Geçtiğimiz günlerde bir şehit cenazesine gittik. Ömrünün baharında, kapılardan sığmaz bir yiğit ebedi âleme uğurlanıyordu. Cenaze namazı için saf tutulduğunda tabutun 10-15 metre gerisindeki güvenlik noktasının arkasında yerimizi aldık. Biraz sonra devlet protokolü ve şehit ailesi yerlerini aldı, özgeçmiş okundu, TSK adına bir konuşma yapıldı, ardından cenaze namazı kılındı. Bando eşliğinde şehidin naşı mezarlığa götürüldü.
Sanki yüz küsur yaşında organ yetmezliğinden hayatını kaybeden bir kişiyi uğurluyorduk. Ne bir gözyaşı, ne bir feryat, ne bir slogan. Soğuk havanın da tesiriyle helallik alındıktan sonra insanlar koşar adım meydandan uzaklaştı. Ateş sadece düştüğü yeri yaktı. Muhtemelen cenaze defnedildikten sonra devlet erkânı biraz daha aile ile vakit geçirerek tabutun üzerindeki al bayrağı şehidin babasına emanet etmişler, tekrar acılarını paylaşmışlar, her zaman yanlarında olacaklarını beyan ettikten sonra ayrılmışlardır.
Hepsi bu.
Özgürlüğümüz, güvenliğimiz, var olmamız için hayatının baharında yapabileceği en büyük fedakârlığı yapmış birisine biz böyle muamele etmeye başladık. Bizim için canından vazgeçmiş bir insanı uğurladık. Bunlar artık o kadar rutin işler oldu ki günlük hayatımızın bir işini yapmış olmanın verdiği olağanlık ile evlerimize/işimize-gücümüze geri döndük.
Bu alışma, bu kanıksama bizim için yok olmadan önceki son aşamadır.
***
Ölümlere alışmamalıyız. Direnmeliyiz. Ölümlere direnebildiğimiz ölçüde kenetlenir, millet oluruz. Her öleni kendi evladımız gibi kabul ettiğimiz ölçüde sorunların üzerine kararlılıkla ve cesaretle gidebiliriz. Bu aynı zamanda emperyalizme karşı direnmektir.
Ölümlere alışmak, yok olmadan önceki son aşamadır.