(Meslektaşım Sayın Aydın Özdemir’e…)
Teknolojik gelişmelerin sınırı nereye varırsa varsın eğitimin baş ustası (mimarı) öğretmendir.
Hangi gelişmiş makine içi huzursuz bir çift gözün bakışını fark edebilir.
Uykusuz, kahvaltısını yapmamış, anasından azar, komşusundan tekme yemiş, harçlığını alamamış bir öğrenciyi tek dokunuşuyla derse dâhil eden bir alet icat olmuş mudur?
Üvey ana-baba ocağında, sevgiye susuz, kurumak üzere olan körpe bir yüreğe dokunacak sihirli bir makina mı vardır öğretmenden başka?…
Tavuk yetiştirmeye verilen (!) mesleki özen, insanı eğitmek için yetiştirilen öğretmene verilmeli, donanımlı öğretmenler korunmalıdır.
Aileler ekonomik yönden geçinmekle boğuşurken, sosyal yönden gerginliklerin huzursuzluğunu yaşamaktadır.
Çocuklarımız okşanmayı, sırtının sıvazlanmasını, kendileriyle ilgilenilmesini beklemektedirler.
***
Samsun Valisi öğretmenlere “Öğrencileri hafif okşayın” dedi diye eleştirmiş meslektaşım Aydın Özdemir…
Okşamak, elle olur, dille olur, tavırla olur… Hangisi geçersizdir söz gelimi?
Lise 11.sınıflardan birinde dersteyim. Devamlı dersin akışını bozan, bunu her derste daha da abartan bir delikanlıya sertçe:
-Çık dışarı, dedim…
Çıktı, ben de peşinden… Elimi omzuna koyup (okşayarak, dokunarak, önemsediğimi göstermek… için) tam konuşacağım ki yumruk yememek için kapanan bir boksör gibi kollarıyla yüzünü kapattı…
İçimden bir bıçak geçti sanki. İçimin her tarafı acıdı…
“Dersime önem verdiğimi, bu konudaki ciddiyetimi, gayretimi hatırlatıp aldım sınıfa…
Anladım ki bu delikanlı hep dayak yiyor evde. Ben onu babası (kim dövüyorsa artık) kadar dövemem zaten…
Daha sonra not alıp almadıklarını kontrol etmek için yaklaşıp elimi uzattığımda yine aynı kapanma refleksi… Öldüm öldüm dirildim.
Kafasını sağ kolumla gövdeme sıkıştırıp başladım burnunu sıkmaya. Hiç itiraz etmedi.
Okşanan bir kedi kadar sevimliydi.
Sonra parmaklarımı elbisesinin yakasına sildim, güya sümüklerini siliyormuşum gibi…
Yüzü gülüyordu, ben de keyiflenmiştim, hemen ensesine saldırdım, elimi gömleğinin içine soktum, bastım çimdiği ve bağırdım:
-Güllerin amma da dikenliymiş evlât… diye…
Çok önemli bir şey oldu, yanında oturan genç:
-Bize yok mu hocam, demesin mi?...
Onu da aldım ele:
-Bizde yok, yok evlât, yeter ki dersi iyi dinleyin… Ne zaman mıncıklanmak isterseniz hocanız burada, diyerek aynı şekilde mıncıklayıp derse devam ettim.
Bilin ki bu çocuklar öksüz ve yetim… ve bu yüzden büyüyemiyor, boylarıyla gönülleri aynı oranda gelişemiyor.
Evde konuşacak kimseleri yok.
Başlarını okşayamaya zaman ayıracak, en önemlisi bunun ne kadar önemli olduğunu kavrayacak yakınları yok çocukların...
Bir kedinin, köpeğin yavrularıyla nasıl boğuştuğunu, niçin boğuştuğunu bilmeyenden ana baba mı olur?...
Kısaca; teknoloji esir aldı yavrularımızı. Selâmlaşmayı unuttular, teşekkür etmeyi öğrenemediler, bırakın ciddi konularda tartışmayı yüz yüze konuşmayı beceremiyorlar.
En kötüsü, kendilerini anlatamıyorlar çünkü kendi yetenek ve güçlerinin farkında değiller…
***
Kaloriferli evlerde bile ruhu buz tutuyor çocuklarımızın…
Eğitimciler bunu bilerek yaklaşmalı çocuklara.
Ciddiyeti bozmadan samimi ve yakın olmalı.
Gerekirse okşamalı, elle, sözle, davranışlarıyla…
Çok genç yaşlarda kulağını çektiğim (bazılarının anladığı anlamda okşamada bulunduğum ama tenhada…) pek çok öğrencimin şimdilerdeki itiraflarının özetidir:
-Siz bizi sever, değer verirdiniz. “Çocuklarımdan ayırmam sizi” derdiniz. Dövdüğünüz de olurdu ama incitmez, gururumuzu kırmazdınız. En çok şu sözünüzü örnek aldık:
“Çocuklar, bir suçtan iki defa ceza verilmez. Sözle dövenin elle dövmesi ikinci bir cezadır. Bir de üstüne notla cezalandırma varsa üçüncü bir cezalandırmadır.” derdiniz. “Biz onu diğer öğretmenlere karşı kullanırdık…”.
Lütfen çocuklarımızı hafiften başlayarak okşayınız ki değer verildiklerini anlasınlar.
Gençlerimiz bizden ve giderek kendilerinden kaçıyor.
Tutmanın, onlarla kaynaşmanın bir yolunu bulmak gerekir.
İnsanlık ormanı çölleşmesin diyenler evlatlarına sarılsın.