Mezuniyetimin ardından ilk görev yerim olan Hakkâri YBO’da 31 Temmuz 1969’da başladım göreve.
Akpınar’ın son günleri…
Türkiye haritası tahtada asılı olurdu genellikle. Herkes mezuniyeti sonrasında nerede olmak istediğini gösterirdi. Ben, “Türk bayrağının dalgalandığı her yer” der geçerdim.
O günlerde, “Çemişgezek” yurdun en mahrum yeri sayılırdı, bu yüzden her defasında beni oraya yakıştırırlardı. Ara sıra “Çölemerik yolcusu kalmasın” diyenler de olurdu. Çölemerik, Hakkâri’nin eski adıdır.
Ortaokul sıralarında Türkçe öğretmenimiz, Selahattin Şimşek’in yazdığı “Hakkâri Dedikleri” adlı kitabından bazı bölümleri sınıfta okumuştu. Aklımın bir köşesinde atanmak istediğim yerlerden biri burasıydı.
Sabah Van’da bindiğimiz otobüs akşamüzeri toz toprağa bulanmış bir şekilde bizi Hakkâri’ye getirdi.
Otobüsten inince başımı çevirdiğimde Zapsuyu’ndan tırmana tırmana karşıdaki Sümbül Dağının yarı beline çıktığımızı fark ettim.
19 yaşında, doğduğu ilçe ile öğretmen okulunun olduğu Lâdik arasından başka bir yer gezememiş idealist genç bir öğretmen olarak ilk geldiğim yurdun bu en uzak köşesinde, sanki daha önceden buraları bilirmişim gibi geldi bana.
Okuluma varınca okulun müdürü, müdür yardımcısı ve o an hazır bulunan öğretmenlerle daha önce tanışıyormuşum gibi geldi. Hele, adaşım ve dönemdaşım Abdullah Köse’nin de aynı okula atandığını, çektiği telgrafta yarın geleceğini bildirdiğini öğrenince çok sevinmiştim.
Göreve başlayıp ağustos sonunda dönmek üzere ayrıldık.
O zamanlar telefon yok. Okulun son günlerinde aldığımız adreslerdeki arkadaşlara mektuplar yazıyoruz. Atandığımız yeri ve ilk intibalarımızı yazıyoruz, nerelere düştüklerini, atandığı yer belli olan başka arkadaşlarımız var mı diye soruyoruz.
1969-70 Eğitim ve Öğretim yılının sene başı seminerleri hiç yabancı gelmedi. Son sınıfta aldığımız taze bilgiler önümüzde derya gibi duruyordu.
Derken dersler başladı. Heyecandan uçuyorum. Okul yatılı olduğu için bütün günüm orada geçiyor. Hakkâri’nin neresini gezeceğim sanki…
Arkadaşlar mesai saatleri dışında devamlı çarşıdalar.
Her akşam aynı saatlerde Zeki Müren’in sesinden şu şarkıyı dinliyoruz:
“Geçti bahar, hazan erdi bu yerde.
Deli gönül yine dertte, kederde.
Şakımıyor bülbül artık seherde,
Deli gönül yine dertte, kederde”.
Öyle ki alışkanlık oldu artık. Söylenmediği oluyor muydu, hatırlamıyorum.
Bu güzel şarkının yazlık sinemadan armağan olduğunu öğrendim sonra.
-Bu akşamki film güzel, sen de gel. Sinemaya gidiyoruz.
Gittik. Epey kalabalık. Tahta sandalyeler var, ayrıca localar mevcut.
Arkadaşlarımın tanıdıklarıyla tanışıyorum hoparlörden dinlediğimiz şarkılar eşliğinde. Zeki Müren, “Geçti bahar, hazan erdi bu yerde” diye başlayınca herkes yerine oturdu. Şarkı bitince ışıklar söndü ve film başladı.
Öğrendim ki film başlamadan önce her akşam bu şarkı çalınıyor:
“Geçti bahar, hazan erdi bu yerde…”.
O zamanlar sözlerinin bu kadar anlamlı olduğuna dikkat etmemişim meğer.
Ömrünün hazan mevsiminin son dönemini yaşayan biri olarak, şimdi bizzat söylüyor, söyledikçe daha anlamlandırıyorum bu şarkıyı.
Gençliğimin o cıvcıvlı günlerinin film başlamadan önceki bu son şarkısı, ömrümün son günlerinde daha başka bir hüzünle renk veriyor ömrüme.
Evet, geçmişin tatlı hatıralarını nefes nefes yudumlarken dert ve keder ömrün tuzu, biberi oluyor, damak tadımıza dokunuyor.
Tatlı hatıralarının meyvelerini emekliliğine azık edenlere ne mutlu…
Geçti bahar, hazan erdi bu yerde.
Deli gönül yine dertte, kederde.
Şakımıyor bülbül artık seherde,
Deli gönül yine dertte, kederde…
Bu şarkıyı benimle dinleyenlerden son yolculuğa çıkanların ruhları şad olsun.
Senin de ruhun şad olsun Zeki Müren.