Binlerce yıl önce Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında atlarıyla göç eden Türk boyları, her sabah güneşin kızılıyla uyanıp yeni yurtlar aramaya çıktılar. Hun Kağanlığı’nın kurduğu düzen, Göktürkler’in ‘Türk’ adını tarihe kazıması, Karahanlılar’ın İslamiyet’i kucaklayarak medeniyet ufkunu genişletmesi…
Hepsi bir arada, birbirini besleyen bir hikâyenin parçaları oldu. Bu yolculuk, sadece bir coğrafya keşfi değil, Türk milletinin düşünce gücünü, dayanışma ruhunu ve devlet kurma iradesini her adımda ortaya koyduğu bir destandı.
Anadolu’ya uzanan yıllar boyunca Türkler, yeni dünyalar keşfederken içinde bulundukları medeniyetle de tanıştılar.
751 Talas Savaşı’nın hemen ardından İslam’ın öğretileri, bu göçebe toplulukların yaşamına dokundu; bilim, sanat ve adalet anlayışına dair yeni ufuklar açtı. Ardından Malazgirt’teki büyük zaferin ardından Anadolu’nun verimli topraklarına ilk adımlar atıldı. O günlerde, Bizans surları önünde kazanılan o kutlu galibiyet, yorgun göçebe süvarileri buraya çağıran bir davet gibiydi.
Selçuklular, İznik’te kurdukları devletle birlikte kervan yollarına güvenlik sağladı, medreseler ve hamamlar inşa etti; camileriyle, hanlarıyla Anadolu’yu bir kültür merkezine dönüştürdü.
Aradan yüzyıllar geçti; Söğüt’te filizlenen Osmanlı beyliği, birinci padişahtan Kanuni Sultan Süleyman’a uzanan bir zaman tünelinde üç kıtaya hükmeden dev bir imparatorluğa dönüştü.
O imparatorluk, farklı inanç ve dilleri aynı çatı altında barındırmayı “millet sistemi” diye adlandırdığı bir yöntemle başardı.
Farklı topluluklar bir arada yaşarken, Türk-İslam sentezi Balkanlar’dan Mısır’a, Basra Körfezi’nden Viyana surlarına kadar yayıldı.
Ama her yükselişin bir dönemi olduğu gibi, Osmanlı’nın da ufkunda zamanla karanlık bulutlar belirdi. Avrupa’daki hızlı değişim ve teknolojik gelişme karşısında sancılı bir dönüşüm süreci başladı; 1. Dünya Savaşı’nın yıkımı ise yüzyıllık imparatorluğu tarihin sayfalarına gömdü.
İşte o en karanlık dönemde, milletimiz yeniden ayağa kalktı.
Samsun’dan yükselen bağımsızlık ateşi, Erzurum ve Sivas kongreleriyle bütün Anadolu’ya yayıldı.
Sakarya’da durdurulan işgalci ordular, Dumlupınar’da bozguna uğratıldı. Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan ederek, yıkılan imparatorluğun küllerinden yeni bir devlet doğurdu. O an, Türk milletinin kendi kaderine sahip çıktığı en net andı.
Bugün geldiğimiz noktada ise, Türkiye Cumhuriyeti bizlere ‘son ve ebedî devlet’imizin bekçiliğini teslim ediyor. Çevremizdeki iç ve dış oyunlar, siyasi çekişmeler zaman zaman içimizi ürpertiyor; çünkü düşmanlar, birliğimizi zayıflatmak için fırsat kolluyor. Fakat inanın, bu ülkenin gücü dünya haritalarında çizilen sınırlardan değil, milletimizin yüreklerindeki inançtan geliyor.
Güç, kaba kuvvet göstergesi değildir; kültürümüzü, tarih bilincimizi ve ortak değerlerimizi yaşatmakla ölçülür. Evlatlarımıza atalarının azmini, bilimdeki merakını, sanattaki zarafetini ve düşüncedeki derinliğini miras bırakabildiğimiz sürece bu topraklar, hangi fırtınayı yaşarsa yaşasın savrulmayacaktır.
Artık kaybedecek zamanımız yok.
Siyasetin kavgaları, günübirlik polemikler bizi öylesine meşgul ediyor ki, gerçek tehdidin nereden geleceğini göremeyebiliriz.
Oysa düşman, yalnızca sınırlarımıza top atmakla kalmıyor; içten içe fikirlerimize, gençlerimizin ufkuna nüfuz etmeye çalışıyor. Onun için güçlü şahsiyetler yetiştirmek zorundayız. Eleştiren ama umut veren, sorgulayan ama yol gösteren nesiller…
Teknolojide, ilimde, kültürde, ekonomide sınır tanımayan, geliştikçe dünyaya armağan sunan bir Türkiye inşa etmeliyiz.
Bu köşe yazısında sizlerle paylaştığım kadim yolculuğun sonunda, hepimize düşen görev nettir: Türkiye’nin ebedî devletine sahip çıkmak; geçmişten süzülüp gelen kuvveti bugünümüzü aydınlatmak için kullanmak; yarınlara umutla bakmak. Çünkü Türk milleti, tarih boyunca her sıkıntının üstesinden gelmeyi bilmiştir. Şimdi de aynı yürekle, omuz omuza, azimle yürüyelim.
Zaman dar, hedef büyük: Birlikte güçlü bir Türkiye!