Meclis Başkanının ‘Yeni Anayasa laik olmamalı, dindar olmalıdır” şeklindeki beyanatını üzüntüyle okuduk. 25.Nisan.2016 günü idi ve Türkiye 21. asra doğru yürüyen İslam ülkesi olarak Dünya’da Ortadoğu ülkesiydi. Türkiye’de neden laiklik karşıtı teamül güçlüdür? Önce bu soruya cevap vermemiz gerekir. Dine karşı ve olumsuz bir din zihniyeti içinde özellikle İsmet İnönü ve CHP li yıllarda acımasızca uygulanan bir laiklik zihniyeti Türkiye’de insanları sistemden soğutmuştur. İhtiyacımız olan olan menfi ve müspet laiklik zihniyetidir. Laiklik ülkemiz için adeta bir nefes borusudur. Eğer Türkiye’de dindarlık olacaksa laiklik olmalıdır. Dindarlık adı altında birbirinin mezhebine, gurubuna veya cemaatine dahi saygısı olmayan birbirinin bayramını dahi kutlamayanların dindarlık ölçütü içinde yazılacak bir Anayasanın ülkemizi nereye götüreceği açıktır. Sorun şudur: Laiklik ülkemizde dinsizlik gibi uygulanmış ve halka yıllarca eziyet edilmiştir. Allah demek adeta yasak bir laiklik zihniyeti Türkiye’de yerleştirilmeye çalışıldı. Şimdi ise durum tersine döndü. Medeni Kanunun kabul edildiği 1926 yılını laiklik için başlangıç kabul edersek neredeyse 100 yıla yaklaşan bir laik uygulama tarihinin sicilinin pek de temiz olmadığını görürüz. Ama bu bize şunu öğretmeliydi: Adına halka zulmedilen laik uygulamaların ülkemiz için ne derecede önemli olduğu hususu.
Diyelimki “dindarlık” ölçümetre değerleri içinde bir Anayasa yazdığımızda ne gibi sorunlarla karşılaşacağımızı düşünmeden önce “şeriat, dini değerler, İslami ilkeler” genel kabullenmesi içinde yasalar, siyasi, idari düzen üreten İslam ülkelerine bakalım.
LAİKLİK MÜSLÜMANLARIN ÖZELLİKLE HANIMLARIN
SAHİP ÇIKMASI GEREKEN ÜLKENİN NEFES BORUSUDUR
Ülkemizde özellikle müslümanların ve de hanımların can havliyle sahip çıkmaları gereken bir düzen olduğu açıkça ortaya çıkar. Dini bütün müslüman kardeşlerime soruyorum: Ülke hazinesinden bir şekilde maaş alıyorsanız o para içinde yüzde kaçının “genelev” “kumar, bahisler” “alkollü içecek” kaleminden geldiğini hiç düşündünüz mü? Yeryüzünün en büyük açık ve gizli kumar, fuhuş, yasa dışı alkollü üretim ülkeleridir İslam ülkeleri. Bunun nedeni de somut bir değer yargısı ifade etmeyen “dindarlık” ifadesi arkasındaki “İslam zihniyeti” “şeriat” algılamasıdır. Tabi İslam dini adına “sılayı rahim” ilkesine sığınarak imani bir iştahla köleleri kayırma, nepotist uygulamalar da işin cabası. Ülkemizin değerini düşürüyor bu. Buradaki gülünç çelişki ise hem laik bir Anayasa istemiyoruz derler hem de Avrupa topluluğuna girmek taktiksel zorunluluktur derler. Bunlarda aslında ahlaki bir değer olmadığının da bir kanıtıdır bu yaman çelişki. Daha da garip olan “paranın imanı yoktur” diyenler de bunlardır. Ama Anayasa söz konusu olunca “imanlı Anayasa” “dindar Anayasa” diyenler de bunlardır.
Endonezya’da din adına hareket eden siyasi partilerden, cemaatlere varıncaya kadar hepsinin tek ölçütü dindarlık değildir. Tek ölçütü kendi tabirleriyle imanı olmayan paradır.
Bunları bizzat gördükten sonra 6 senedir incelediğimiz Endonezya dramını yazmazsak Allah sorar endişesiyle laikliğin İslam ile eşit olduğuna iman derecesinde bağlandık.
Endonezya’da İslam din zihniyetine dayanan öylesine cahil uygulamalar vardırki “böylesi bir şeriat mı?” “zalim bir laiklik mi?” iki ucu da zulme giden ölüm mü sıtma mı ikilemi içinde kesinlikle zalim bir laikliği tercih ederdim. Burada amacımız konunun ehemmiyetini vurgulamak için aşırı bir örneği gündeme getirmektir. Yoksa zalim bir laikliğe cevaz vermek değil.
Bakın size neden böylesine ekstrem bir örnekle laikliği savunduğumuzu Endonezya’dan bir gerçek ziyaret yeri ile açıklayalım. Endonezya, Orta Cava, Sragen ilçesinde annesiyle ensest ilişkiye giren bir şehzadenin mezarının bulunduğu köyde 35 günde 7 kez eşini aldatıp mübaşeret yapan kişinin bereket ve refah kazancağına inanılan bir yerdir: Gunung Kemukus. Bunun laik devlet yapısıyla ne ilgisi var diye düşünenlere de bu zihniyetin üzerine inşa edilen bir aile hukukuna göre şeriat düzeni olan en büyük İslam ülkesinden söz ettiğimizi söyleyeceğiz. Burası Endonezya’dır.
Endonezyadaki şeriat uygulamalarına zaman zaman yer vererek laikliği ve laik ülke düzenini savunacağız.
TÜRKİYE NEDEN LAİK OLMALIDIR?
ALLAH ŞERİATI YARATTI, KUL LAİKLİĞİ KESBETTİ
Bazı İslam ülkelerindeki siyasi, sosyal ve eğitim sistemlerini yüzeysel inceledikten sonra Türkiye için nefes borusu kadar değerli olan laikliğin neden ülkemiz için son derece önemli ve Dünya milletleri arasında adam gibi yer almak için de neden lazımı gayri müfarık (=olmazsa olmaz bir değer) olduğunu savunmak isterim. Ancak bundan önce özellikle vurgulamak istediğim bir husus vardır. Bu hususu da özellikle Atatürkçü ve laiklik taraftarı olanların dikkatine sunmak isterim: 9 yaşından 54 yaşına kadar Kuran Kursu öğrencisi, özel Kuran hocasından eğitim alan çocuk, İmam-Hatip Okulu ve Lise öğrencisi, Ankara İlahiyat Fakültesi öğrencisi ve Din Kültürü öğretmeni ve tercüman olarak yaşamış olan bir insan; neden Türkiye’de aldığı eğitim ve öğretim terbiyesine dayanarak laikliği savunmuyor da bazı İslam ülkelerini gezdikten sonra laiklik ilkesini savunuyor? Soruya arayacakları cevap nerede hata yaptıklarını gösterebilir sanırım. İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına hesabı acizene şahsımızın neden laikliğin önemini ülkesindeki eğitim ile benimsemeyip de yabancı ülkelerde öğrendiğini derin derin düşünmenin zamanıdır diye düşünmekteyiz. Her ne kadar ülkemizde laiklik uygulaması tarihine baktığımızda; rahmetli annemden 1935-45li yıllarda köyde Kur’an okunurken köyün dışına bir nöbetçi diktiklerini “jandarma geliyor” diye gözcünün bağırması üzerine hemen eve doğru kaçarak gittiklerini bizzat dinlemiş bir kişi olarak laiklik uygulamasını yadırgayarak öğrenmiş ve baskı ile bir yere varılamayacağını da şu anda İslam ülkelerinde yaşananlara baktığımızda yeniden idrak eden bir 1956 neslinden olsam da laikliğin özünün değil de iskeletine dokunmadan uygulamasındaki aksaklıkların öne çıkması gerektiğini savunan bir noktaya geldiğimi beyan etmek isterim. Uygulamadaki aksaklıkların laikliğin ihtiyaç olmadığını gösteremeyeceğini artık Trükiye’deki sünni çoğunluk olarak kabul etmeliyiz. Bunu ülkemizdeki kahhar çoğunluk olan benim gibi sünni müslümanların benimsemesinin ülkemize barış getireceğini görmekteyiz. Çünkü laiklikten sadece sünniler değil aleviler de beklenti içindedirler. Ama asırlarca kuzu gibi boğazlandıklarından, kesile kesile yok edilmek için var gücümüzle uğraştığımız kardeşlerimizden bu konuda fazla bir ses çıkmasını beklemek değil, onlara seslerini çıkarmaya ortam hazırlayacak güce sahip sünnilerin destek vermesi gerektiğini görmekteyiz. Laiklik sünni ve alevi müslümanların ülkemizdeki tüm dini ihtiyaçlarını giderecek şekilde ama ülkenin örgüt yapısının da asla lakiliğin iskeletine dokunmayan bir ıslahata ihtiyacımız olduğu aşikardır. Bu sorunlar cami kürsüsünden konuşan hoca efendinin izahatı ile değil de ülke kürsüsüne oturanların bakışı ile çözülebilir. Cami kürsüsüne oturan kişi aleviye yönelik vaaz bile yapmamaktadır. Sadece istediği camiye gelen herkesin kafasını sallayarak onu dinlemesidir. Konu bu kadar net ve basit, berrak ve açıktır. Şimdilerde; İslam dinine de Türkiye’ye de verdiğimiz zararı hesap ederek; kaybetmekte olduğumuz onlarca yıllara yine onlarca yıllar ekleme arefesinde olduğumuz şu günlerde laiklikten zarar görmüş ve laik zihniyetten yıllarını ve kazancını kaybetmiş bir vatandaş olarak kişisel deneyimlerimizi bir kenara bırakıp niçin ülkemizin laik olması gerektiği üzerinde gerekçelerimizi serdedelim: İslamiyet adına hareket edenlere baktığımızda her zaman “Avrupa’daki gibi laiklik istiyoruz” diyorlar da “Türkiye laik olmalıdır” demiyorlar tecrübelerinin ışığında neden falsolu bir tavır içinde olduklarını kendileri gibi düşünmeyen müslümanlara verdikleri değerden çok daha iyi idrak ediyoruz.İslam dinini üç-beş tüccarın eline teslim edip bir halk hareketi gibi yutturacak kadar güçlendiler. “Bu ülke müslümanlıkla yükselmiştir, müslümanlıkla da alçalmıştır” gibi elimizde 6 asra varan bir tecrübenin ışığında konuşmak önümüzü açacaktır. Tacirlerimiz artık İslam satıyorlar. Sizin anlayacağınız dilencilerimiz din dışı yaşayan tarla fareleri iken değişime uğradılar da din içi tarla fareleri oldular.
ŞERİAT ADINA ALTI ASIRDA PADİŞAHIN
KONUMUNU YASAL BİR ZEMİNE OTURTAMADIK.
Altı asırda başta Şeyhulislamlarımız ve çevrelerindeki “ulema” olmak üzere Padişahın konumunu yasal bir zemine oturtabildik mi? Hangi padişah ardından geleni tayin edebildi? 36 padişahtan kaç tanesi bu mutluluğa erişti? İstanbul’u terkedip Mekke ve Medine’ye bile gidemiyorlardı. Arkasına güvenerek bakamıyordu da ondan. Padişahların nasıl öldürülebileceği hususunda ise ittifak ettik: Kanı haram, bedeni helal idi. Kanı akıtılarak değil de boğularak öldürülebileceği hususunda ittifak edebildik. “Nasıl öldürüleceği hususunda ittifak edilmiş bir şahsiyet” vardı, en tepemizde. “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” diye imzası atılan ve mermerlere hakkedilen yüce bir şahsiyete reva gördüğümüz muamele bu idi. Niçin? Şeriat adına öyle karar veriliyordu da ondan. Elbiselerinin tozu mübarek diye Kutsal Emanetler odası önündeki “toz kuyusu”na atılan şahsiyet idi bu insan. Ama aynı statüdeki insana “tecavüz ederek” öldüren de biz idik. (Genç Osman, Yedikule Zindanları, 1624?) Topkapı Sarayı’ndaki psikoloji bu açıdan gerçekten çok düşündürücü ve ibret vericidir. Bütün bunlar şeriat adına yapıldı. Sadece padişah ve onun konumu ile ilgili uygulamalarımız; laikliğin bu ülkede ne kadar zaruri ve acil bir ihtiyaç olduğunu kanıtlamaya yeter de artar bile. Açıkça yazıyorum ve diyorum ki bugün başımızda birlik ve beraberliğimizi simgeleyecek bir padişah olsa ilk önce ayaklarının suyunu içecek kişi olmak isterdim. Haleti ruhiye mantığın önüne geçemeyeceğine göre, aklımızı ne kadar kullanırsak sorunları da o kadar yakından görüp çözebileceğimize göre 21. asrın ortasına doğru ilerlediğimiz şu günlerde açık yüreklilikle ve cesaretle tarihimize bakarak geleceğe yönelebiliriz: Padişahın konumunu çağın gereklerine göre değiştirip uyarlayamadık. Neden? Şeriat adına hareket edenlerde öyle bir yetenek yoktu. “Yoksa kuru bir ekmeğe bile razıyım yeterki sorunlar çözülsün” diyen Üçüncü Selim’i (1808) Topkapı Sarayı Üçüncü Avlu Arz Odası önünde katleden sefiller de şeriata inanıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet’i zehirleyenler başka bir şeye mi inanıyorlardı? Onlar da şeriatçıydı. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısacası şeriat adına hareket edenler camilerin içinde bile insanları seve seve boğazlamayı bir marifet ve erdem sanmışlardır. Fatih Camisi ve avlusu buna şahittir. Dört Halifeden üçü, Sevgili peygamberimizin torunları hep şeriat adına öldürülmüşlerdir. Osmanlı tarihinde sadece en tepedeki padişahlar değil şeyhulislam ve sadrazamların içinden de aynı şekilde katledilerek tarihteki yerini almış olanların sayısı az değildir. Hepsi şeriat adına katledilmiştir. Neden İslam şeriatının içinden barış ve sevgi dolu evrensel kurallar çıkaramadık diye düşünmemiz gerekirken, neden İslam adına hareket ettiğimiz halde birbirimize hiç mi hiç güvenmeyip birbirimizi boğazlamaktan, hakaret etmekten, mürted (dinden çıkmak) ilan etmekten başka bir şey yapmadığımızı düşünmemiz gerekirken, didişmeyi ve karşılıklı istismarı daha çok yeğliyoruz. Tarih bize şunu öğretmiştir: Şeriat adına siyaset yapanlar “katl” konusunda uzmanlaşmışlardır. En tepesinde kargaşa, kaos, kıtal, cidalleşme, öldürme, boğma hukuku olan bir sistem İslam dini adına işletildi. Bizim düşünmemiz gereken nerede bu sistemi ıslah edip de daha insani bir rejim üretebiliriz konusu üzerinde kafa yormak iken tutturmuşuz şeriat da şeriat illa da şeriat diyoruz. Ancak ağızlarından “şeriat” sözcüğü çıkanlar abdestin nasıl alınacağı hususunda bile uzlaşamadıkları bir basit ilmihal hususunu bir kenara bırakalım; derin bir uzlaşı isteyen hukuk sistemi ve idari yapılanma üzerinde asla ve asla gösteremeyecekleri rıza ve müzakere uzlaşı ve hoşgörü yeteneklerini kullanamayacakları gün gibi aşikardır. Tarihte böyle omuştur. Şimdi de böyle olacaktır. Sözcüğün tanımı üzerinde bile uzlaşma sağlayamıyoruz. Nerde uygulamasında uzlaşma sağlabileceğiz? Bugünlerde çok kullandıkları kavramlar hoşgörüdür ama “benim istediğim hoşgörü olacak” türünden köylü uyanıklığından başka bir şey değildir.
SORUNLARI NE ZAMAN GELECEĞİNİ BİLMEDİĞİMİZ BİR GELECEĞE
TAŞIYIP ÇÖZMEK İSTİYORSAK HEMEN ŞERİATI GETİRELİM
Ülkelerinde İslam adına zulüm üreten İran rejimi ile uzlaşmak için elllerinden gelen her türlü uyuşturucu yorumu yapanlar, tevil ve dinden çıkma noktasında karşılarındakilerle kavga yapmaya hazır bekleyenlerdir. Oğlu suç işlediğinde babasının tutuklandığı bir ülkedir İran, genelevin yasak olduğu ama gizli genelevlerin ise Ayetullah polislerinin ellleriyle yönetildiği bir ülkedir burası. Yeryüzünde rüşvetin en yaygın olduğu ülkelerden birisidir. Öyle bir ülke ve zihniyet ile uzlaşmanın Türkiye’ye ne katkı sağlayacağı ortada iken sorunları ne zaman geleceği bilinmeyen ve üstelik de tartışmalı olan bir geleceğe taşımaları ise hepten zıvanadan çıkmış bir zihniyetten başka bir şeyi göstermemektedir. Sorunlar ise hemen çözüm beklemektedir. Mehdi-mesih taslağını bekleyelim geldiği zaman o soruna bakarız diyenler böylece sorumsuzluk aşılamakta ve uyuşturucu görevini bihakkın yerine getirmekte halkı bilinmeyen bir geleceği beklemeye yönlendirmektedirler. Bu İslam adına yazanların ciddi ciddi yazarak dile getirdikleri bir fikirdir. Bunların getireceği şeriat sistemi de böyle olacak sorunlarımız amiyane tabirle gelmeyen ayın bitmeyen Çarşamba günü geleceği söylenen mehdi-mesih efendiye havale edilecektir.
RIZA VE MÜZAKERE NASIL OLUR?
Cafcaflı, sıloganvari sözlerle insanları uyutmak mümkündür. Kolaydır da. Ama zor olan işin ardında yatan felsefi düşünceyi, derin feraseti kavramaktır. Kendileri gibi düşünmeyen müslümanlara hiçbir ortamda söz hakkı dahi vermeyenlerden nasıl hoşgörü ve genişlik bekleyeceğiz? Hoşgörü deyip duruyorlar. Hoşgörü dedikleri sedece kendileri gibi düşünenleri kayırmaktan başka bir şey değildir. Rıza ve müzakare böyle bir zihniyet ile mümkün olamaz. Rıza ve müzakere karşılıklı taviz ve ne kadar ödün verileceği üzerine kurulu bir tarzdır. Bunlarda bırakınız karşısındakine ödün vermeyi kendi dinlerinden de vazgeçtik kendi mezheplerinden, cemaatlerinden olanlar arasında bile ayrım yaparak kayırmacılığın daniskasını uyguladıkları gün gibi ortada iken beklenti içine girmek hatalı olur kanısındayız. Son söz olarak; şeriatı yaratan (halkeden, halkullah) ulu Allah’ımız, laikliği kazanan (kesbeden, kisbul ibad) da Allah’ın verdiği aklımızdır diyoruz.