Market raflarında sıradan bir şişe su gibi görünen ürün, aslında çok daha karmaşık ve derin bir hikâyeye sahip olabilir. Elinize aldığınız plastik şişenin içindeki sıvı; bu toprakların altından çıkmış, bu ülkenin dağlarından süzülmüş, bu milletin havasını, taşını, toprağını emmiş bir değerdir. Ancak etiketi, menşei ve dağıtım zinciri bu suyun artık yerli bir değer değil; küresel bir ticari meta hâline geldiğini gösteriyor. Peki, bu nasıl oldu?
Türkiye, su zenginliği bakımından dünyanın en avantajlı bölgelerinden biri olmasa da stratejik kaynaklara sahip bir ülkedir. Ancak bu kaynakların değerlendirilmesi çoğu zaman yerli inisiyatifin elinden çıkmış, uluslararası sermaye gruplarına devredilmiştir. Bugün birçok içme suyu markası, İsviçre, Fransa, Amerika ya da doğrudan ya da dolaylı olarak İsrail sermayeli şirketlerin elindedir. Bu şirketler, ülkemizdeki kaynaklardan çıkardıkları suyu yine bu ülkenin insanına satarak hem kaynak kontrolü hem de gelir akışı açısından büyük avantaj sağlamaktadırlar.
Fakat işin görünmeyen tarafı, yalnızca bir şişe suyun satılması değildir. Su, artık geleceğin en kıymetli stratejik varlığı olarak kabul ediliyor. Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar 2040 yılına kadar dünya genelinde su sıkıntısı yaşayan bölgelerin genişleyeceğini öngörmektedir. Kuraklık, iklim değişikliği, artan nüfus ve kentleşme, içilebilir suya erişimi bir lüks hâline getirecektir. Bu sebeple birçok ülke özellikle de su kaynakları sınırlı olan İsrail gibi devletler bugünden yarına hazırlık yapmaktadır.
İsrail’in su yönetimi konusundaki başarısı elbette teknik bir övgü konusudur. Ancak bu başarı yalnızca kendi sınırları içinde su üretmekle sınırlı değildir. Dünyanın farklı yerlerindeki kaynaklara ortak olmak, çıkarılan suyu ticarileştirmek ve uzun vadede erişilebilirliği kontrol altında tutmak da bu stratejinin bir parçasıdır. Türkiye'deki bazı kaynakların, doğrudan İsrail merkezli firmalarca şişelenmesi ve pazarlanması bu bağlamda sıradan bir ticaret faaliyeti gibi görünmemelidir.
Çünkü bu mesele sadece "kimin kazandığı" değil, aynı zamanda "kimin kaybettiği" meselesidir. Su gibi hayati bir kaynağın yönetimi, denetimi ve paylaşımı bir ülkenin egemenliğinin temel taşlarından biridir. Su; sadece bir içecek değil, bir güvenlik sorunu, bir kalkınma meselesi, bir bağımsızlık göstergesidir.
Bugün Türkiye'den çıkan suyu şişeleyip satanlar, belki yalnızca ticari kâr gözetiyor gibi görünür. Fakat bu suyun kim tarafından, hangi altyapıyla ve hangi niyetle depolandığını; bu operasyonların stratejik bir planın parçası olup olmadığını düşünmek zorundayız. Eğer bir gün su, petrol gibi savaş nedeni olacaksa, bugünün ticari faaliyetleri yarının cephane sevkiyatı olarak okunabilir.
Bu nedenle mesele sadece "hangi markayı içtiğimiz" değil, aynı zamanda hangi zihniyeti beslediğimizdir. Yerli üretici güçlendirilmedikçe, milli kaynaklar uluslararası güçlerin elinde kaldıkça ve bu ülkenin suyu bu ülkenin halkına yabancılaşmış oldukça; bağımsızlık kavramı yalnızca bayrakla sınırlı kalır.
Belki artık suyu içerken sadece serinlik değil, bilinç de aramalıyız.
Çok doğru bir noktaya değinmişsiniz. Bu kadar stratejik öneme sahip bir kaynağın, hele ki su gibi yaşamsal bir varlığın, yabancı şirketlerce çıkarılıp pazarlanması kabul edilemez. Su kaynaklarıyla birlikte; enerji, maden ve tarım gibi sektörler de milli güvenlik kapsamında değerlendirilmelidir. Stratejik üretimlerin satılamaz ve devredilemez olması artık bir tercih değil, bir zorunluluk hâline gelmiştir.
erikli, hayat, nestle, sırma, damla... bu sular israil'in. Yerel işletme olarak kurulan bu markalar satıldı. Satılan marka mı sadece!