Millî Mücâdele; vatan müdafaası için, sömürgeci istilâcılara karşı direnilen millî bir harekettir.
Millî Mücâdele; maddî ve mânevî bütün unsurlarıyla, milletçe yapılan topyekûn bir direniş, bir kükreyiş, kendini ortaya koyuştur.
Çocuk, genç, orta yaşlı, kadın, ihtiyar, herkes kendi gücü-kuvveti nispetinde, bu müdafaada yerini almış, canı pahasına kavgasını sürdürmüş ve başarmıştır.
Bu; çok şanlı bir mücâdeledir ve bu mücâdeleden mahrum olanlar, ilelebet lânetli olmuşlardır.
Millî Mücâdele’de, ismi öne çıkan kadın kahramanlarımızdan, ilk önce, 93 Harbi diye de anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında, “Bu bebeği, bana, Allah verdi. Ona, Allah bakar… Evlâdım, anasız büyür de, vatansız büyüyemez!” deyip, üç aylık bebeğini, beşiğinde bırakarak Aziziye Müdafaası’na koşan, yirmi yaşındaki kahraman Türk kadını Nene Hatun’u hatırlarız.
Muhakkaktır ki, daha nice isimsiz kadın, erkek, çocuk, genç ve ihtiyar kahramanlarımız vardır.
Osmanlı-Türk Cihân İmparatorluğu’muz, umûmî Türk tarihinde olduğu gibi, son dönemlerinde büyük bâdireler atlatmıştır.
Balkan faciasıyla başlayıp, Sarıkamış’la devam eden korkunç hâdiselerin ardından, Çanakkale’de kazanılan zafer, bize, biraz olsun nefes aldırmasına rağmen fayda vermemiş, vatan edindiğimiz mekânlar birer birer elimizden çıkmaya başlamış; sömürgeci Batılılar ve işbirlikçileri tarafından sıra, son tutanağımız/sığınağımız olan Anadolu’ya gelmişti.
Önce, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması’yla ve ardından da, 10 Ağustos 1920’de de Sevr ile, bu güzel Türk yurt, lime lime bölünmek, herbiri, birer ‘sırtlan’ misâli Avrupa ülkesi tarafından, bundan pay almanın gayret ve emelindeydi.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Millî Mücâdele’yi başlatan Mustafa Kemal Paşa ile, O’na destek veren arkadaşları, kahraman Türk Milleti’ni arkalarına alarak, sonu zafere ulaşan bir gayretle savaşa girişerek Millî Mücâdele’yi başlatmışlardı.
Şunu iyi bilmemiz gerekir ki, Millî Mücâdele’ye katılan kadın veya erkek kahramanlarımızın ismini tespit maalesef mümkün değildir. Nice isimsiz kadın erkek kahramanlar, bu vatan için kan dökmüş, şehit olmuşlardır. Hepsini, minnet, şükran ve duayla hatırlamak vazifemiz olmalıdır.
Çoğumuzun bildiği; Kara Fatma (Fatma Seher Erden), Şerife Bacı, Halide Edip (Adıvar), Çete Emir Ayşe (Emine Ayşe Aliye), Halime Çavuş (Kocabıyık), Tayyar Rahmiye, Gördesli Makbule, Hafız Selman İzbeli, Nezahat (Baysel) Onbaşı bunların bazılarıdır.
Bu kahraman Türk kadınlarının hangi yokluklar içinde mücâdele ettiklerini, yaşadıkları zamanın şartlarını düşünerek çok iyi tahlil etmek zorundayız.
Meselâ, Şerife Bacı; İnebolu’da, çocuğuyla birlikte, kağnı arabasıyla cephane taşırken ve henüz yirmi-yirmi bir yaşlarındayken soğuktan donarak şehit olmuştur.
Osman Alagöz, Şerife Bacı hakkında şu bilgiyi vermektedir:
“(…) On altı yaşında evlendirilmiş bir köylü kadınıydı ve öldüğünde 20’li yaşlarının başlarındaydı Şerife Bacı. Düğünden iki ay sonra Harbi Umumi (Birinci Dünya Savaşı) patlak verince kocasını askere almışlardı. Altı ay sonra da Çanakkale’den eşinin ölüm haberi geldi. “Bu tazeliğiyle yapayalnız durması yakışık almaz” diyen köyün yaşlıları, onu gazilerden Topal Yusuf ile evlendirdiler.
Üç yıl sonra Şerife Gelin’in bir kızı oldu Topal Yusuf’tan. Küçük kıza Elif adını verdiler.
(…) Kocası Topal Yusuf’un sadece adı vardı. Savaşta sol bacağı kopmuş, yakınında patlayan bomba bir gözünü de kör etmişti. Kulaklarının duyması ise günden güne azalıyordu
(…) Kaç kez kara öküz yatmış, kaç kez boyunduruğu Şerife Gelin göğüslemiş, sayısını unutmuştu. Ne kadar yol aldığını ise hiç bilmiyordu. Şerife Gelin’in karnı açtı, nedense bir uyku da bastırmıştı. Biricik Elif'i aklına geldi.
(…)Kendi kendine: “Elif uyanmadan Kastamonu'ya varabilseydim bari, dedi, Şerife Gelin, donmakta olduğunu işte o anda fark etti. Yıkıldığı kar içerisinden çabalayarak kalktıktan sonra, yine zor bela kağnının üzerine çıkabildi. Elleri ve ayakları donma noktasına geldiği için kağnıya binerken kaç kez kayıp yere düştüğünün sayısını bilemiyordu. Elif çatlayacak gibi ağlarken, Şerife gelinin kolu kanadı devinimsiz kaldı. Kağnı sesleri bir mayın gibi, kentin dışındaki Kastamonu kışlasının yakınına kadar gelip orada durdu!..” (Bknz. Osman Alagöz, biyografya.com/biyografya/2216, Millî Mücâdele’de Kınalı Eller, Şubat 2006)
Yine; Gördesli Makbule, kocasıyla birlikte, Batı cephesinde Yunanlılara karşı savaşırken, o da, henüz yirmili yaşların başındayken şehit olmuştur.
Tayyar Rahmiye hanım ise, kaatil F(ı)ransız askerleri tarafından Osmaniye civarındaki çatışmada şehit olmuştur.
Bunların ardından, ‘iki isimsiz kadın kahramanımızdan’ söz etmek istiyorum:
Hasan Umur*’un “Samsun’da On Beş Sene” adlı kitabının “Samsun’da Millî Mücâdele Zamanındaki Hâtıralarımdan” başlıklı bölümden kısa bir nakil yapacağım.
Bu hâtıraların acılığını, kendi benliğimizde yaşamadıktan/yaşayamadıktan/gelecek nesillerimize hissettiremedikten sonra, ne “Millî Mücâdele”nin önemini kavrayabiliriz, ne de istikbâlimize dâir, dünya gelişmişliği karşısındaki direncimizi ve mücâdele azmimizi ölçebilir ve geliştirebiliriz.
Hasan Umur, bu çok önemli kitabındaki hâtırasının ilkinde şöyle diyor:
“Millî mücadelenin en hararetli bir zamanında, bir gün Gümrük caddesinde yazıhanemde, işlerimle meşguldüm. Hava kış, sulu sepken bir kar yağıyordu. Caddeden cephane yüklü bir kağnı arabası geçiyordu. Bu arabayı süren bir Türk kadını idi. Başını beyaz bir bez parçasiyle sarmış, yalnız gözleriyle yüzünün küçük bir kısmını açık bırakmıştı. Hayvanlarını sürecek çubuğunu koltuğunun altına sıkıştırmış, ellerini koynuna sokmuş gidiyordu. O gün olduğu gibi bugün de o manzarayı hatırlamak beni çok mütehassis etmektedir. İşte Millî Mücâdelenin temeli, Millî Mücâdelenin ruhu ve timsali gibi yüksek hasletlerini bu Türk kadını kendisinde toplamış bulunuyordu.” (Bknz. Hasan Umur, Samsun’da On Beş Sene, Güven Basımevi-İstanbul 1947, Sf. 51)
Yazının devamında, Hasan Umur, ikinci hâtırasını “Diğer Bir Hâtıra” başlığıyla şöyle anlatıyor:
“Yine bir gün bir köylü kadını yanıma yaklaşarak:
-“Çarşamba köylerindenim; arabamla Samsuna geldim. Bir şeyler getirdim. Satıp akşama evime dönmek zorundayım. Kocam askerdir. Evde küçük çocuğum var. Hâlbuki arabama cephane yükliyerek Kavağa (Samsun’un Kavak ilçesi) kadar götüreceksin, diyorlar. Evim, çocuğum ne olacak?”
Kadının bu acıklı şikâyetini yerinde buldum. Durumu Mutasarrıf Faik Beye anlatmak üzere hemen hükûmete kadar gittim, ve anlattım. Tahkikat sonunda kadının isteğinin yerinde olduğu anlaşıldı. Ve arabası serbest bırakıldı.
Bu cephane nakli işinin sadece köylü vatandaşlar tarafından taşınması, işlerinden alıkonulmamasının doğru olmadığını Müdafaayı Hukukçu arkadaşlarıma anlattım. Arabası olan meccanî ve mecburî taşıma işine bir şekil verilmesi, şehir ve kasabadaki zenginlerden arabası olmıyanların da bu işe yardım etmelerini temin maksadiyle durumu Mustafa Kemal Paşa’ya arz ile bir nevi nakliye vergisi alınmak suretiyle mümkün olabileceği kanaati izhar edildi. Bu müracaatimiz mi , yoksa o günlerde hükûmetin bu hususta alacağı kararın o zamana tesadüf etmiş olması mıdır; her neyse, şehir ve kasabalılara nakliye vergisi konuldu ve köylü de bu karardan memnun kaldı. Bu iş ayni zamanda köylümüz için bir kazanç vesilesi de olmuştu.” (Bknz. A.,g.,e., Sf. 51)
Hulâsa olarak şunu söyleyebilirim ki; bütün bu isimli- isimsiz kadın kahramanlarımızın çektiği sıkıntılar ve verdikleri mücâdeleler hakkıyla idrâk edilmedikçe, tarihimizi hakîkî mânada açıklığa kavuşturmuş olamayız.
Dîğer taraftan, Türk kadınının âile/yuva kuruculuğundaki sadakati yanında, vatan müdafaasında da gösterdiği cesâret, fedâkârlık ve elde ettiği başarıyı, mukayeseli olarak ‘dünyâyı okumak’ bakımından, titiz ve ciddî bir ‘sosyolojik araştırmaya’ tâbi tutmanın gerekli ve zarûrî olduğu kanaatini taşıyorum.
HASAN UMUR KİMDİR?
02 Mayıs 1880 tarihinde T(ı)rabzon’da doğmuştur. İlk bilgilerini babasından almış ve öğrenimini, 1906’da, Of’un değişik medreselerinde tamamlamıştır. Ardından; Bayezid Medresesi hocalarından Bergamalı Ahmed Cevdet Efendi’den icâzet alarak tekrar T(ı)rabzon’a dönmüştür.
Birinci Dünya Harbi’nde, T(ı)rabzon’un Ruslar tarafından işgali üzerine, Samsun’un Bafra ilçesine göç etmiş ve askerlikten muaf olmasına rağmen, görev isteğinde bulunarak Edirne cephesinde görev yapmıştır.
1918’de, Rusların T(ı)rabzon’dan çekilmesiyle köyüne dönen Hasan Umur, İstiklâl Harbi’nin başlaması üzerine tekrar Samsun’a gelmiş ve arkadaşlarıyla birlikte, Samsun Müdafaa-yı Hukuk, Hilâl-i Ahmer, Tayyare ve Himaye-i Etfal Cemiyeti ile, Samsun Türk Ocağı’nı kurmuş ve bu cemiyetlerde çeşitli görevler bulunmuştur.
Samsun Hançerli Câmisi’ndeki halkı Millî Mücâdele’ye teşvik vaâzları meşhurdur.
10 Ocak 1934-25 Ekim 1934 tarihleri arasında, 288 gün Samsun Belediye Başkanlığı yapmıştır.
Yayınlanmış kitapları şunlardır: 1.Samsun’da Müdafaa-yı Hukuk (1944); 2.Samsun’da On Beş Sene (1947); 3.Of ve Of Muharebeleri (1949); 4. Of Tarihi (Vesikalar ve Fermanlar) (1951); 5. Of Tarihine Ek (1956); 6. Kuyucu Murat Paşa (1973).
Hasan Umur Hoca; 10 Ağustos 1977 târihinde, 97 yaşında, İstanbul’a vefât etmiştir. Kabri, Zincirlikuyu Mezarlığı’ndadır.