DENGELİ BİREY, DENGELİ TOPLUM
Ey Oğul!
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu unutma; insanı yaşat ki, devlet yaşasın!
Şeyh Edebâli
Birey ve toplum birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini bir sarmal gibi etkileyen unsurlardır. Bazı sosyal yapılarda birey, bazılarında ise toplum önemlidir. Bazılarında ise birey ve toplum arasında bir denge söz konusudur. Ne ferdiyetçiliği öne çıkaran bireyi, ne de bireyi toplum karşısında ortadan kaldıran toplumsal anlayışlar içerisinde sağlıklı bir sosyal yapı beklenemez.
Türk Kültür hayatının tarihsel bütünlüğü göz önüne alındığında, bireyin ruh dünyası ile toplumsal yapı arasında muazzam bir geçiş vardır. Gerek İslamiyet öncesi, gerekse İslamiyet sonrası Türk toplumlarında birey ve toplum arasında bir denge vardır. Töre, bireyin neyi yapıp yapmaması gerektiğini gösteren kurallardı. Türklerin Müslüman olması ile birlikte bireyin ruh ve gönül dünyası ile toplumsal hayata doğru nakış nakış işleyen bir sosyal yapı oluşturulmuştur. Türk büyüklerinin sözlerinde kendisini bulan insanı yaşat ki, devlet yaşasın anlayışı bireyin bizatihi kendisinden yola çıkarak, toplumsal bir yapı olarak devletin oluşumuna kadar her kademesinde bunun izleri görülür. Bu yönüyle ele alındığında, birey ve toplum arasındaki denge, Türk toplumunda Batıdaki gibi sınıfsal yapıların olmamasını sağlayan unsurlardan birisidir. Toplum önemli olmakla birlikte, fert fert insanların hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir ahlak anlayışı ve değerler manzumesi etrafında sosyalleşmektedir. Bu yüzden Türk kültür ve medeniyetinin merkezinde insan vardır. Hatta öyle ki insanı eşrefi mahlukat olarak gören anlayışın tezahür ettiği sosyal yapı olarak Türkleri görebiliriz. Bu açıdan toplumda meydana gelen değişimlerin merkezinde de yine insan vardır. Batı toplumlarında ise bu anlamdaki dengenin kaynağı olarak çatışmayı görmektedirler. İnsan insanla ve toplumlar arasında meydana gelen çatışmalar sayesinde dengeye ulaşabilir. İnsan, insanın kurdudur anlayışı bu düşüncenin ürünüdür.
Allah Resulü (SAV) Efendimiz, Mekke dönemini insanı öne çıkartan ve onun ruh dünyasını toparlamaktaydı. Bu dönem insanı inşa sürecidir. Medine’ye Hicret dönemine kadar yaklaşık 120 Müslüman olduğu ifade edilmektedir. Ancak Medine dönemi ise bir toplumsal inşa sürecidir. Bu anlamda Allah Resulü (SAV) Efendimiz önce insandan yola çıkarak, bir sosyal yapı oluşturmaya çalışmıştır. Bunun neticesi olarak da kısa bir zaman dilimi sonrasında dünyanın en büyük medeniyetlerinden birisi olan Endülüs Devleti kurulmuştur. Ancak bunun öncesinde, birey ve toplum anlayışında meydana gelen değişim çok önemlidir. Çocuğunu diri diri gömen Hz. Ömer (RA) ve cahiliye döneminin malum gelenekleri içerisinde bulunan Arap toplumunun kısa zaman dilimi içerisinde hem birey olarak hem de toplum olarak meydana gelen değişim, insanlık tarihi açısından önemli bir örnektir. Ancak bütün bu değişimin merkezinde yine insan vardır. İnsan, değiştikçe toplumda değişmeye başlamıştır.
Cenabı Allah Rad Suresi 11. Ayetinde “bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah (CC) onların durumunu değiştirmez” buyuruyor. Burada Cenabı Allah, toplulukları ele alırken, niceliksel bir ifadesi yoktur. Bu anlayışa uygun olarak değişmesi gereken öncelikle insanın kendisidir. İnsan değişirse, toplumda değişir. Bugün içinde yaşadığımız toplumdaki en önemli sorun değişen insan anlayışının bir uzantısı olarak toplumsal anlamda da birçok problemlerle karşı karşıyayız. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bizim medeniyetimizin merkezi her zaman insandır. Hangi sistemleri topluma eklemlersek eklemleyelim, insanı merkeze almayan sistemlerin Türk toplumu içerisinde başarılı olması mümkün değildir.
Batı toplumları insanı ele alırken, bireyin ihtiyaçlarını göz önüne alarak ele almaktadır. Birey, materyalist bir varlıktır. Onun her şeyi maddi olduğu için, ihtiyaçları da maddi anlamda karşılanması gerekir. Bunlar karşılandığı ölçüde de sorunsuz bir insan karşımıza çıkabilir. Ancak bireyi ve toplumu ele alırken, maddi ve manevi ölçüler arasında da bir denge kurulması gerekmektedir. Ne sadece maddiyat ne de sadece maneviyat ile insan olgunlaştırılabilir. Türk Kültür ve Medeniyetinde bireyin ihtiyaçları arasında da bir denge söz konusudur. Bu dengeyi kuramayan birey ve toplumların da sağlıklı birer sosyal yapı ortaya koyması mümkün değildir. Bu açından ister birey, ister toplumu ele alalım maddiyat ve maneviyat arasında dengenin kurulması gerekir. Buradaki dengesizlikte insan, bir yandan materyalizmin, diğer yandan da fundamentalizmin pençesinde kendisini görmeye başlar. Bugün Batı toplumları ile Arap toplumlarının içinde bulundukları durumu bu açıdan değerlendirebiliriz. Bizim inanç sistemimizde, tefrit ve ifrat arasında bir denge vardır. Allah Resulü, bir yandan ahreti, diğer yandan da dünyayı işaret ederken, dünya ve ahiret saadeti üzerine bir hayatı özendirmektedir.
Birey ve toplum hayatının her anında denge vardır. İnsanı inşa eden ve oradan toplumsal değişimi hedefleyen ancak madde ve mana arasında da dengeyi kurabilenler başarılı olabilir. Bizim medeniyetimizde insanı yaşatmak adına maddi ve manevi ihtiyaçları arasındaki dengeli doyum toplumsal hayatı da olumlu yönde etkileyecektir. Buna göre, hangi sistemler üzerinde düşünürsek düşünelim, merkezimizde âlemin en şereflisi olan insanı koymak mecburiyetindeyiz.