Bugün 12 Mart. İstiklâl Marşımızın kabul edilişinin 101.yılı.
İlkokula başladığım 1957’den beri söylerken/söylenirken tüylerim diken olur her zaman. Bir hafta sonu İstiklâl Marşımız eşliğinde bayrağımız göndere çekilirken tarlasından dönen bir adam yürüyüp giderken öğretmenimiz durdurdu bizi. Seslendi adama:
-Amca sen askerlik de mi yapmadın, diye.
-Yaptım, ne olacak?
-Burada İstiklâl Marşımız söylenirken yürüyüp gidilir mi?
Durdu biraz adam, yutkundu:
-Ben şimdi ne talebeyim ne askerim…
Öğretmenimiz:
-Bu bayrak ve İstiklâl Marşımız sadece öğrencilerin ve askerdekilerin mi?
Uzatmayayım, eve gidince olayı babama anlattım. Öyle hiddetlendi ki babam, anlatamam.
-Bu adamlar boşuna yaşıyorlar boşuna… Bayrak, milletimizin ta kendisidir, İstiklal Marşımız da onun şanıdır, yani her ikisi de birbirinden ayrılmaz, dedi babam.
O günden sonra bayrağımız ve İstiklâl marşımız gözümde ve gönlümde bambaşka bir yere yerleşti.
İlerleyen yaşlarda İstiklal Marşımız söylenirken babamın kaç kere gözlerinin yaşardığını gördüm. Hele şampiyon olan bir sporcumuz ekranlarda Türklüğün şanı olan marşımızı söyletirken hıçkıra hıçkıra ağladığına şahit olmuşluğum vardır.
Öğretmen okulunda marşımızı mandolinle çalıp söylemeden, söyletmeyi başaramadan mezun etmezlerdi bizi.
Yurdumun dağında, bağında, köyünde, kentinde o marşı kuşa kurda biz dinlettik şevkle, aşkla…
Fransa’da görev yaptığım yıllarda Türk Federasyonu’nun konserlerine gittim birkaç kere. Hep İstiklâl Marşımızla başlatılıyordu program ama hiç güzel söyletilemiyordu, üzülüyordum.
Paris’teki bir konser öncesi girdim kulise:
-Burada da İstiklâl Marşımız söylenecek mi, diye sordum.
-Elbette, onsuz olur mu, dediler.
-Eğer yine aynı kişi söyletecekse izin verin dışarı çıkıp marşımız bitince salona gireyim, deyince bakışlar değişti. Hemen diyeceklerimi sıraladım:
-Müsaade ederseniz marşımızı ben söyleteyim.
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Öğretmenim, deyince:
-Hocam, siz varken başkası söyletemez. Buyurun sahne sizin…
Harika bir salon ve büyükçe bir sahne… Kulisten, geçit töreninde yürüyormuşum gibi uygun adımlarla mikrofona ulaştım. Evet, dikkatleri üzerimi çekmiştim. Ses kontrolünden sonra:
-İstiklâl Marşımızı söyleyeceğiz, dedim.
Salon öyle bir ayağa kalktı ki anlatılmazdı. Vatan delilerini bir de o sahnede seyretmek şerefine erişmenin hazzı içinde:
-Sadece bana uymanız yeterli. Marşımızı öyle söyleyeceğiz ki vatan ve bayrak sevdamızın yankısı ta ötelerden işitilecek. Sevdamızın şiddetinden bu tavan çökene kadar tekrar edeceğiz. Benimle beraber olun, yeter…
Ses verip ses aldıktan sonra, sanki Türklük âlemi bizi dinliyormuşçasına bir söyledik ki, anlatılmaz. Yaşamak gerek.
Dakikalarca ayakta alkışladılar beni ve ben de onları… Sevdamıza susamışlığın belirtisiydi bu alkışlar…
Beraber geldiğim arkadaşlarımın yanına gidene kadar ulaşabilenlerin başıma, omzuma, ellerime dokunuşlarını, uzaktan el sallayıp saygıyla selam verişlerini hep omzumda, gönlümde hissederim yıllardır.
Bu sevgi halkası, gurbet elde İstiklâl Marşımıza olan susamışlığın tam karşılığı değil midir sizce de?
Uluslararası yarışlarda al bayrağımızın yükselişine İstiklâl Marşımız eşlik ederken bayrağımızı –dolayısıyla bizi- yücelten o yiğit Türk evlâdı, çalınan marşımıza gözyaşları içinde coşkuyla eşlik ediyorsa, bundan daha büyük bir duygu şahlanışı olur mu?
Mehmet Âkif Ersoy’un ruhu şad, mekânı Cennet olsun.
Marşımız, ebediyen al bayrağımıza yoldaş olsun.