B.1. Bir Türk Estetiği var mıdır?
Bu, fevkalâde iddialı ve cevabı da uzun tartışmaları gerektiren bir sorudur. Ancak, biz, burada, bâzı hususları dile getirmekle iktifa edecek ve sâdece birkaç örnek üzerinde duracağız. Bunların ilki Fârâbî (872 - 950)'dir. Fârâbî, "İhsâ-'ül İlim" (İlimlerin Sayımı) adlı eserinde, şiir, hitabet ve mûsıkîyi ele alarak, bunları, 'mantık ilmi' içersinde değerlendirir. Bu değerlendirme; şüphesiz ki, estetik mânâda, bu ilmi esas alarak ileri sürülen görüşler değildirler. Daha ziyâde Aristo'ya bağlı olması sebebiyle, ortaya yeni bir şey koymaktan ziyâde, bâzı tasavvurları dile getirerek, Aristo'nun: "epos, tragedya, komedya, dithrambos şiiri ve flüt, kitara sanatlarının büyük bir kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir (mimesis)." (20) anlayışını benimser.
Meselâ; şiire hakkında şunları söyler: "Şi'rî söze gelince, bu da konuşulan şeyde, herhangi bir hâl veya şeyi daha üstün veya alçak tasavvur ettirmeye yarayan şeylerden terkip edilendir. Bu da güzellik veya çirkinlik, yükseklik veya alçaklık, yahut bunlara benzeyen başka bir bakımdan olur.
Şi'rî sözleri duyduğumuz zaman, onun ruhumuzda hasıl ettiği hayalden, (meselâ) hoşa gitmeyen bir şeye benzeyen bir şeye baktığımız zaman ne duyarsak, öyle bir şey duyarız: Çünkü hemen bu şey hakkında, onun hoşlanılmayacak şeylerden olduğu tasavvuru hatırımıza gelir. Gerçekte onun bize tasavvur ettirdiği gibi olmadığını kesin olarak bilsek de, ruhumuz ondan nefret eder ve ondan uzaklaşır."(21)
B.2. "Bediî Türkçülük"...Nereye ?..
"Türk" kelimesini kullanarak, ilk defa "bediî " (estetik) bir tavır orta koyan fikir adamımız Ziya Gökalp'tir. Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabında, buna, "Bediî Türkçülük" başlığıyla müstakil bir bölüm ayırmıştır. Bu başlık altında şu konular işlenmiştir: "Türklerde Bediî Zevk, Millî Vezin, Edebiyatımızın Tahris ve Tehzibi, Millî Musiki, Sair Sanatlarımız, Millî Zevk ve Tehzib Olunmuş Zevk."
Gökalp; "Türklerde Bediî Zevk" başlıklı bölümde şöyle diyor: "Eski Türklerde bediî zevk çok yüksektir. Turanda keşfedilen mermer heykeller, hiç de Yunan heykellerinden aşağı değildir." (22)
"Millî Vezin" başlıklı bölümde de şunları söyler: "Eski Türklerin vezni, hece vezni idi. Mahmut Kâşgarî lûgatindeki Türkçe şiirler, hep hece veznindedir. Sonraları, Çağatay ve Osmanlı şairleri taklit vasıtasiyle Acemlerden aruz veznini aldılar, Türkistan'da Nevâî, Anadolu'da Ahmet Paşa aruz veznini yükselttiler. Saraylar bu vezne kıymet veriyorlardı. Fakat, halk, aruz veznini bir türlü anlayamadı. Bu sebeple halk şairleri eski hece vezniyle şiirler söylemeye devam ettiler. Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Kaygusuz gibi tekke şairleri ve Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi saz şairleri hece veznine sadık kaldılar. "(23)
"Edebiyatımızın Tahris ve Tehzibi" bölümünde ise, Gökalp, şu görüşe yer verir:
"Türkçülüğe göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki san'at müzesinde terbiye görmek mecburiyetindedir.
Bu müzelerden birisi halk edebiyatı, ikincisi garp edebiyatıdır. Türkçe şairler ve edibler, bir taraftan halkın bedialarını, diğer cihetten garbın şehkârlarını (şaheserlerini) model ittihaz etmelidirler. Türk edebiyatı bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne millî ne de mütekâmil bir mahiyet alamaz. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru, diğer cihetten garba doğru, gitmek ıztırarında (mecbûriyetinde)dir.
Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Evvelâ, masallar, fıkralar, efsaneler, menkibeler, üstûreler, saniyen darbımeseller, bilmeceler, salisen mâniler, koşmalar, destanlar, ilâhîler, râbian (dördüncü olarak) Dede Korkud kitabı, Âşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikâyelerde cenknâmeler, hamisen Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan ve Nasreddin Hoca gibi canlı edebiyatlar.
Edebiyatımız bu modellerden ne kadar çok feyiz alırsa o kadar çok tahris (hırslandırılmış) edilmiş olur.
Edebiyatımızın ikinci nevi modelleri de Homerle Virjilden başlayan bütün klâsiklerdir. Yeni başlayan bir millî edebiyat için en güzel örnekler klâsik edebiyatın bedialarıdır. (...) Son zamanda, Fransa'da, gençliğe mefkûrelere doğru yeni bir hamle vermek için, yeni klâsikler mektebinin teessüs etmesi de, klâsik edebiyatın bu terbiyevî rolünü ispat eden canlı bir delildir." (24)
Gökalp; "Millî Zevk ve Tehzib Olunmuş Zevk" başlıklı bölümde de şöyle der:
"Her millette güzellik telâkkisi başkadır. Bir milletin güzel gördüğü şeyleri, diğer millet çirkin görür. Bu surette, zevk'in millî olması lâzım gelir. Filhakika, her milletin, millî bir zevki vardır. Eğer, bir millet, millî zevkinden uzak düşmüşse, san'at sahasında da yaptığı şeyler, hep âdi taklitlerden ibâret kalır. Osmanlı şairleri musikileri buna misaldir. Çünkü onlar, millî zevki tamamiyle kaybetmişlerdi.Yazdıkları şeyler ya Acem taklitlerinden veyahut Fransız taklitlerinden ibaretti." (25)
Burada, şunu bilmek isteriz ki, "millî zevk" ten ne kastedilmektedir? Yâni, "millî zevk" nedir ki, ona sâhip çıkılsın ve "ondan uzak kalın"masın?
Gökalp, aynı yazısına şöyle devam eder: "Hakikî san'at, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı devrin bediî mefkûrelerini tasvire çalışmaktır. İşte Mikel Anj, Rafael gibi Rönesans san'atkârları bu noktaları düşünerek doğru yolu buldular: Hazreti Meryem'e Venüs'ün teknik güzelliğini verdiler. Hazreti İsa'ya da Apollon'un cismanî güzelliğini iade ettiler...
(...) Katolik kilisesi bu heykellerle resimler kabul ederek ibadethânelere bir müze şekli verdi. Halbuki Bizans'ın ve umum şarkın ortodoks kiliseleri, mukaddes tasvirlerini, Yunan - Lâtin modellerine benzemeğe çalışmadılar; Sâmilerden aldıkları kaba örneklere mübaşih bir surette tersimde devam ettiler. Bu sebeple, ortodoks milletlerin san'atı tehzibden mahrum kaldı.
Rönesanstan sonra, Avrupa'da her millet, bediî hayatının inkişafı ânında hep böyle hareket etti. Şekspir, Ruso, Göte gibi romantik dâhiler, hem hal terbiyesini almışlar, hem de eski Yunan - Lâtin tekniklerini temsil etmişlerdi. Bu sayede, her biri kendi milleti için, hem millî hem de mütekâmil bir edebiyat vücude getirdi. İşte, Türkçülüğün bediî programı da bu usullerin tatbikinden ibarettir. " (26)
San'atkârın vazîfesi "bediî mefkûreleri tasvire çalışmak" mıdır? "Bediî hayatın inkişafı" na verilen örneklerin hangisi, "Türkçülüğün bediî programı"na uygundur ve şâyet, "Türkçülüğün bediî programı bu usullerin tatbiki" ile gerçekleşecekse, bu da "taklit" değil midir. Bizim "millî bediî görüşümüz", garb'ın hangi bediî görüşü ile mutabıktır? Hıristiyanlık ile mi, kapitalizm ile mi, sosyalizm ile mi, ateizm ile mi, ekzistansiyalizm ile mi?
Gökalp; "bediî" kelimesini kullanmaktan başka, bize dâir, hiçbir "bediî bilgi" yi vermemiş, ileri sürmemiş ve muhakeme etmemiştir? Bize göre / bediî nedir? Bu ilim'de, Türk - İslâm kültürünün ve fikir hayatının hangi usûlleri vardır? Söylenenlerde bunlarla ilgili hiçbir ipucu yoktur.
Ne yazık ki, bir ilim olarak estetik hakkında bir târif veya bir îzah bile yapılmamıştır.
Peki; Gökalp'in tavsiyesi nedir?
Yuvarlak ifadelerle, "Halk'a doğru" ve "garb'a doğru" yürümek "mecburiyeti"... Peki; halk'a doğru ve garb'a doğru'da hangi değerler bulunmaktadır ki, Türk san'atkârı, bunları malzeme yapıp işlesin?
Batı'da Yunan-Lâtin denilirken ve "Fransa'da, gençliğe mefkûrelere doğru yeni bir hamle vermek için...", denilirken, bizde, Türk gençliğine nasıl bir millî bediî mefkûre / ideal / ülkü hedeflenmiştir? Tabiî ki, böyle bir şey yok!..
Birkaç yerde Ahmed Yesevî, Yunus Emre demek yetmez. Köke inmek, Türk kültürünün millî ve mânevî temellerine ulaşmak gerekir.
Türk dilinin estetik yapısıyla, onun mânâsındaki hakîkî ulvî yükselişteki eserlere ve eserlerdeki nakli...Meselâ; Yûnus Emre'nin: "Mevlâna Hudâvendgâr bize nazar kılalı / Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur" dediği Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, bu bahiste nerededir?
Kaldı ki, Gökalp, Osmanlı şâirlerini topyekûn suçlamaktadır: " Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız şairiyle mütenâzırdır. Fuzulî ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle, Osmanlı edibleriyle şairlerinden hiç biri orijinal değildir, hepsi mukallittir, hepsinin eserleri bediî ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğmuştur."(27)
Peki; "orijinal" nasıl olunacaktır? Bunun cevabı maalesef mevcut değildir!..
B.3. Estetiğimizde En Son Teşhis
Geldiğimiz noktada, en isâbetli teşhis Necip Fâzıl tarafından konulmuştur. Türk ve dünyâ poetikasında, şu âna kadar en şümûllü görüşü ortaya koyan Necip Fâzıl, buna bağlı olarak, estetiğimizi de, 'münekkit nazarı'yla masaya yatırmıştır:
*"(Estetik), yâni güzellik, bedî ölçüsü...Onun hem hazinesi bizde, hem de en yoksunu yine biziz. Ne acı!..
* "Allah güzeldir ve güzeli sever!" hadîsi, İslâm'da (estetik) ölçülerinin tohumunu verir. Bu tohumu yetiştirmek ve geliştirmek, cemiyet bahçesinin onu fidanları, ağaçları ve çiçekleriyle ziynetli bir fidelik haline getirmek şart...Şeriate aykırı olmayan her güzel şey İslâmın malıdır.
* Bedî idraki, içinde aklın ve mantığın pek az, seziş ve bedahet hissinin pek çok olduğu bir mevhibe...
* Allah, onu ruhumuza öylesine nakşetmiştir ki, âdetâ doğru ve iyinin en dakik terazisi ve nizam âleti olarak kalbimizde ayrı bir göz teşekkül etmiştir.
* Bütün güzel sanatlar bu idrakin temelinde..Ve madde gözü şu kadar kilometrenin ötesini göremezken bu göz, hayalin kanatları üstünde aşk hıziyle uçar, varır, erer ve fetheder.
* Malik olduğumuz hazinenin yoksunu yine biziz dedik; hazine, Kâinatın Efendisi, yoksun olan da o nimeti yalnız kabukta temsil edip içini asırlardır boş bırakma yoluna sapmış bulunan bütün bir İslâm dünyâsı...
* Hristiyanlığın vardığı nokta, esası bâtıllaştırılan bir dini, çirkinden güzele intikal ettirebilmek için sun'i vasıtalarla ve zoraki makyajlarla güzelleştirmek olmuşken, münezzeh İslâmın son merhalesi, aslında güzel olanı, temsil kadrosunda çirkinleştirmekten ibaret kalmıştır.
* (...) Kâinatın Tacı, içi ve dışiyle, dünyanın en güzel erkeği...Kızı, rikkat ve hassasiyet mâdeni Hazret-i Fatıma diyor ki: "Yusuf'u gördükleri zaman güzelliği karşısında farkına varmadan ellerindeki bıçakla parmaklarını kesenler, eğer benim gördüğümü görselerdi yüreklerini parçalarlardı..." Her hâl ve edâda bir güzellik..
* İş, Allah tarafından güzel yaratılmış olup olmamakla bitmez; her işde, her tavırda, her harekette güzeli ve güzelliği aramak icap eder." (28)
B. 4. "Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz"...
Estetik ve estetiğimizle alâkalı en sıhhatli ve geleceğimiz için ufuk açıcı bilgileri, "Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz" isimli kitabıyla ortaya koyan S. Ahmet Arvasî, "İslâm San'atı Ve Allah" başlıklı yazısında şu görüşlere yer verir:
"İslâm'da "güzellik", başlıbaşına bir hakikattır. "Güzellik", her ne kadar, insan için "izafî" bir mânâ taşıyorsa da gerçekte "Mutlak Güzel" olan Allah'ın "cemil" ve "cemal" sıfatlarının tecellilerinden ibarettir.
(...) İslâm'a göre, bizzat Allah, "en büyük san'atkârdır" ve kendindeki "cemal" sıfatı ile her an tecelli etmektedir. Bu açıdan bakınca, kâinat, bir güzellik okyanusudur; insan ise, bu okyanusun üzerinde parlayan ve "en güzel yaratılmış" olan bir yıldız gibidir. Kâinata ve insana, bir san'atkâr gözü ile bakanlar, onlarda muhteşem "estetik mesajlar" bulacaklardır. Ama, müslüman san'atkâr, kendini, bu mesajların "sûretlerine" (formalarına) kaptırmak; bütün bunların arkasında gizlenen "Mutlak Güzeli", bulmaya çalışır.
Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de, en yüce san'atkâr olarak Cenâb-ı Hak şöyle öğülür: " "Sûret yapanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir."(Bknz. El-Mü'minun, âyet: 14) Böylece anlıyoruz ki, Allah, bütün bu geçici şekillerin ve formların içine sayısız "güzellik mesajları" yerleştirirken, gerçekte, yeryüzünde kendine "halife" olarak yarattığı "san'atkâr insanı", muhteşem "cemal" sıfatı ile cezbetmeye çalışmaktadır; "izafî güzellikten Mutlak Güzelliğe" giden yolları işaretlemektedir. " (29)
Arvasî; "Türk - İslâm Medeniyeti Yeniden Dirilirken" başlıklı yazısında da, Türk estetiğinin temelinde, târihî ve kültürel güç kaynaklarımız bulunduğuna işaretle şöyle der:
"Bizim medeniyetimizde, "ilim, sanat ve din" bir "bütün" teşkil eder. Gerçi, bütün medeniyetlerde, bu üç gayret, bir arada müesseseleşmiş bulunmaktadır. Lâkin, bizim medeniyetimizde müşahade ettiğimiz biçimde, bir ilim, sanat ve din âhengi kurulamamıştır. Türk - İslâm Medeniyeti, 17. asra kadar, bu konuda göz kamaştırıcı örneklerle doludur.
Bir Süleymaniye'yi düşünün, orada "hendesenin zaferi" ile birlikte "estetiğin zaferini" ve "dinin zaferini" bir arada ve muhteşem bir terkib içinde yakalayacaksınız. Gerçekten Mimar Sinan, yalnız “Taşı işleyen bir şâir" değildir, o, hendesenin sınırlarını bilen, akustiğin esrarını çözen ve fiziğin kanunlarını yaşayan bir ilim adamı ve büyük bir aşk biçiminde taşıyan ve objektif âleme işleyen bir "iman adamı"dır." (30)
C. Şiirimiz
C. 1. İlk Yazılı Şiirimiz
Şiirimiz, yâni Türk şiiri, tek kelimeyle muhteşem'dir. Son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl'ın deyişi ile :"Şiirde varılmaz derece Yunus'tadır." (31) Yâni; dünyâda, "Şiirde varılmaz derece"nin sâhibi bir Türk şâiridir.
"Bir Çin kaynağında tercümesine rastlandığı için, söylendiği zamânı ve sözlerini bildiğimiz ilk şiir, acı bir hâtıradır. Bu bir Hun şiiridir. M.Ö. 119 yılında Hunlar, savaşta toprak kaybetmiş ve kaybedilen toprak için ağıt söylemişlerdir.
Türk edebiyâtında yalnız tema'sı öğrenilen ilk türkü değil, aynı zamanda kaybedilmiş topraklar için söylendiği bilinen ilk şiir budur. Çin kaynağının verdiği bilgiye göre Hunlar bu türküyü ağlıyarak söylüyorlardı:
Yen - çi - şan dağını yitirdik
Kadınlarımızın güzelliğini aldılar.
Si - lan - şan yaylâsını yitirdik
Hayvanlarımızı üretecek yeri aldılar
Bu tercümenin dîğer mühim tarafı, şeklidir. Şeklin dörtlük olması ve yüz yıllarca sonra söylenen klasik halk türkülerinin ilk dörtlüklerini hatırlatması dikkate değer. Türk şiirinde dörtlük biriminin ehemmiyeti ileride görülecektir. Bir Çin kaynağına akseden bu çok eski türkünün, tercümesine bile, gerek mânâ gerek şekil bakımından millî çizgiler vermesi her halde üzerinde durmaya değer bir hâdisedir." (32)
"Elimizde bulunan ikinci şiir, bu sefer Türkçe ve yazılı olarak M. S. VIII. asıra âiddir. Bu şiir şifâhî edebiyattan çok, bir yazılı edebiyat örneği olmak ve bir Türk aydını tarafından yazılmakla berâber, söyleniş bakımından tamâmiyle şifâhî halk şiirinin âhengi içindedir.
O kadar ki bu, belki şiir olsun diye yazılmamıştır. Fakat nasıl Dede Korkut Hikâyeleri nesrinde, yer yer dörder heceli kelimelerle söylenmiş bir 12 heceli vezin âhengi varsa yâhud nasıl Türkiye edebiyatında daha Sinan Paşa'dan beri, bâzı nesir cümleleri aruz âhengi içinde söylenmişse; Gök - Türk kitâbelerinde rastlanan bu sözler de öyle Dîvânü Lûgaati't Türk'de örneklerini gördüğümüz Ortaasya halk şiirinin âhengiyle şöylenmiştir:
Bunça bitiğ bitiğme
Men Kül Tigin atısı
Yollug Tigin bitidim
Yigirmi kün olurup
Bu taşka bu tamga kop
Yollug Tigin bitidim
Gök - Türk devrinin iki târih kitâbesini, üstün bilgisi ve kuvvetli üslûbıyle yazan, büyük Türk yazarı ve şehzâdeler hocası Yollug Tigin, yazdığı eserin hikâyesi bu altı mısrâ içinde hulâsa ediyor:
Bunca yazılar yazan
Ben Kül Tigin atası
Ben Yollug Tigin yazdım
Tam yirmi gün oturup
Bu taşa damga koyup
Ben Yollug Tigin yazdım.
Bu mısrâlarda kuvvetli âhenk sağlayan 4+3 duraklı, yedili vezin, tamâmiyle Dîvânü Lûgaati't - Türk'deki şiirlerin sesindedir." (33)
C. 2. Muhteşem Şiirimizden Örnekler: Yûsuf Has Hâcib, Edîb Ahmed, Ahmed Yesevî:
İslâmî Türk edebiyâtının ilk büyük eseri, Yûsuf Has Hâcib (1017? - 1077?) tarafından kaleme alınan, 6645 beyitlik yâni 13. 290 mısrâlık, "kutluluk bilgisi veyâ saâdet bilgisi" mânâsına gelen Kutadgu - Bilig'dir. İşte O'ndan bir hârika misâl:
"Könül kimni sevse körür közde ol
Közin kança baksa uçar yüzde ol
Könülde negü erse arzu tilek
Ağız açsa barça tilin sözde ol"
(Gönül kimi severse gözünün önünde (hep) onu görür. Göz nereye baksa orada o (nun) hayâli uçar.
Gönülde arzû, dilek ne ise, (insan) ağız açınca hep ondan söz açar." (34)
Edebiyatımızın, Karahanlılar döneminde yetişen ikinci şâiri, Atebetü'l- Hakaayık (Hakikatlerin Eşiği)'ın şâiri Edîb Ahmed'dir. 102 dörtlük'ten meydana gelen Atebetü'l - Hakaayık, Kutadgu - Bilig gibi aruz vezniyle ve Ortaasya Türkçesiyle yâni bu Türkçe'nin Doğu / Kâşgar - Hâkaaniyye Lehçesiyle yazılmıştır.
Yaşadığı dönemde ve hâlâ tesiri devam eden ilk Türk mutasavvıf şâiri Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (? - 1166 / 67)'dir.
"Ahmed Yesevî'nin tasavvufî manzûmelerini içine alan ünlü esere Dîvân-ı Hikmet derler; çünkü o manzûmelerin hepsi ayrı ayrı bir "hikmet"tir. Anadolu Türkleri'nde bu tarz tasavvufî manzûmelere nasıl "İlâhî" adı veriliyorsa, Doğu Türkleri'nde de Ahmed Yesevî'nin ve o tarzda şiirler yazan diğer dervişlerin eserlerine umûmiyetle "hikmet" derler; bu sebeple, Dîvân-ı Hikmet ünvânının yalnız Ahmed Yesevî'nin şiir mecmuasına has bir unvan olmadığı, hattâ belki daha kuvvetli bir ihtimâl ile, bu ismin ona sonradan verildiği iddiâ olunabilir. Daha önceki asırlara âit elimizde açık bir belge bulunmamakla berâber, herhâlde X. asırdanberi bu cins manzûmelere "Hikmet" denildiğini kesin olarak biliyoruz.
Türk edebiyatının vücûde getirdiği eserler arasında Dîvân-ı Hikmet'in birkaç bakımdan büyük bir ehemmiyeti vardır: 1) Ahmed Yesevî XII. yüzyılda öldüğü cihetle, bu eser İslâmî Türk edebiyatının Kutadgu-bilig'ten sonra en eski bir örneğini göstermektedir. Lisânî ve edebî mahsûllerin pek az bulunduğu bir devre âit olan böyle bir eserin gerek lisan, gerek edebiyat tarihi bakımından çok büyük bir kıymeti hâiz olacağı pek tabiîdir. 2) Eski Halk edebiyatının birçok unsurlarını alarak İslâm rûhunu o unsurlarla - yâni eski millî şekiller ve eski vezinlerle - ifâde eden ilk eser olmak bakımından da Dîvân-ı Hikmet'i, tasavvufî Türk edebiyatının en eski ve en mühim âbidesi saymak zarûretindeyiz."(35)
Dîvân-ı Hikmet'ten:
"mini hikmetlerim kân-ı hadîsdür
kişi bûy iltmese bilgil habîsdür
mini hikmetlerim fermân-ı sübhân
okup uksang heme ma'nî-ı kur'ân"
(Benim hikmetlerim kân-ı hadîstir;
kişi nasip almasa, bil habistir.
Benim hikmetlerim ferman-ı Sübhan;
okuyup anlasan, mânâ-yı Kur'ân.) (36)
Dîvân-ı Hikmet'ten:
"derdsiz âdem âdem irmes munı anlang
ışksız âdem hayvân cinsi munı tınglang
könglüngizde ışk bolmasa manga yığlang
giryânlarğa hâs ışkımnı atâ kıldım"
(Dertsiz insan insan değil, bunu anla;
aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle;
gönlünüzde aşk olmasa, bana ağla;
ağlayanlara hâs aşkımı bağışladım." (37)
C. 3. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî
Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (1207 - 1273); Ahmed Yesevî yolunun Anadolu'daki temsilcisi olarak, dünyâyı fazîletli bilgi hazînesiyle şereflendiren mutasavvıf bir Türk âlimidir.
"En son dinin insanlığa getirmiş olduğu faziletleri de Anadolu yaylasında yepyeni bir Selçuklu Medeniyeti kurmuş ve ondan daha parlak bir Osmanlı Medeniyeti kurmaya durmuş Türk Milleti, ikiyüz yıldır savaştığı haçlı ordularının ayaklarıyla kirletilmiş bu topraklardaki Müslüman insanları, yepyeni bir yorumla inşa ve tazelemek zorundaydı. İslâm'ın ahlâkını, İslâm'ın estetiğini, İslâm'ın ruhunu, İslâm'ın nezahetini vicdanlara, zekâlara karşı hakkıyla temsil ve yeniden ilka etmek gibi, muazzam bir vazifeyi yerine getiren insan Hazret-i Mevlâna'dır." (38)
25. 618 beyitlik Mesnevî'si, 40. 380 beyitlik Dîvân-ı Kebîr'i ve mensur eserleri Fîhi Mâ - Fîh'i, Mecâlis-i Seba'sı ve zamanının önde şahıslarına yazdığı 147 mektûbu ihtivâ eden Mektûbât'ıyla hazîneler üstü hazîne eserler ortaya koymuştur.
Eserlerini Farsça yazmasına rağmen, "Aslem Türkest eğerçi Hindu guyem" yâni "Farsça söylüyorsam da aslım Türk'tür" diyerek, mensubu olduğu milleti iftiharla dillendirmiştir.
Hazret-i Mevlâna, fikir temelini ve istikametini şu rubâîsi ile îzâh eder:
"Men bende-i Kur'ân'em eğer ki cân dârem
Men, hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem
Eğer nakl küned cüz in kes ez gûftârem
Bîzârem ez û ve'z ân sühen bîzârem"
Yâni: "Ben, sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim,
Ben, Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden başkasını kim naklederse,
Ben, ondan da bîzârım / şikâyetçiyim, o sözlerden de bîzârım / şikâyetçiyim"
Mevlâna'nın, şiir hakkındaki şu tespiti de çok mühimdir: "Mânâyı şiire sığdırmaya uğraşmak, hiçbir şey yapmamaktır; mânâ sapantaşına benzer; dilediğin yere ulaştırmaya imkân yok, elinde değil..." (39) DEVAMI