Yaylalar, Türk’ün yazlağı/yaylağıdır. Yayla türküleri, yaylaların havasını serer gönül beşiğimize.
Yayla çiçeği, türkülerde, şiirlerde kalıcılığın sembolüdür.
Alın size bir dörtlük:
“Yayla çiçeği misin balam,
Yuvarlan da gel bana.
Gelin misin, kız mısın da
Vurulacağım sana.” diyen halk türküsünde yüksek yamaçlarda açan çiçeğin mevsim sonu kendiliğinden yerinden sökülüp rüzgârla bir yerlere savrulması gibi sevdiğinin kendiliğinden yuvarlanarak gelmesi dileği vardır.
Karacaoğlan’ın aşağıdaki mısralarında yayla çiçeği ne kadar yakışmış sevdiğinin tasvirine…
“Elif'in uğru (önü, göğsü) nakışlı,
Yavru balaban bakışlı,
Yayla çiçeği kokuşlu,
Kokar Elif Elif diye”
Olgunlaşıp koparıldıktan sonra yirmi yıl kokusu etrafa yayılan sarı renkli bu dağlar sultanının adı, renginden dolayı “altın otu”, uzun süre koku salgılamasından dolayı “ölmez otu” olarak adlandırılır.
“Yayla çiçeği kokuşlu” olmak, Elif’in kendine has kokusunun Âşık Karacaoğlan’ca dile getirilmesidir.
Zeki Müren’den dinlerken mest olduğumuz o, “Benim Güzel Manolya’m” şarkısındaki “Koklamaya kıyamam” sözleri bir başka nezaketi, sevgide saygıyı anlatmıyor mu?..
“Uzun yıllar bekledim, hakikat oldu rüyam…
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam.
Nazlı çiçeğimsin sen, sevdana dayanamam,
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam.”
Manolyayı koklarken nefes verilirse, çiçeklerin beyaz rengi solar ve kararır.
Koklarken ya azıcık nefes verseniz ne olur, bir düşünün…
Siz de istemez misiniz o güzellik hep sürsün?... Solacağını bile bile koklar mısınız çiçeğinizi?
Lâle, şıpsevdilerin çiçeğidir bence.
Kızlarına “Lâle” adı verenler düşünsün bunu.
Yılda, bir aylık ömrü vardır lâlenin ve çiçeklerin en pahalısıdır.
Dikeceksin, soğanlarını tekrar toplayıp saklayacaksın, olmadı, yurt dışından dövizle getirteceksin, dikerken, sökerken harcanan iş gücü de çabası…
Niçin?
Bir aylık görsel şölene değer mi?
Kokar mı lâle? Kokmaz.
Vazoya koyabilirsen kaç saattir ömrü?
Belediyeleri zengin şıpsevdi hovardalar yönetiyor olmalı ki bir aylık gösteriye bu kadar zahmet ve masraf ediyorlar...
Lâle soğanı yetiştiricisi olsam bedava festivaller düzenler, şiirler, şarkılar yaptırırım ücretini vererek…
Oysa gül öyle midir? O, bahçelerin en hırçın ve en nazlısıdır, en cömerdidir. Ne kadar bakar budarsan o kadar gülümser gül yüzüyle. Kıyıp budadıkça şenlenir yeniden açar. Üç mevsimin tek açan çiçeğidir gül.
“Gül” için “çiçek” diyenleri uyarmışım çoğunlukla.
Gül’den bahsederken “gül çiçeği” denmesi söz kalabalığı etmek gibi gelir bana. Gül, çiçektir ama çiçekler padişahıdır.
Balalarımızı “gülüm, gül yüzlüm…” diye severiz. Azarlarken bile “Yapma be gülüm” deriz.
Bahçesinde, kapısının önünde gülü olmayanlara acıyınız çünkü gönül pınarları kupkurudur onların.
Kızım olsaydı adının bir yerine “Gül” kondururdum. Zaten ne kadar çok gül kondurulmuş isim var kızlarımıza yakıştırılmış…
Erkeklere bile “Gül Ahmet, Gül Mehmet” ismi veriliyor bazı yörelerde. Ahmet ve Mehmet Peygamberimizin adlarındandır ve Hz. Muhammet gül ile özdeşleşir kültürümüzde…
Küçücük bahçemde kaç çeşit gül var, sayısını bilemiyorum.
Ben, sadece reçellik olanından reçel yapıyor, vazoya alıp masamda hazır bulunduruyorum. Oysa gülden neler yapılmıyor ki?
Gül suyu vazelin, gül yağı, gül konservesi, gül reçeli, gül kolonyası, gül parfümü, güllaç, gül sabunu, gül losyonu, gül şurubu…
Gül denilince yüzü gülen, ruhu canlanan güzel insanlar tanıdım.
Gül yüzünüz solmasın, hep gülümseyerek kalın efendim.