Türkler Anadolu’yu yurt edinirken çok bedel ödediler. Verdikleri canın haddi hesabı yoktu. Ancak hiç kimseden bunun hesabını sormadılar, zira bunun Anadolu’yu yurt edinmenin bir bedeli olduğunu iyi bilmekteydiler. Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanan bu ülke onlar için alelade bir toprak parçası olmaktan çıkmış, kutsal bir yer haline gelmişti. Bu ülkenin ıssız yerlerini şenlendirdiler, çorak topraklarını ekip biçmeye başladılar, daha önce atıl kalan yerlerini hayvanlarına otlak yaptılar. Dağlarına, ovalarına, sularına isimler takmaya başladılar, ad verdikleri köyler, şehirler inşa ettiler. Yaptıkları camiler, mescidler, medreseler, şifahaneler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar ülkenin her yanında inci gerdanlıklar gibi belirmeye başladı. O yüzden ikinci Haçlı orduları zamanında artık Anadolu’ya, Türkiye denmeye başlandı.
Türkler Anadolu’ya geldiğinde ülkede çeşitli Hıristiyan gruplar vardı. Batı Anadolu’da Rumlar çoğunlukta iken Doğu Anadolu’da da Ermeniler ve Süryaniler bulunmaktaydı. Türklerden önce Anadolu’da iki büyük güç mücadele etmekteydi. Batıyı temsil eden Romalılarla doğuyu temsil eden Medler, Persler ve Sasaniler. Bunlara, Sasanileri yıkarak Doğu Anadolu’da etkili olmaya çalışan İslam devletlerini de ekleyebiliriz. Romalılar ve İranlılar, Anadolu’daki toplulukları yanlarına alabilmek için onlara kendi dinlerini benimsetmeye çalışmışlardı. Özellikle Ermeni kaynaklarında bu baskının izlerini açıkça görmek mümkündür. Romalılar, Doğu Hıristiyanlarını kendi Diyofizit kiliselerine bağlayabilmek için zaman zaman büyük kıyımlar yapmaktan geri durmamıştır. Hıristiyanlıkta mezhep değiştirme din değiştirme gibi algılandığı için bu girişim bölgedeki Monofizit Hıristiyanlar arasında büyük tepkiye yol açtı. Aynı şekilde İranlılar da Zerdüştlüğü Doğu Anadolu’ya hâkim kılarak bölgede bir nüfuz alanı oluşturmaya çalıştı. Ancak onların bu çabaları da bölgede büyük huzursuzluklara yol açtı. Bölge halkları mezhep ya da din değiştirme ile birlikte asimile olacakları korkusuyla bu politikaya olabildiğince direnmeye çalıştı. Selçukluların Anadolu seferlerinin başlamasıyla onlara mesafeli yaklaşan Hıristiyan ahali, Türklerin ülkeye hâkim olmasından sonra önemli değişiklikler olduğunu gördü.
Selçukluların gelişiyle birlikte Anadolu’ya hâkim olan bir devlet, halkı din ve mezhep konusunda serbest bırakmaktaydı. Melikşah’ın huzuruna çıkan Ermeni din adamlarının ondan aldığı cevaplar bu değişimin ilk büyük işaretiydi. Melikşah onlara dinlerini ve mezheplerini yaşama hususunda devletin korumasında olduklarını ifade ettikten sonra kilise ve manastırlarının da vergiden muaf tutulduğunu söyleyerek ülke tarihinde önemli bir başlangıç yapmaktaydı. Bu görüşmeden sonra Doğu Anadolu’daki Hıristiyanların Türklere bakış açısı büyük ölçüde değişti. Selçukluların kendilerini, kültürlerini ya da dinlerini yok etmek gibi bir topluluk olmadığını anladılar. Bu hadiseden sonra Ermeni tarihçileri Melikşah’tan bahsederken, “Hepimizin babası, Cihan Hükümdarı, Hükümdarların En Hamiyetperveri, İnsanlığa Karşı En Şefkatli Hükümdar” gibi hitaplar kullanmışlardır. Türkiye Selçukluları zamanında da Batı Anadolu’daki Rum ahali bu politika ile tanışmış ve Bizans’ın baskısından kurtulabilenlerin bir kısmı yerlerini terk ederek Selçuklu vatandaşı olmuşlardır. Osmanlı idaresinde ise bu özgürlükler Yahudiler de dâhil olmak üzere yeni din ve mezhep mensuplarını da kapsar hale gelmiştir. Dördüncü Haçlı seferi sırasında Katolikler İstanbul’u ele geçirdiğinde Ortodokslara mezhep değiştirme hususunda o kadar baskı yapmışlardı ki Fatih aynı şehri fethettiğinde Ortodoks din adamları, onun vaat ettiği dini özgürlükler karşısında “kardinal külahı görmektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederim” demekten geri durmamıştır. İnsaf sahibi bilim adamları, Türkler sayesinde Anadolu’da farklı din ve mezheplerin günümüze kadar varlığını devam ettirebildiği noktasında fikir birliği içerisindedir. Böylece Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’nin en önemli unsurlarından birisi olan “halkı din ve milliyet farkı gözetmeksizin bir çatı altında barış içerisinde yaşatma” prensibi, Anadolu’da da hayat bulmuştur.
Anadolu’da Roma hâkimiyetinin olduğu dönemde ülke, büyük ölçüde soyluların mülkü haline getirilmişti. Halk, onların belirlediği bedelle çiftçilik yapmaktaydı. Bir insanın iki dudağı arasından çıkacak pay, onların nafakasını belirlemekteydi. Özellikle ekonominin bozulduğu dönemlerde halka ayrılan payın azaltılması sonucu tarımla uğraşanlar çok zor şartlar altında yaşayabilmekteydi. Türk hâkimiyeti ile birlikte yeni bir toprak rejimi uygulanarak fethedilen topraklar devletleştirilmiş ve belirli bir ücret karşılığında talep edenlere kiralanmıştır. Bu toprakları kiralayanlar önceden bedelini bildiği için ona göre talepte bulunmaktaydı ve istenilen ücretin düşük olması sebebiyle çiftçiler, önceki dönemle kıyas kabul etmeyecek şekilde refaha ulaştı. Toprağı boş bırakmama başta olmak üzere belirli kurallara uyduğu müddetçe kiralanan arazinin adeta özel mülk gibi kullanılması, halkı devlete daha da bağladı. Bir-iki kuşak sonra insanlar topraktan elde ettiği gelirle başta ticaret olmak üzere değişik işlere yönelebilecek sermayedarlar haline geldiler. Türkler, diğer iş kollarında da halkın ekonomik faaliyetlerini sekteye uğratıcı hiçbir girişimde bulunmadı. Özellikle ticaret ve sanatla uğraşan gayri Müslimlerin önemli mevkiler elde etmesi bunun açık bir göstergesidir.
Türkler, Anadolu’daki farklı topluluklara sağladıkları dini, kültürel ve ekonomik özgürlükler sayesinde bu ülkeyi yurt edinirken onların hayatlarına en az kendilerininki kadar kıymet verdiklerini açıkça gösterdiler. Kendilerinden önce hiçbir devletin yapamadığı bir işi başararak ülkedeki diğer topluluklarla güçlü bağlar kurarak hâkimiyetlerini kalıcı hale getirdiler.