A. Dilimiz
Başlık, umûmî bir ifadeyle 'Dil - Estetik - Şiir' olabilirdi. Daha evvelce kaleme aldığım "Poetikalar Çatışması" (*) başlıklı geniş muhtevâlı makalem ile, "Kendi Kalmak ve Ben'i Yaşatmak" (**) başlıklı makalemde, bu hususu, umûmî bakış olarak sunduğum için, mes'eleye biraz daha farklı - kendimize mahsus / millî - bir cepheden bakmayı düşündüm.
Şüphesiz ki, ana temalar / temel kaideler aynı kalmak şartıyla, mes'elenin 'kendimize mahsusluğu' tartışılabilir. Zâten, bu husus, târih boyunca da tartışılagelmiş ve tartışılmaya devam edecektir.
Dil; her türlü sosyal ve ilmî faaliyetlerimizde, anlaşma, târif, ifade, îzah ve tasvir etme vasıtasıdır. Şiir san'atının da en mühim - birinci unsuru - dil'dir.
Geçmişin birikimlerini, kültür değerlerini, kazanılmış her çeşit tecrübe ve bilgiyi geleceğe intikalde birinci vasıta dil'dir.
İlâhî emir olarak, Allahü teâlânın, "...dillerinizin ve renklerinizin / benizlerinizin farklı / ayrı / muhtelif / değişik olmasındaki hikmetler / ibretler.." (1), bu bahsin birinci derecede önemine işârettir. Yâni 'dil', bize, hem dînî ve hem de 'millî' bir emânettir.
Dil'in farklı 'kültür dâireleri'ne hitap etmesi, ondaki bediî / estetik / güzel duyu'yu da farklı farklı teşekkül ettireceği gayet tabiî olmalıdır. İnsanlık âlemi tek kalıp değildir. İnsanîlikte, insana saygı, sevgi ve hoşgörüde birleşen bütün değerlerler, muteber olmalıdır. Tahripçi, tedhişçi ve çirkin söz ve tavırlar, sanatın aslî ve asîl maksadını aşan terennümler güzellik vasfıyla târiften uzaktır; öyle kabul görmelidir.
Şüphesiz ki, bu noktada kabul görmek çok mühimdir. Çünkü; bu durum, doğrudan doğruya zevk'i ilgilendirir. Birinin zevkinin kabul gördüğünü, bir diğeri reddedebilir.
Bunun içindir ki; her anlayışın / görüşün / telâkkinin / ekol veya mektebin bir estetik tavrı vardır.
Bu sebeple; her 'poetika'nın da kendine mahsus bir estetik / bediî anlayışa sahip olmasının gerekliliği münâsebetiyle, başta dil olmak üzere, estetiğin ve buna bağlı olarak da şiirimizin 'bize mahsus' oluşunun önemi kaçınılmazdır.
Dünyâda arı / saf dil yoktur. "Halk diline geçmiş ne kadar Arapça ve Farsça kelime varsa hepsi Türkçedir. Ayrıca mevcut Türkçe kelimeler, sadece bizim bildiğimiz kadardır. Halis, feyizli ve mütefekkir Türkçe, bu üç dilden mürekkep bir hamurdur. Ve her islâh hareketi, bu hamurdaki lezzet, çeşni ve kıvamı bozmaksızın meydana gelmeğe mecburdur." (2)
"Nasıl fikr, zikr, lûtf, gusl, birer hece ilâvesiyle dilimizde fikir, zikir, lûtuf, gusül, olmuşsa, böylece şivemizde yeni bir hususiyet almış olanları mutlaka o hususiyet altında, almamış olanları da sadece kendi sarf ve nahiv mimarîmiz içinde benimsemek, bundan sonra da bize hayat ve kâinat getiren o kelimelerin asla yabancı olmadıklarını ve hiç bir kelimeyle değiştirilemeyeceklerini bilmek lâzımdır." (3)
Esâsında, Yûnus Emre'nin Türkçesi denilen Türkçe budur.
Dünyada mevcut herhangi bir dilin, İngilizce'nin, F(ı)ransızca'nın, Farsça'nın, Çince'nin veya Arapça'nın, kendi hançeresinden gelen ses ve âhenk yapısı ile, dilimiz Türkçe'nin zarâfeti arasında, daha başlangıçta, farklılıklar olması tabiîdir.
Her dilin, kendine mahsus bir 'dil estetiği ve dil estetik birikimi' vardır. Bunda; insanlar arasındaki evlenmelerden, harplere kadar bütün sosyal tavırları ve güneşten, aydan, sudan havaya, depremden toprağın yapısına kadar tabiat unsurlarının menfî veya müspet tesirini görmemiz mümkündür.
Bu farklılıklar ve ardından da, bu kelimelere yüklenen mânâlar sebebiyle, farklı estetik telâkkiler / görüşler / anlayışlar da ardarda belirmeye başlamıştır.
Tabiîdir ki, estetik bakışlarda fikir / ideoloji kendini sâdece hissettirmez, kendini ortaya koyar. Bu bakımdan; dil, hepsinden önce gelir ve müdâhil olur.
Böylece; bir milletin varlık sebeplerinin başında dil gelir. Bizim için Türkçe, bu mânâda, Türk milletinin vaz geçilmez varlık sebebidir. İnce seslilerden teşekkül etmesi, kalın seslilerindeki iç âhenk ve sessizlerinin terennümlerindeki ses vurgulamaları, onun okunuşundaki cezbediciliği artırmaktadır.
Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerin yanında, asırlardan beri süzülüp gelen Arapça, Farsça ve F(ı)ransızca'dan dilimize giren kelimeleri de kendi 'hançeremize' göre tanzim ederek, millî bünyemize dâhil edebilmemiz üstün bir kültürün, şuûrun ve bediî kaabiliyetin tatbikatı olduğunu bilmemiz gerekir.
Türk Dünyâsı Türkçesi, târihî dokusu / mayası / özü / cevheri / kimyâsıyla, kendine katılan 'meşrû kelimeleri' hazmederek yâni 'özüne' uydurarak yoluna devam edecektir / etmelidir.
Bugün; bu kelimelerden birçoğunun karşısına, maalesef 'uydurmaları" çıkarılmış ve bu boğuşma esnâsında da, dilimiz hem bu uydurma kelimelerle ve hem de yabancı kelimelerle tahribe yönelmiştir. Uydurma'nın; türetme veya türetilme'den farklı olduğunun da bilinmesi gerekir.
A.1. İlk örnek Orhun Âbideleri / Orhun Kitâbeleri / Gök - Türk Kitâbeleri'nden:
"Anda anyığ kişi ança boşğurur ermiş: Irak erser yablak ağı birür, yağuk erser edgü ağı birür tip ança boşğurur ermiş. Bilig bilmez kişi ol sabığ alıp yağuru barıp öküş kişi öltüg. Ol yirgerü barsar Türk budun ölteçi sen. Ötüken yir olurup arkış tirkiş ısar neng bunguğ yok. Ötüken yış olursar benggü il tuta olurtaçı sen. " (4)
Günümüz Türkçe'siyle: "Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün! O yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın." (5)
"Men benggü taş tokıtdım.........Tabğaç kağanda bedizçi kelürtüm, bedizet(t)im. Mening sabımın sımadı. 12 Tabğaç kağanıng içreki bedizçig ıtı. Angar adıncığ bark yaraturtum. İçin taşın adınçığ bediz urturtum. Taş tokıtdım. Köngülteki sabımın urturtum...
(...) Üze kök tengri asra yağız yir kılındukda ikin ara kişi oğlı kılınmış. Kişi oğlında üze eçüm apam Bumin Kağan İstemi Kağan olurmış. Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş" (6)
Günümüz Türkçe'siyle: "Ben ebedî taş yortturdum....Çin kağanından resimci getirdim, resimlettim. Benim sözümü kırmadı. Çin kağanının maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona bambaşka türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü vurdurdum...
(...) Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisinin arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyi vermiş." (7)
"Ol sabığ eşidip tün udısıkım kelmedi, küntüz olursıkım kelmedi. Anda ötrü kağanımı ötündüm. Ança ötündüm: Tabğaç Oğuz Kıtany bu üçegü kabış(ş)lar 6 kaltaçı biz. Öz içi taşın tutmış teg biz. Yuyka erkli tupulğalı uçuz ermiş, yinçge erklig üzgeli uçuz. Yuyka kalın bolsar tupulğuluk alp ermiş. Yinçge 7 yoğun bolsar üzgülük alp ermiş. Öngre Kıtanyda biriye Tabğaçda kurıya kurıdınta yırıya Oğuzda iki üç bing sümüz kelteçemiz bar mu ne? Ança ötüntüm. 8 Kağanımın (ben) özüm Bilge Tonyukuk ötüntük ötünçümün eşidü birti. Könglüngçe uduz tidi. Kök Öngüg yoğuru Ötüken yışğaru uduztum. İngek kölükün Toğlada Oğuz kelti. 9 (Süsi üç bing) ermiş. Biz iki bing ertimiz. Süngüşdümüz. Tengri yarlıkadı, yanydımız.Ögüzke düşti. Yanyduk yolta yime ölti kök.
Anda ötrü Oğuz kopun kelti. 10 Türk budunuğ Ötüken yirke ben özüm bilge Tonyukuk Ötüken yirig konmış tiyin eşidip bıriyeki budun kurıyakı yırıyakı öngreki budun kelti. " (8)
Bugünün Türkçe'siyle: "O sözü işitip gece uyuyacağım gelmedi, gündüz oturacağım gelmedi. Ondan sonra kağanıma arz ettim. Şöyle arz ettim: Çin, Oğuz, Kıtay bu üçü birleşirse kala kalacağız. Kendi içi dıştan tutulmuş gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş. İnce yoğun olsa kırmak zor imiş. Doğuda Kıtaydan, güneyde Çinden, batıda batılılardan, kuzeyde Oğuzdan iki üç bin askerimiz, geleceğimiz var mı acaba? Böyle arz ettim. Kağanım benim kendimin. Bilge Tonyukukun arz ettiği maruzatımı işiti verdi. Gönlünce sevk et didi.
Kök Öngü çiğneyerek Ötüken ormanına doğru sevk ettim. İnek, yük hayvanı ile Toglada Oğuz geldi. Askeri üç bin imiş. Biz iki bin idik. Savaştık. Tanrı lûtfetti, dağıttık. Nehire düştü. Dağıttığımız, yolda yine öldü hep.
Ondan sonra Oğuz tamamiyle geldi. Türk milletini Ötüken yerine, ben kendim Bilge Tonyukuku Ötüken yerine konmuş diye işitip güneydeki millet, batıdaki, kuzeydeki, doğudaki millet geldi." (9)
Dil estetiğimizin / Türk Dili / Türkçe estetiğinin şekillenmesi ve gelişmesi bakımından, Orhun Âbideleri / Gök - Türk kitâbeleri, çok önemlidir. Dünyâda numûnesi bulunmayan taşa yazılan bu edebî metin, mutlak surette, evveli, büyük bir kültüre ve medeniyete dayanan târihî birikimlerin ve tecrübelerin 'şaheseri'dir.
"Görülüyor ki Gök -Türk kitâbelerinde dil, gerek cümle yapısı, gerek birçok kelime ve fiilleriyle bugünkü Türkçe'nin temeline sâhiptir. Türkçe'nin fâil - mef'uller - fiil (özne - tümleç - yüklem) sıralanışındaki asîl ve tabiî cümle mîmârîsi, Gök - Türk'ler çağındaki yazı dili'nin de esas mîmârîsidir. Kök gibi, yağız gibi; yer, il, kişi oğlu, töre, almak, kılmak, başlı, dizli, ileri, geri, alp, buyruk, bilge, bey, düz hattâ budun gibi kelimeler, ya aynen, yâhut (Kök yerine gök, tüz yerine düz) gibi küçük farklarla Türkiye Türkçesi'nde yaşamaktadır. Kelime başlarında bugünkü d ve g harfleri yerine Gök - Türkçe'de T ve K harflerinin bulunması, eski Türkçenin bâzı yumuşamalarından önceki karakterini gösterir.
Vermiş yerine birmiş denilmesi de, Gök - Türkçe'de V harfinin bulunmayışı dolayısıyle, bâzı B lerin, yerlerini henüz V harfine bırakmamış olmasındandır.
Zamânın, bâzan yumuşatarak, bâzan sertleştirerek işlediği kelimelerdeki bu ses ve mânâ farkları ile (birkaç basit kaide içinde hulâsa edilebilecek) kelime ve cümle yapıları bilindiği anda, Gök - Türk kitâbeleriâdetâ yadırganmadan okunup anlaşılacak kadar, Türkiye Türkçesi'nin vasıflarına sâhiptir.
Diller üzerinde derin tesir uyandıran coğrafya ve hayat farkı ile, aradan geçen 12 asır göz önüne alınırsa Gök - Türk kitâbelerindeki Türkçe'nin ne ölçüde sağlam temeller üzerinde kurulduğu çok iyi anlaşılır.
Gerek Türk Dili'ni meydana getiren, Türkçe ve Türkçeleşmiş, çeşitli unsurlar (meselâ, Türkçe'nin daha o asırlarda çince, hindce, Tibetçe, mogolca suğdca gibi dillerden aldığı ve Türkçeleştirdiği kelimeler) gerek Türk sosyal müesseseleri bakımından incelenmesi henüz tamam olmayan Gök - Türk kitâbelerinin gelecek tedkikleri, bu gibi mevzûlarda bizi, hiç şüphesiz, daha aydın bir bilgiye götürecektir." (10)
Şüphesiz ki, Orhun Kitâbeleri'nde geçen ve bugünkü Türkiye / Türk Dünyası Türkçesi'nde kullanılan kelimeler bunlardan ibâret değildir:
"Aç, ağrı, ağu, ak, altı, altun, aş, at (hayvan), at (ad, isim), ay, az, baş, beg, ben, beglik, bilge, bil(mek), bilig, biligsiz, bir, bin, biş balık (beş balık), biş yüz, biz, bu, budun, bulıt, buyruk, çöl, egri, eren, ığaç, ırak, iç, içre, iki, ilgerü, ingek, kağan, kalın, kan, kapığ, kar, kara, karı, kaş, katun, kelin (gelin), kentü, kergek, kırk, kış, kız, kızıl, kiçig (küçük), kim, kork, korkma, kök, Kök Türk, köl, köngül, gör (görmek), köz (göz), kum, kün (gün), küntüz, men (ben), ne, oğlan, oğul, Oğuz, ok, on, ordu, ot, otuz, öl (ölmek), öz, sekiz, semiz, sen, siz, taş, temir kapığ (demir kapı), tiz (diz), tok, tokuz (dokuz), töpü (tepe), tört (dört), törü (töre), tut (tutmak), Türk, tüz (düz), uç, uluğ, uzun, üç, yan, yaş, yaşa(yaşamak), yaşıl (yeşil), yıl, yi (yemek), yigirmi (yirmi), yinçü (inci), yir(yer, toprak), yiti (yedi), yitmiş (yetmiş), yoğur (yoğurmak), yokaru (yukarı), yol, yorı (yürümek), yurt, yuyka (yufka, ince), yügerü (yukarı), yüz..." (*) kelimeleri, sekizinci yüzyıldan beri Türk Milleti'nin kullandığı kelimelerdir.
Orhun Kitâbeleri: "Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin...Taşlar üzerine yazılmış tarih...Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması...Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri...Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası...Türk askeri dehâsının, Türk askerlik san'atının esasları...Türk gururunun ilâhî yüksekliği...Türk feragat ve fazîletinin büyük örneği...Türk içtimâî hayatının ulvî tablosu...Türk edebiyâtının ilk şaheseri...Türk hitâbet san'atıın erişilmez şaheseri... Hükümdarâne edâ ve ihtişamlı hitap tarzı...Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numûnesi...Türk milliyetçiliğinin temel kitabı...Bir kavmi bir millet yapabilecek eser...Türk dilinin mübârek kaynağı...Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulâde işlek örneği...Türk yazı dilinin başlangıcını milâdın ilk asırlarına çıkartan delil.." (11) dir.
Servet Somuncuoğlu, "Sibirya'dan Anadolu'ya 16 Bin Yıllık Türk Tarihi"ni anlatırken, Ural, Altay ve Tanrı Dağları'nın dörtbin metreyi bulan yüksekliklerindeki kayalardaki geyik, dağ keçisi, balballar, kurganlar ve damgaların birer 'mitoloji' olmadığını, Türk târihinin yaşanan gerçekleri olduğunu ifadeyle şunları söylüyor:
"Biz, Saymalıtaş'ı toplayıp getirdik. 96 bin 600 sayılmış resim var Saymalıtaş'ta...Şunu iyi bilmeliyiz...Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil, Türklerin Taşlar üzerindeki sonsözüdür.
(...) Türkler bir taşı yontup ona tapmayan tek millettir.
(...) Tarihin tek DNA'sı vardır o da mezar taşıdır. Bunlar inanç, ibadet, ölüm kültürüyle karşımıza çıkar.
Kayalar üzerindeki şekiller bir süre sonra stilize hâle geliyor. Yâni etli butlu bir geyik yerine çizgi şeklinde çiziyor. Sonra bunlar damga sistemine geliyor, harf oluyor. Soyut düşüncenin başlaması insanlık tarihinin en eski kırılma noktalarından biridir. Bizdeki soyut düşünce bana göre Çin'den falan çok önce başlamıştır. Bir harfin arkasında alfabedeki yüzlerce resim var." (12)
Orhun Âbideleri'nin arkasında 'büyük bir birikim vardır' dememizin sebebi de budur.
Ana damar budur. Bu Türkçe, ileriki yıllarda, başta Yûnus Emre Türkçesi olmak üzere, daha da zenginleşerek, mânâ derinliği kazanarak ve mısra içersinde şekil ve âhenk bütünlüğüne bürünerek güzelliğini muhtevâsıyla birleştirmiştir.
On üç asırdan beri, bu Türkçe'nin inceliği, zarâfeti, âhengi, gönüllerden sözlere aksetmiş ve sözlerden de gönüllere nüfûz ederek bugünlere ulaşmıştır. Hiçbir dilde, hâlâ karşılığı olmayan köngül / gönül kelimesi bile, Türk milletinin gönlünde ve dilinde canlanarak Orhun Âbideleri'nden, bize, bir 'bağ, bir râbıta' olmuştur.
A.2. "Dilin sesi" ve "Dil'in mîmârîsi"
"Her dilde mutlakaa millî olması gereken iki temel unsur vardır. Biri, o dilin sesi'dir. Milletler, hem kendi kelimelerini hem başka dillerden aldıklarını, kendi dillerinin mûsıkîsine uydurarak kullanırlar. Böyle millî bir dil mûsıkîsi içinde kullanılan kelimeler, kökleri ister millî ister yabancı olsun, mutlakaa millî kelimelerdir.
Meselâ Türk milleti, Acem dilindeki câme-şûy kelimesini almış, çamaşır demiş; guuşe kelimesini almış, köşe demiş; şüban kelimesini almış, çoban demiş; Çehârşenbih'e çarşamba, penc - şenbih'e perşembe demiş; hattâ, çehâr - şenbih'den, çarşamba karısı, çarşamba pazarı, çarşambanın gelişi, dokuz ayın son çarşambası gibi deyimler yapmıştır.
Namaz kılmayan için söylenen, Farsca "bî-namâz" yerine, bu millet "beynamaz" demiştir.
Yine Türk milleti, Arapça'dan hevâ kelimesini almış, hava demiş; böylelikle kelimeye daha ferah ve engin bir ses ve mânâ vermiştir. Acem'in âteş kelimesine, Türk'ün ateş deyişi de böyledir. Yine Türk, Fârisîye Yunancadan geçme külbe kelimesine kulübe demiş. Bizanslılardan aldığı, Aya Nikola'ya İnegöl, Adriyanopolis'e Edirne demiştir.
Çamaşır, köşe, çoban, çarşamba, perşembe, hava, ateş, kulübe, İnegöl, Edirne kelimeleri Türkçe'dir. Çünkü bu kelimelere bu sesi, Türk milleti vermiştir.
(...) Yine bir dilin millî olması ve millî kalması için, mutlakaa millî olması ve millî kalması gereken mühim bir unsuru da o dilin mîmârîsi, gramer kaaideleri ve cümle yapılarıdır.
Türkçe'nin geçen asırlarda bâzı zarûrî sebeplerle başvurulan ve yaşatılan Arap ve Fars dili kaaideleriyle, bu dillere âit terkipleri Türkçe'den uzaklaştırmak yerinde olmuştur." (13)
Ziya Gökalp: "Tasfiyecilere göre bir kelimenin Türk olabilmesi için, onun aslen bir Türk cezrî'nden gelmesi lâzımdır. Buna binâen kitab, kalem, abdest, namaz, mekteb, câmi, minare, imam, ders gibi arap veya acem cezirlerinden gelmiş olan kelimeler lisana girmiş olduklarına bakılmayarak Türkçeden atılmalı ve bunların yerine, ya unutulmuş olan eski Türk kelimeleri ihya, yahut, Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada ilh. bulabileceğimiz aslen Türk cezrinden kelimeleri terviç, veyahut Türkçede yeni edatlar ve terkip usulleri icad ederek bunlar vasıtasiyle yeni Türkçe kelimeler ibdâ edilip ikame kılınmalıdır. Türkçülere göre bu noktai nazarlar da yanlıştır. Çünkü, evvelâ, hiç bir Türk cezrinin en eski zamanlara çıkıldıkça, Türk kalacağı iddia olunamaz. Bugün Türk cezrinden geldiğine kani bulunduğumuz birçok kelimelerin, vaktiyle Çinceden, Moğolcadan, Tonguzcadan, hattâ Hindceden ve farîsîden eski Türkçeye girmiş olduğu ilmen sabit olmuştur. " (14)
Bunlara, başka kelimeler de ilâve etmemiz mümkündür. Meselâ: Farsça "rûze", oruç; şeft - âlû (semiz - erik), şeftali ; zerd - âlû (sarı - erik), zerdali; gul, gül; neverd - i bâm / nerdübân, merdiven; F(ı)ransızca doktör, doktor; maşin, makina; antik, antika; politik, politika; fabrik, fabrika; Amerik, Amerika; entrig, entrika; jeografi, coğrafya; topografi, topografya; mekanism, mekanizma; realism, realizm; avoka, avukat; Azi, Asya, Örop, Avrupa; Fırans, Fıransa, realism, realizm; romantism, romatizm; ümanism, hümanizm, skelet, iskelet, stasyon, istasyon; Arapça, dekâkîn dükkân...
Türkçe'miz, okunduğu gibi yazılan ve yazıldığı gibi okunan bir dil olduğuna göre, 'âcilen', bu kaidenin uygulanması gerekir. Yabancı dillerden geçen ve Türkçe'de artık karşılıkları olmayan kelimelerin ilk hecelerine gerekli harf konulmalıdır: T(ı)rabzon, T(ı)rakya, t(i)ren, p(i)lân, t(ı)ramvay, p(u)ropaganda, p(u)rofesör, k(ılâs, k(ı)lâsik, k(ı)ravat, s(ı)por, s(ı)taj, p(i)lâj, k(ı)lişe, f(i)ren, s(i)piker, s(ı)tok, s(ı)top, k(ı)riz, g(ı)ramer, k(ı)ral, d(ı)ram, t(ı)rajedi, p(i)sikoloji...yazılmalıdır.
İnceltme işâreti (^) mutlak surette tatbik edilmelidir. Zâten, adı üstünde, heceyi 'ince' okutuyor. Kaldı ki; âlem'i alem'den; millî'yi milli'den; kâr'ı kar'dan; Kâzım'ı kazımdan, hakîm'i (ilim, irfân sâhibi) hâkim (hükmeden, âmir)'den...nasıl ayıracağız?
Lale, kağıt, kakül, selam, amir, dükkan, kafi, kafir, malum, nazik, salih, halis, şamil yazıp....Lâle, kâğıt, kâkül, selâm, dükkân, kâfî, kâfir, mâlûm, nâzik, sâlih, hâlis, şâmil ...nasıl okuyacağız?
Ay isimlerini nasıl dile getireceğiz? Ocak,ekim ve aralık ay isimleri Türkçe'dir. Şubat, nisan, haziran, temmuz, eylül Süryanice'dir. Mart, mayıs, ağustos Lâtince'dir. Kasım ise Arapça'dır. Fakat, bunların hepsi, Türkçeleşmiş Türkçe'dir.
İyi bilinmelidir ki; Türkçe'de kullandığımız bağlaçların çoğu Türkçeleşmiş kelimelerdir. Bunlarsız cümle kurulması da mümkün değildir: Ve, veyâ, yâhut, çünkü, filhakika, zîrâ, lâkin, fakat, hâlbuki, eğer, meğer, hem...hem, yâni...bunlardan bir kaçıdır.
B. Estetiğimiz
Sözlük mânâsıyla estetik: "Güzelliği ve güzelliğin insan üzerindeki etkilerini konu alan felsefe kolu, bedîiyat"(15) olarak târif edilir.
Yâni; estetik veya bedîiyat : Güzel'i ve güzelliği mevzû edinen bir ilim dalıdır.
"Bediiyat; bir san'at görüşünden ve ayni ölçülerle, tıpkı eşyaya hâs bir teknik gibi mütalea edildiği nisbette tabiat güzelliğini tetkik konusu yapar. Bediiyatın doğrudan doğruya hakikî mevzuu, müspet veya menfî san'at kıymetleri, teknik çirkinlik veya güzelliktir. Geniş mânasında san'at, insan tarafından tabiî malzemenin değişmeye uğratılmasıdır.
(...) Nasıl ki, mantık her türlü hakikatlerin kanunlariyle onları meydana getiren ilimlerin üzerinde felsefî bir düşünüş ise ve yine nasıl ki, ahlâk, ferdî veya içtimâî faaliyetin, işin psikolojisi, örf ve âdetler ilmi üzerinde felsefî bir düşünüş ise öylece, iyi kavranmış bir bediiyat da, her şeyden önce kendisinin yollarını hazırlamış olan san'at, tenkit ve san'at tarihi üzerinde felsefî bir düşünme olmalıdır." (16)
"Güzel San'atlar ve Filozofi" başlıklı yazısında, S. Ahmet Arvasî şöyle diyor: " Görünen odur ki, bir san'at eserinde, san'atkârın imzasının yanında, içinde yaşadığı cemiyetin, tabiatın, zamanın ve mekânın da payı vardır. Bütün bunların yanında "güzel san'atların", içinde geliştiği vasata hâkim olan felsefî kanaatlerden, ideolojik akımlardan, din ve inançlardan da geniş mikyasta etkilendiğini belirtmekte fayda vardır.
(...) Birçok filozof, sistemini kurarken, "estetik anlayışını" da belirtmeyi bir vazife saymıştır. Nitekim İ. Kant'ın (1724 - 1804), F. Hegel'in (1770 - 1831) öte yandan K. Marx'ın (1818 - 1883), H. Bergson'un (1859 - 1940) böyle birer "estetik görüşü" vardır. Yâni, rasyonalistler, idealistler, materyalistler ve spiritüalistler, dünya görüşlerini ortaya koyarken, estetik konusundaki düşüncelerini de belirtmeyi ihmal etmemişlerdir.
Meselâ, "Güzellik, eşyanın içinde değildir, estetik, duygudan ayrı olarak mevcut değildir" diyen İ. Kant'ın görüşünü, bütün impressionistlerin paylaşacağını sanırım. Günümüzün "idealist san'atkârları", herhalde Hegel'in:"sanat, ruhun madde üzerindeki galibiyetini önceden haber verir: bu, maddeye giren ve onu kendi şekline sokan fikir (ide)dir", şeklindeki ifadesini zevkle okurlar. Herhalde materyalist san'atkârlar da K. Marx'ın:"Güzel san'atlar, alt - yapıdan kaynaklanan sınıf mücadelelerinin birer üst- yapısıdır" tarzında özetlenebilecek görüşünü yaşamaya ve yaşatmaya çalışacakladır." (17)
Demek ki; bütün düşünürler, estetiğin bir 'güzel veya güzellik' ilmi olduğunda mutabıktırlar. Ayrı oldukları husus, 'güzel'i veya 'güzellik'i târifte ve idrâktedir. Güzel'i ifade etmek veya ona ulaşmayı hedefleyen bir san'atkâr, bunun zıddı olan 'çirkin'i veya 'çirkinlik'i de îzah zorundadır ki, ondan uzakta durabilsin veya san'atseverleri / kendi anlayışını tasvip edenleri ondan uzaklaştırabilsin.
Burada; tamamiyle, bir 'kendine görelik' hâkimdir. Kendine göre güzel veya kendine göre çirkin, tamamiyle, san'atkârın fikrî yapısındandır ve başarabildiği ölçüde inisiyatifindedir.
Arvasî, "Estetik Karşısında Tavırlar" başlıklı yazısında şöyle der:"Fikir adamları ve filozoflar sormuşlardır: Gerçekten "güzel olan şey", bizim dışımızda bulunan objektif bir değer midir? Yoksa o, tamamı ile insana mahsus sübjektif bir değer olarak mı düşünülmelidir? Yahut, "güzellik", objektif ve sübjektif değerleri aşan "müteâl" (yüksek) ve "mutlak" bir ideal midir?
(...) İnsanoğlu, tabiata ve kâinata bakarak da duygulanabilmekte; orada da "güzeli" bulabilmekte; tabiattaki seslerden, renklerden, hareketlerden, şekillerden ve âhenkten "estetik heyecana" ulaşabilmektedir.
Bunun yanında, asla unutmamak gerekir ki, hiç bir canlı, insan ölçüsünde "estetik heyecana" ulaşamamakta ve sanatkâr karakterini ortaya koyamamaktadır. Bu durum, konunun sübjektif yapımızla çok geniş mânâda irtibatlı olduğunu isbat eder." (18)
Charles Lalo'dan bir örnek sunarak, bu hususu şöyle açıklar: "Nitekim, estetiği, sübjektif bir kıymet olarak görenler şöyle düşünmektedirler: "Güneş'in batması, bir köylünün aklına, hiç estetik olmayan akşam yemeği düşüncesini getirdiği gibi, bir fizikçinin zihninde de aslında ne güzel, ne de çirkin olan ve yalnız doğru veya yanlış olması muhtemel tayf tahlili fikrini uyandırır. Güneş'in ancak düşüncenin iç vaziyetinde, ona sanatkâr gözleri ile bakan için güzeldir. Şu hâlde estetik, ruhiyatın bir bölümünden başka bir şey değildir." (Bkn: Charles Lalo, Estetik, Burhan toprak, 2. Baskı, Sf.7)
Güzelliği "müteâl" (aşkın- yüksek) ve "mutlak" bir kıymet sayan bir İslâm sanatkârı içinde o, Allah'ın "cemal" sıfatının lif lif, hücre hücre tabiatın ve kâinatın her noktasına işlenmiş bir "nakış"tır, "ses"tir, "âhenk"tir, "figür"dür, "hareket"tir ve insanoğlu da bu "mesajları" ve "âyetleri" sezmeye, duymaya, yaşamaya ve yakalamaya memur kaabiliyetli bir muhataptır. Sanatkâr ise, bu işi en iyi şekilde başaran idrâk sâhibi kişidir. Tasavvuf dili ile söylersek, sanatkâr, "eserde müessiri", itibârî güzelliklerde "mutlak güzeli arayan ve yakalayan kimsedir. "(19) DEVAMI VAR