aramakla/işte çalışmakla yüzyüze bulunmaktadır.
Kargoda, belediyenin temizlik işinde, bir lokantada garsonlukta iş arayan nice edebiyat, ziraat, mühendislik, matematik…bölümü mezunları, çâresizlikle hem fizikî ve hem de p(i)sikolojik çöküntü yaşamaktadır. Ve ne yazık ki, geçimlerini temin edebilmek için bu işte çalışmaya râzı olarak da sevinmektedirler.
Hayatlarının en dinamik dönemlerinde, en iş yapabilir verim alabilir çağlarında bu hâle düşürülen bu gençlerin sayıları gün geçtikçe de artmaktadır. Yeni Türk Sosyolojisi’nin menfi unsurlarının başında gelen hususlardan biri de, bu okumuş/tahsilli/cevval/taşı sıksa suyunu çıkarabilecek gençlerin düşürüldüğü maddî ve mânevî buhrandır.
Bu çağ; bir genç için, askerlik hizmetini yapma çağıdır.
Bu çağ, hayatını tanzim etme yuva kurma çağıdır. Evlât sahibi olma çağıdır.
Bu çağın ümitsizliği, bir neslin veya her neslin çöküşünü hazırlar. Nüfusu azalan bir ülkenin geleceği yoktur. Sâdece iktisadî ve kültürel olarak değil, sosyal ve p(i)sikolojik olarak da, bu durum Devlet’i düşündürmelidir.
Tahsiline uymayan işte çalışmak, bir insan/bir genç için ‘zulüm’ değil midir?
Yaşlılarımızın durumu da çok farklı değildir: Hayatlarının en tecrübeli zamanlarını yaşayan bu insanların, evlâtları, torunları ve çevreleriyle sağlıklı bir irtibat kurmaları, sâdece Türkiye’ye değil, Türk Dünyası’na ve dünyâya bakmaları, oraları gezip tozmaları gerekmez mi?
Bütün bunlarda; birazdan sözünü etmeye çalışacağım yanlış şehirleşmenin ve yanlış göç politikasının menfi tesirlerinin de olduğu ve birinci derecede bunlarda rol oynadığı muhakkaktır.
Maarif sistemi, bir ülkenin insan gücünü, ‘tanzim sistemi’dir.
İçi boşaltılmış bir milliyetçilik ve mânevîyatçı anlayış, bugün, millî maarif sistemimizin ilk sırada yer alan çapraşıklığıdır.
Siyâsetimiz, zâten, bunların içini boşatmış, yerlerine, kendilerinin tasvip ettiği bâzı kavramları yerleştirerek, asıldan uzaklaşmayı sağlamışlardır. Bu da, ister istemez, ahlâkî bozulmayı/tahribatı berâberinde getirmiştir.
Batılı, hiç değilse, ilmî faaliyetlerde, ‘düşünme/akletme/ fikir artırımı’ kavramlarına sadık kalarak, kitaba yönelmiştir. İktisadi olarak ise, sâdece gencini değil, bütün halkını belli bir refah seviyesinin üzerinde bulundurmayı başarmıştır.
Ne yazık ki; biz, kahvehâneleri dolduran, yaşını başını almış saçı sakalı ağarmış insanların ve ümitsiz gençlerin yaşadığı bir ortamda, sanki her şeyleri muntazammış gibi, vurdumduymaz, nemelâzımcı, bananeci, umursamaz bir yeni kültürle muhatabız. Bu kültür, ‘gündelik yaşama’yı benimsemiş, yeni sosyolojimizin garip bir tecelisinden başka bir şey değildir, ve bu kişileri, ne üretimin yetersizliği, ne mühâcir adı verilerek yurdumuza sokulan kaçkınların millî bünyemizi tahribatı ve ne de, dînimizle alâkalı olarak söylenen iç ve dış mihrak tahrikleri ilgilendirmektedir.
Bugün; ‘adâletçi-hürriyetçi ve milliyetçi’ bir yapı tesis edilemedikçe, insanımız ve zamanımız zâyi olup gidecektir.
İsminde ‘milliyetçi’ kelimesi bulunan parti, milleti “ illet-zillet batağı”na çekerken, mâzîden ve mâzisinden hiçbir ibret almamaktadır.
İlkeleri arasında ‘milliyetçilik’ bulunan bir başka ‘ana parti’, bölücü-/ateist-marksistlerle dirsek temasını kesmemiş görünmektedir.
Yukarda da ifade ettiğim gibi, İslâmî değerleri müdafaa ettiğini iddia eden veya sanan bir başka parti ise, onu, sâdece istismar ederek, Devleti’nin temel değerleriyle çatışmalı olan herkesle işbirliği yapıp, paylaşır hâle gelmiştir.
Siyaset; sosyolojik yapıyı uzlaştırması gerekirken, onu gerginleştirerek, çatışmalı bir hâle sokmuştur. Başta adâlet olmak üzere, ekonomi çökme/bitme noktasına gelmiş ve dış münâsebetlerdeki gerginlik içerdeki gibi, nüksetmiş ise, yapılması gereken şey, âcilen millî mutabakatı sağlayıcı tedbirleri almak olmaktır.
Bölücülerle masaya oturulması, bâzı dînî siyasete âlet eden menfaatçilerle el ele verilmesi, memleketin başına çok çoraplar örmüştür ki, bunlar hep yaşanmıştır. Çok sayıda insanın ölümüne, Devletin büyük masraflara girmesine ve çatışmalı hâllere girilmesine sebep olan bu hâdiselere dur demekten ziyâde, maalesef fitili, hep açık tutulmuştur. Ve bilâhare, özürler, pişmanlıklar vesâire gırla gitmiş; millî itibar, ferdî kapris ve emellere tercih edilmiştir. Dahası, millet ve devlet üzerinde oynanan oyun, çok pahalıya malolmuştur!..
Elbette ki; yeni Türk sosyolojisi, asla bunları hak etmedi. Fakat yaşananlar da ortadadır.
Bugün; sağır-kör ve lâl bir kültürün teşekkül ettirdiği menfi sosyoloji inşâ edilmiştir ve peşi ise, tehlikeli bir biçimde geleceğe benzemektedir.
Çocuk, genç, ihtiyar veya kadın-erkek, topyekûn bir millet; günlerce, haftalarca , aylarca değil; yıllarca, kendisini idâre etmek için ‘seçtiği zatlar’ tarafından, her ân, bir sitem, bir hakaret, bir küfürlü veya aşağılayıcı söz duymaya alıştırılırsa ve bu kişilere, her saatin her saniyesinde, ‘parti’ ve ‘maaş’ hesabı yaptırılırsa, orada hangi fikrî, ziraî, edebî ve teknolojik üretimden bahsedilebilir?
Şu var ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti köklü bir devlettir. Ancak; şurası da unutulmamalıdır ki, Devlet kurmak; babasından miras kalan hazır dükkânı işletmeye benzemez!..
7. ŞEHİRLEŞME:
Bu bahis, çok şeyi içine alır. T(ı)rafikten, temizliği kadar, kalabalıklaşmadan binalaşmaya, sanayileşmeden, ziraate, hayvancılığa ve komşu haklarına, mîmârîden, târihî eserlerin korunmasına ve tabelâlardaki yabancı kelimelere kadar her ne düşünülür, akla getirilirse burada mevcuttur.
Çok sevdiğim iki mübârek sözü nakledeceğim: Biri, “Temizlik îmândandır”; diğeri ise, “Müşteri velinimetimdir”.
Çöp meselesini hâllledemiyen bir mekâna şehir diyebilir miyiz? Büyükşehir kanunu ile, dağ-taş şehir oldu!..Oldu mu, dersiniz? Böyle bir garabet, dünyada görülmemiştir. Apartman yöneticisiyle işbirliği hâlinde köy/mahalle muhtarının beraberce çözümleyeceği işi, bilmem kaç kilometre ötedeki Büyükşehir Belediye Başkanı hâlle çalışırsa, bu, hiçbir şey yapılamaz/yapılamıyor/hâlledilmez demektir.
Çöp kutularının dağ olduğu, ormanlık alanların ve deniz kenarlarının yığın yığın çöple anıldığı mekânlarla hangi temizlik hangi imandandır diye sormayacak mıyız? Kahvehânelerin önünden dumandan geçmek mümkün mü?
Ne çâre ki, işin bir de başka cephesi bulunmaktadır: Zîra, ‘çöp”ler, bâzı insanlarımız için ‘geçim vasıtası’ olmakla önemli bir görev yapmaktadır. Ve demek ki, Avrupalılar, kendi inançları içersinde, daha ‘imanlı’ öyle mi?
Şehirleşmenin en önemli unsurlarından biri de ‘apartman hayatı’dır. Komşusunun başına halı –kilim silkeleyen, gece yarısı, akrabasını uyandırmak için, ona, sokaktan k(ı)lakson çalan, alt kattaki komşunun başının üstünde çocuğunu tepindiren, masa-sandalye gibi malzemeleri sürüterek/gıcırdatan, asansöründe sigara içip, çatı veya bodrum katını keyfilikle kullanmaya kalkan bir mekânda şehirleşme olur mu?
“Müşteri velinimetimdir”; sözü, hem dînî, hem iktisadî ve hâliyle hem de sosyo-kültürel bir hâdisenin îzahıdır. Bunun, başlık olan şehirleşmeyle ne ilgisi/hangi bağlantısı olabilir, denilebilir.
Bir mağazaya giriyorum: Patronun arkasında bu yazıya sıkça rastlıyorum. Hakîkaten, güven verici ve hayranlıkla tekrar ettiğim bir söz. Tıpkı, “Temizlik îmandandır”da şâhit olduğumuz hususlar gibi, bunda da hayâl kırıklığı yaşıyoruz.
“Müşteri!..
Bütün mesele, bütün sır bu kelimede!..Niçin mi?
Etikete baktığınızda bunu görmeniz mümkün. Öyle bir ticâret anlayışı ki, “Rızkın onda dokuzu ticârettedir” sözünü hiçbir yerde bulamıyoruz. Çünkü; müşteri’ye bir “velinimet” değil de, soyulacak biri olarak bakılıyor. Etiketteki fiyat yüz liraysa, satıcı, bu malı size, yarı fiyatına verebiliyor, hem de hiç pazarlıksız!.. Yânî; onda dokuz ve yânî yüzde doksan ticâret hakkı, müşteriye nasıl yüzde elli indirim(!) ile satılabiliyor?
Bu konuda; “ Türk Dili’nin ve Türk Kültürü’nün Kimyâsı’na Dâir”, (Bknz. M. Halistin Kukul, Erciyes Dergisi, Ekim 2012, Sf. 06-17); “Şehirleşmenin Neresindeyiz?” (Bknz. M. Halistin Kukul, Toy Dergisi, Sayı:3, Ocak 2022, Sf. 96-98; wwwkapsamhaber.com-16 Mart 2022) ve “Şehirleşmede Kültürel Doku Tahribatı” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwkapsamhaber.com-16 Mayıs 2023) başlıklı makalelerimde, çok geniş oyarak, gerekli ve uyarıcı izahlarda bulunmuştum.
Şehirleşme kalabalıklaşma, gürültüleşme, kirlenme ve binalaşma değildir. Temizliktir, sükûnettir, müşterek yaşama ittifakıdır, kültür birikim merkezleridir, ilim ve san’at üretim ve yayım kaynaklarıdır.
Şehirleşmede bir diğer önemli sosyo-kültürel tahribat da, târihî eserlerde tâmirat adı altında yapılan uygulamadır.
Samsun’daki gibi, beşyüz yıllık târihî bir esere ‘asansör’ yapılması ve bu hususta ilgililer uyarılmasına rağmen, buna hiçbir sesin çıkmaması/ çıkarılmaması da bir başka sosyo-kültürel yozlaşmadır. Daha önce, birçok basın kuruluşu vasıtasıyla duyurduğumuz çok sayıda çeşmemiz, câmimiz, hanımız, kalemiz de bu yanlış bozulmanın âdeta kurbanı olmuşlardır.
Şehirlerimizdeki ve kasalarımızdaki tabelâlara dikkat edelim: Neredeyse, çoğu, yabancı isimli!..
Büyükşehir uygulaması -belki “uygulanamaması” demeliyim-, çok şeyi alıp götürmüştür.
Köy okullarının kaldırılması ve her kasabaya bir yüksek okul açılmasıyla, sanıldı ki, ‘ilim’ gelişti. Tabiî ki, ilmin ne olduğunu bilmek lâzımdır!..Bina inşâ etmek ilim yapmak değildir. Doktor yetiştirmenin değil de, bina yapmanın, sağlık hizmetlerini başarılı yapamadığı gibi!...
Hizmetteki aksamaların sosyo-kültürel ve iktisadî yapıya verdiği zararın yanında, köyler, mahalle adını alsa da, şehirleşemediği gibi, şehir hükmündeki ‘merkezler’, karmaşık bir hâl aldı. Bu noktada, şehirler, köyleşti diyemeyeceğim çünkü, bizde ‘köy’ bütün asâletiyle tam bir dayanışma örneği sunan huzur, güven, yardımlaşma ve kültür mekânlarıydı ki, kim ne derse desin, böylece, bu da, ortadan kalkmıştır.
8. GÖÇLER:
Bu meseleyi şehirleşmeyle de, köyleşmeyle de hattâ çoraklaşma/çölleşmeyle de ele almak mümkündür ve çok yönlüdür. Zâten, herbir başlık, aynı derecede birbirinin içindedir. Tabiî ki, göç meselesi, başlıbaşına bir çalışma konusudur. Onu, düzenli ve düzensiz diye tasnif edenler de olsa, düzenli bir göçe rastlayana da pek şâhit olmadım.
“Bâzı Sözlük ve Ansiklopedilerde Göç Târifleri” (Bknz. M. Halistin Kukul, Geçmişten Günümüze Canik Belediyesi Göç Sempozyumu Bildirileri, Samsun 2017, Sf. 1538-1552) başlıklı makalemde, göç meselesini çeşitli yönleriyle ele almıştım.
Göç; ister düzenli/isteğe bağlı ve isterse düzensiz/zorakî olsun, başlıbaşına bir zulüm mekanizmasıdır. Tabiî ki, iç göç ve dış göç olarak da ikiye ayrılabilir.
İç göç ise; şehirden şehire ve köyden şehire diye, yine ikiye ayrılabilir. Şehirden köye göçe de-büyük çapta- rastlamak zordur.
Köyden şehire göç, Türkiye’nin sıkıntısının başında gelen göçtür. Köyde, ziraate ve hayvancılığa gereken önemin verilmeyişi, iktisadî sebepleri ortaya çıkarmıştır. Ardından “köy okulları”nın kapatılması, köy hayatına bir diğer darbe olmuştur. Bu durum, hem ‘göç’ meselesini ve hem de ‘maarif sistemini’ ilgilendiren yeni Türk sosyolojisinin açmazlarıdır.
Türk köylüsü, hangi mahsulü yetiştirirse yetiştirsin, istenen verimi olması mümkün olmamaktadır. Zinâ meselesinde Avrupa’yı dinleyen sistemin mes’ullleri, ziraatte ve maarifte niçin bu örnekleree müracaat etmemiştir düşünülecek bir sosyal unsurdur.
Köyden şehire göçün, dış göç diye tarif edilen devletler arası göçün yanında çok küçük bir şey olduğu da bir gerçektir.
Dış göçte, savaşlar, deprem ve sel felâketleri, âni değişen iklim şartları önemlidir.
Bu göçleri, içten dışa göçler ve içten dışa göçler olarak ele alabiliriz. İkisi de, sosyal dengeyi altüst etmeye kâfidir.
İçten dışa göçler arasında, 1960’larda, Almanya’ya giden işçilerde –ekonomik- sebep olarak ele alabiliriz.
Son dönem içten dışa göç, maalesef, ‘beyin gücü göçü’dür. Genç beyinlerin, Türkiye’den göçü, büyük kaybımızdır. Bunu aynı zamanda, yetişmiş insan göçü olarak da değerlendirebiliriz.
Bir memlekete vasıfsız insan gücü gelip, vasıflı /bilgili insan gücü çıkarsa, orada da gelişmeden bahsedilemez.
Büyükşehir uygulamasıyla Devlet’in her türlü hizmetinden uzaklaşan vatandaş/insan/köylü artık mahalleli diye adlandırılmakta, bunun da karın doyurmadığı apaçık müşahede edilmekte ve bizzat yaşanmaktadır. Köyden kaçışların yegâne sebebi budur.
Köye dönüş, bilhassa emeklilik çağına gelmişler için sözkonusudur. Bu gelişe, “Geçmiş olsun!” demekten başka sözüm yoktur. Çünkü; köye dönüş sebebi, köyde huzur arayışı veya üretim maksatlı değildir. O da, bir başka ‘kaçış’tır. Pahalılık/iktisâdî şartlar, şehirde yaşayan emekliyi köye ‘mecbûr etmiş’tir, de ondan!..
Türkiye’ye, değişik zamanlarda, değişik maksatlı göçler olmuştur. Kafkaslar’dan ve Balkanlar’dan gelen aynı kültürü ve inancı paylaştığımız insanların göçü tamamiyle gerekliydi. Bu göçlerde, kaynaşma hemen sağlanmıştır. Bunlardaki dil, kültür ve inanç unsurları, bu kaynaşmanın en esaslı unsurunu teşkil etmişti ve gelenler de, kendi işini kendi çalışmasıyla sağlamışlardı.
Türkiye’ye en büyük göç; Suriye’deki iç savaş bahane edilerek başlatılan ve devam eden göçtür. Bu göç, Suriye’den gelenlerden başka Hintli, Afganlı, Afrikalı ve Pakistanlı da bulunmaktadır. Bunların arasında, çok az da olsa, mağdurlar vardır. Batı/Avrupa; kendi ülkelerine vuku bulabilecek bu göçten etkilenmemek için, Türkiye’yi âdeta tampon bölge gibi idâre etmektedir. Şu bir gerçektir ki, Türkiye, tam bir sığınmacı/kaçkın/mülteci deposu hâlindedir.
Resmî rakamlarda beş milyonu denilen bu nüfus, birkaç eşliliğin de getirdiği sonuçla hızla artmaktadır. Bu kişilerin çoğu; Kafkasya ve Balkanlardan göç edenler gibi iş-güç sahibi değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden aldıkları maaşla geçimlerini sürdürmektedirler.
Ne yazık ki; Türkiye Cumhuriyeti bütçesine milyarlarca lira yük getiren bu mülteciler, İslâmî bir değer olan “Muhâcir” olarak, ve Türkiye Devleti de kendisini “ensâr” olmakla vasıflandırarak, yukarıda sıraladığımız birçok maddede ifadeye çalıştığımız, hem yalan, hem dîn istismarı ve hem de şehirleşme bahsine mevzu olmaktadır.
Bu hususta çok evvelden uyarıda bulunduğumuz, “Muhâcir-Ensâr’dan, Mülteci/Sığınmacı/Göçmen Vatandaşlığına” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-11 Ocak 2017) ve “Muhâcir-Ensâr ve Suriyeliler” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-14 Temmuz 2019) başlıklı makalelerimin okunmasını da temenni ederim.
İç göç bahsine, 6 Şubat 2023 tarihinde yaşadığımız ve on ilimizi ihtiva eden deprem felâketini örnek verebiliriz. Ne yazık ki, imar affı ve ihmâller yüzünden, bu şehirlerimiz yerlebir oldu ve resmî açıklamaya göre de, ellibinin üzerinde insanımız öldü ve çok daha fazla insanımızın yaralanmasıyla acı derinleşti.
Bununla ilgili olarak, “Depremin Düşündürdükleri” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-14 Şubat 2023; Çağrı Dergisi, Sayı: 745, Nisan-Mayıs-Haziran 2023, Sf. 4-6) başlıklı makalem, meseleye ışık tutucudur.
Yaralılar, başka şehirlerdeki hastahânelere ve evsiz-barksız kalan vatandaşlar ise, başka şehirlere taşınmak zorunda kaldı.
Yâni; mecbûrî bir göç dalgası yurdu sardı. Üniversiteler-okullar kapatıldı…
Devlet’in açıkladığı elli bin kişinin ölümü bile, her türlü yardım yapılmasına ve devam etmesine rağmen, bizi uyandırdı diyemem. Acıları çok tez unuttuk!..Aylardan beri, ortalıkta, bir ‘yas alâmeti’ mevcut mu?
Hep söyleriz: Acılar, paylaştıkça azalır!..Ne kadar paylaşıldı ve ne kadar azaldı, bilemiyorum. Ancak, tâkip edebildiğim kadarıyla, deprem sonrası yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi sonunda “çekilen halaylar”, müşterek tavırda anlaşamadığımızı göstermektedir. Hâlâ çadırda yaşayanların bulunduğu ve yılanlarla-farelerle-akreplerle mücâdele ettiklerini ve günlerdir yıkanamadıklarını söyleyen vatandaşlarla, halay çekenleri, sosyolojik yapının dengesizliğinde aramayalım mı?
Bu şehirlerden, bilhassa Hatay’da, Suriyeliler’den müteşekkil büyük nüfus değişimleri olduğu sıkça dile getirilmesine rağmen, tedbirlerine dâir hiçbir emâreye şâhit olmuş değiliz.
Yeni Türk sosyolojisinin en ‘tehlikeli’ mes’elesi, başta ifade ettiğim ‘yalan’la birlikte, ‘zinâ’ ve ‘demokrafik yapının/nüfus dengesinin” bozulmasıdır.
T(ı)rafikte, kırmızı ışıkta geçen veya yanlış yere park eden birine ânında cezâ makbuzu kesilirken, ülkemize akın akın gelen, Suriyeli, Pakistanlı ve Afganlı kaçkınların nasıl, niçin ve hangi yollarla geldikleri sorulmadığı gibi, onlara, kendi kesemizden/kasamızdan maaş ödüyoruz. Tıpkı; kendi kasamızdan kilise, sinagog ve manastır yaptığımız gibi!..
Hâlâ ‘muhâcir muhabbeti”yle vakit geçirenlerin, Türk gençlerinin niçin işsiz kaldıklarını ve niçin bilhassa emeklilerin maaşlarının, bırakınız bir yerlere seyahat etmeyi, geçimlerini sağlamakta bile zorlandıklarını düşünmelerini tavsiye ederim.
Hayat, bir şeyden değil; çok şeyden ibârettir. Ancak; yapmamız gerekenler vardır, yapmamamız icap edenler vardır!..Hepsi gücümüz nispetinde!..
Elbette ki, bu yazımda, her şeyi söyleyebildiğimi sanmıyorum. Ancak; netîce olarak şunu diyebilirim ki; her mevzûda Avrupa diye, Batı diye kıvrandığımız zamanlarda ve yaşadığımız bu anda, Avrupalı’nın ilim ve insan hakları gibi, aslında, bizde, daha üstün ve makbulleri bulunan değerlerini almak, uygulamak ve düzeltmek yerine, ancak birbirimizle didişip duruyoruz.
Didişmeye can fedâ, diyenlere de hak veriyorum!..Oturup iki kelâm bile konuşamıyoruz!..
Şurası da muhakkaktır ki; sıralamaya çalıştığım maddelere ilâveler de olabilir, bunların yerleri de değiştirilebilir. Hiçbiri, bir diğerinden önemsiz değildir ve herbiri, bir diğerinin içinde mütalaa da edilebilir. O kadar karmaşık bir sosyo-kültürel ve p(i)siko-sosyal çelişkiler içinde bulunuyoruz ki, hangisine öncelik vermek gerektiğinde bile şaşkınlık yaşıyorum!..
Son sözüm, temennim ve duâm şudur: Allahü Teâlâ, azîz Türk Milleti’ne ‘aklını kullanmayı’ ve ‘gafletten uzak durmayı’ nasip etsin!..