Yanımda kimin oturduğuna aldırmadan seyahat etmeyi sora sora, deneye yanıla öğrendim.
Daha otobüs/uçak harekete geçer geçmez kendini tanıtmadan önce adınızı, nereli olduğunuzu, nereye gittiğinizi, işinizi, medeni hâlinizi öğrenmeye çalışanından tutun, sorduklarınıza tek kelimelik cevap veren tipleri göre göre işte böyle kendime özgü bir yol tutturdum.
Yolculuk yurt içindeyse başka, yurt dışınaysa başka bir ruh hâli çöker üstünüze. Kalacağınız süre de önemlidir. Dünden sıyrılıp yarına ait duygular, kaygılar, ülkülerle yoğrulan bir kafayla yolculuk etmek insanı daha fazla kendi içine doğru iteler her zaman.
Yurt dışına gidiyorsam yolun büyük bir bölümünde kendi içimde dolaşırım dünümü ve ancak yolun sonuna doğru görürüm önümü…
Yurda dönüşün ne anlatılmaz heyecanı vardır bilseniz. Hele bazı pilotların sizi kendinizden geçiren o tok ve buğulu Türkçesiyle söylediği şu cümle yok mu, o ne doyumsuz hazdır, bilseniz:
-Sayın yolcularımız, şu anda Türkiye hava sahasına girmiş bulunuyoruz!...
Sırf bunun için bile ta oralardan defalarca yurda dönmeye değer…
İstanbul’dan kalkıp Paris’e yaklaştığımızı, yanımdaki yolcuyla bir kelime bile konuşmadan yolun yarısını çoktan geçtiğimizi, dağıtılan formlardan anladım…
Formu doldurduktan sonra bir baktım ki yanı başımda başka bir Abdullah Dede oturuyor. Kastamonulu Abdullah Dede selâm bile vermeden gelip cam kenarına oturalı neredeyse iki buçuk saat olmuş…
O, kendi dünyasının önüne bakıp geleceği ait planlar yaparken ben hayal dünyamın dünüyle sarmaş dolaş geçirmişiz onca zamanı…
Doldurduğu formu çekip aldım elinden. İlk defa yüz yüze baktık. Benim formumu ona verdim:
-Siz bunu teslim edin kabin görevlisine, ben de sizinkini, dedim:
-Olur mu öyle şey, diye itiraz etti.
-Ne fark edecek sanki, siz bunu verin diye üsteleyince şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
-Okur musunuz, dediğimde dikkatli bakınca ad ve soyadlarımızın aynı olduğunu fark etti. Gülümsedi…
Sordum, yolculuk nereyedir, ne kadar kalacak, ne iş yapmaktadır… O da bana sordu…
Galatasaray Lisesini bitirip Sorbon’da yükseköğrenimini tamamlamış. Paris’te uluslararası bir elektronik şirketinde mühendismiş. Yıllardır Paris’te yaşıyor. Dünyanın her tarafındaki projelere imza atmış… Kastamonu’ya babasının mevlidine gelmiş…
Bunları dinleyince şöyle hafızamı yokladım, hiçbir toplantıdan, şenlikten, geceden bir fotoğrafı yoktu hafızamda.
-Dört yıldır buradayım, size hiç rastlamadım. Bakın burada Türklerin dernekleri var, çeşitli kültür etkinlikleri yapılıyor. Başkonsolosluğumuzda millî bayramlar kutlanıyor, hiç birisinde sizi göremedim. Her yerden tanıştığımız o kadar çok Türk var ki…
-Biz her ay toplanıyoruz bir yerde.
-Siz kimlersiniz?
-Galatasaray mezunları olarak toplanıyoruz.
-Bu toplantılarınızdan size ihtiyacı olan, sizi tanıyınca kendinde bir güç hissederek, yarınlarına güvenle sarılacak vatandaşlarımızın haberi var mı?
Sustu ama epey düşündü, yutkundu. Verecek cevabının bana makul gelmeyeceğini sorgulamamdan, ses tonumdan anlamış olmalıydı.
-Üzerimizde bütün Türklerin ve şu konuştuğumuz Türkçenin hakkı var. Atalarımızın neslini sürdürdüğü toprakların üstümüzde hakkı vardır. Bizi birbirimize bağlayan Türkçeyi çocuklarımıza öğretmenin ötesinde Türkçe düşünmenin en önemli yollarından biri Türkçe konuşanlarla bir arada olma çabamızdır. Yarın çocuklarımız mevlidini okuttuğumuz atalarının mezarını da unutur yoksa… Varlığından habersiz nesiller birlikte ağlamanın, gülmenin, gelecek için hayaller kurmanın gereğine inanabilir mi?
Gardaşım, bizi kendinizden, mevcut gücünüzden mahrum etmeyin lütfen!... Sizinle tekrar görüşmek isterim. İki Abdullah Dede’in omuz omuza yürümesi insanımıza güç katar… dediğim anda uçağımız inmişti.
Çıkışta ara ki bulasın öteki Abdullah Dede’yi…
Devşirilip değişime uğrayanlar adaş değil gardaş olsalar da bir arada olabilir mi?