Türk’ün çığlığıdır türkü. Ruhundan gelen coşkunluğun sesidir…
Yurt ve insan sevgisinin, yürek yarasının, yiğitliğinin, canlı ve cansız varlıklarla olan ilişkisinin, afetlerin, sevinçlerin yansıtılmasıdır türkü…
Her Türk, türkü yakmasını da bilir, türkü demesini de, dinlemesini de… Genellikle bu üçü bir kişi üstünde toplanamayabilir.
Ben, türkü yakmasını, türkü demesini bilen, türkü dinlemesini seven bir Türk’üm…
Ne var ki müziğin alfabesi olan nota bilgim yok. Şimdi yirmiye yakın türkü yakmışım ama yarınlara aktarılması, yitip gitmemesi için kaydını yapamadım.
Kısmetse çıkar biri, yaptırırız inşallah…
***
İlk türkümü yaktığımda dört yaşlarımdaydım.
Aslan Amcanın eşi Emine yenge, gördüğü her yerde:
-Oğlum olur musun? Seni bize götüreceğim, der, azıcık korkutur, yüreğimi yakardı…
Çocukları olmuyordu…
Emine yengenin doğuştan kalça çıkığı olduğu için epeyce topallayarak yürürdü.
Bir gün kapının önünde oynarken ansızın yanıma yaklaşıp gülerek:
-Şimdi seni alıp gideyim de gör, deyince doğru eve kaçtım, kapıyı kilitledim. Gittiği yöndeki pencereden şu türküyü yaktım ardı sıra:
Aslan karısı,
Yoktur yarısı.
Peynir derisi,
Oynar gerisi.
-Yok oğlum yok, ne ilerim oynuyor ne gerim, diyerek uzaklaştı.
O günden sonra fazla şakalaştığını hatırlamıyorum.
Sonradan anladım ki beni çok sever ve beğenirmiş meğer. Gerçi ben beğenilmeyecek gibi değildim ya, neyse…
Çocuk aklımla hem de dört yaşımda beni korkutan birini makamlı bir şekilde taşlamıştım ve bu benim ilk türkümdü.
Öğretmenim, Refi Cevat Ulunay’ın “Dağlar Kralı Balçıklı Ethem” adlı romanını elime tutuşturduğunda ilkokul 4.sınıftaydım.
Yaşıma göre uzunca bir roman… Hayvanları otlatırken kaybolmuşum sayfalar arasında, takılmışım Ethem’in peşine, gidiyorum…
Kaçıp kovalamacanın bir yerinde Ethem’in önüne bir dere çıkar. Sağına bakar, soluna bakar Ethem ve taştan taşa sekerek karşıya geçer, çalılıklar arasında kaybolurken bir türkü tutturur:
Hem okudum hem de yazdım
Yalan dünya senden bezdim oy
Dağlar koyağını gezdim
Yiten yavru bulunmuyor vay
El veriyor el veriyor
Orta direk bel veriyor oy
Döndüm baktım sol yanıma
Mehemmedim can veriyor vay…
Burada bıraktım okumayı…
O devirde radyomuz yok. İmeceler, hayvanları otlatırken, fındık hasadı dönemleri türkü dinleme, söyleme zamanlarımız.
Ne bileyim işte, seviyoruz türküleri. Seviyoruz güzel türkü söyleyenleri/çığıranları…
Ben bu sözleri kendi çapımda yorumlayarak türkü diye söylemeye başlamayayım mı?...
Sonunda bir türküm olmuştu…
Yıllar sonra radyodan ilk dinlediğimde yüreğimin acısını, kavrulmasını… anlatamam. Baba mirası elinden alınmış yetim çocuk gibi olmuştum.
Büyüdük, ne çok şey öğrendik türkülerimizle ilgili ama dişe dokunur bir türkümüz olmadı. Daha iyisini yakamadık.
Bir gün Abdurrahim Karakoç’un “Vur Emri” adlı şiir kitabında Mihriban’a rastladım.
Kalakaldım öyle. Gözlerim mısralarda, içim titremekte…
“Aşk deyince kalem elden düşüyor” demiş Karakoç, ben Mihriban’ı okuyunca kitap elden düşüverdi.
Hiç hissetmediğim duygular içindeydim. Sanki nabzıma ateş eden mısralar vardı Mihriban’da… Mihriban, “aşk’’ın tam adı, tanımıydı. Aşk, insanın mayası, yaşamanın anlamıdır. Mihriban, Karakoç’tan bana usta mirasıydı, öyle sevmiştim…
Hemen aldım bağlamayı, yaptım kendimce bir beste…
Çalıp söylüyorum iddiasızca…
Bir gün bir güzel adam benden habersiz yapmış yapacağını…
Musa Eroğlu, sanki benim söylemem gerektiği gibi yakmış türküyü. Karakoç’un yaktığı mısraları sese bağlamış…
Küstüm Musa Eroğlu’na önce ama takdirlerim hep onunla şimdi. Kendi bestemi söylemedim bir daha…
Eroğlu, Mihriban’ı aldı yanı başımdan, zirvelere taşıdı.
Mihriban’ı yüceltenlere, aşkı gönülden gönüle aktaranlara selam olsun.
“Türkü bilmeyen/sevmeyen Türk’ü sevmez” demişler.
Ne güzel demişler