Montesquieu klâsik düşünürlerin sonuncusu, bir başka anlamda da sosyologların ilki olarak kabul edilebilir. 18. Yüzyılda yaşamış olan Montesquie’nin önemli eserlerinden birisi, Kanunların Ruhu adlı kitabıdır. Burada üzerinde durduğu iki temel konu vardır. Bunlardan birisinde Montesquie, kuvvetler ayrılığının yani yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır. Eserin diğeri önemli yanı ise, bir toplumun esas olarak siyasal rejimi ile belirlendiği klâsik siyasi düşünceyi yeniden yorumlaması ve toplumun tüm yönlerini sosyolojik olarak açıklamaya çalışmasıdır.
Toplum ve insan statik yapılar değildir. Dinamik yapılardır ve zamanla değişmektedir. Montesquie eserinin önsözünde insan karakterinin değişkenliği üzerinde durmuş ve bunun sebebi olarak da insanın içinde yer aldığı sosyal çevreden etkilenmesine bağlamıştır. İnsanı etkileyen bütün bu doğal süreçler ve toplumsal koşullar nedeniyle farklı coğrafyalarda yaşayanlar için farklı sosyal yapılar ortaya çıkması gibi aynı toplumlar için tarihin farklı dönemlerinde de farklı sosyal yapıların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yaşanılan coğrafya, dini inanışlar, örf, adet ve gelenekler, tarihsel süreçler, idarî işleyişler, bilgi ve teknolojik gelişmeler gibi birçok unsur toplumsal yapılardaki değişimlerin belirleyicisidir. Değişimi meydana getirebilecek bütün bu unsurların bileşkesinden her topluma ait milli karakterler ortaya çıkar. Montesquie’ye göre, bu milli karakter özelliklerinden bazıları kuvvetli, bazıları zayıf olarak kendisini gösterebilir. Böylece insan karakterinin biçimlenmesinde ve buna bağlı olarak sosyal yapıların ve toplumların biçimlenmesinde ve farklılaşmasında coğrafya gibi, din, örf-adet, ahlâk, idarî işleyiş gibi sosyal yapılar sıralanırken, bütün bunların arasında kanunlar da bulunmaktadır. Ancak sosyal düzenin sağlanmasında kanunlar tek başına etkili değildir. Montesquie’ye göre aklen bulunabilecek en mükemmel kanunlarla bile bir toplumu istenilen biçime sokmak mümkün değildir. Sosyal yaşamın düzenlenmesinde kanun koyucuların önemli bir rolü vardır; ancak bu da sınırsız değildir. Çünkü kanun koyucu da içinde bulunduğu koşullara bağımlıdır. Montesquie’nin “Kanunların Ruhu” adlı eserinde aslında toplumsal düzenin sağlanmasında hukukun dışında kalan hususların önemine dikkat çekmektedir.
İlk sosyologlar bu anlamda toplumsal yapılar üzerine kafa yormuşlardır. Makro sosyolojik tespitlerle toplumu analiz etmeye ve toplumda ve toplumlarda meydana gelen değişimleri anlamlandırmaya çalışmışlardır. Siyaset, din, iktisat gibi temel belirleyici sosyal kurumlardaki başat aktöre göre toplumsal analizler, değişimler, öncelikler, toplumsal hayatın bütün dinamikleri belirlenmektedir. Özellikle 17. Yüzyılda başlayan ve 18. Ve 19. Yüzyıllarda kendisini göstermeye başlayan değişim ve dönüşümler toplumsal hayatın bütün unsurlarını etkisi altına almıştır. Tabi ki bütün bu süreçler sadece Batı toplumlarını kendi içerisinde değiştirmemiştir. Aynı zamanda Osmanlı coğrafyası da bu süreçten etkilenmiştir. Ancak tarihsel süreçler, dinî inanışlar, örf-adet ve gelenekler, coğrafi koşullar, idarî işleyiş gibi farklılıklardan dolayı gelişmeler Batıdaki gibi kendisini göstermemiştir. Bugün bir Alman anayasası, Fransız anayasası, İngiliz anayasasından bahsediyorsak bunun arka planında sosyolojik bir analizi muhakkak vardır. Batı insanını doğal mecrasında gelişen bu süreçler kanunlar anlamında toplumsal sözleşmeye çevirebilmek sosyolojik bir analizin neticesindedir. Tabi ki bu sosyolojik analizleri yaparken, arka planda meydana gelen travmaları görmezden de gelemeyiz. Ancak Batı insanı kendi içinde vasat yolu bulmuştur. Bu anlamda anayasalar sadece hukukçuların eliyle yazılabilecek metinler değildir. Toplumsal sözleşmeyi etkileyen bütün unsurları dikkate almak ve bütün bu unsurlar arasından vasat yolu bulmak zorundayız. Eğitim ve hukuk anlayışları gibi önemli sosyal yapılarda siyasi, iktisadi ve dini hayatın toplum üzerindeki etkisine göre şekillenmektedir. Bir toplumun anayasası bütün bu etkenlerin yanında, değer ve normları da dikkate almak zorundadır.
Bugün nasıl bir insan, nasıl bir toplum tasavvur ediyoruz? 1800’lerden itibaren başlayan ve günümüze kadar devam eden anayasa ve demokrasi tartışmaları hala devam etmektedir. Bütün bu tartışmalardan herkes etkilenmektedir. İnsan ve toplumsal yapılar, kurumlar etkilenmektedir. Başta aile olmak üzere, eğitim kurumu, iktisadî hayat etkilenmektedir. Dolaylı ve doğrudan insan etkilenmektedir.
Ancak biz kendimizi ve içinde bulunduğumuz toplumu ne kadar tanıyoruz? Tarihsel ve kültürel birikimimiz, bilgi ve teknoloji alanındaki değişim ve gelişmeler karşısında nasıl bir yol bulacağız? Bizim yani insanın ve toplumun merkezinde ve ihtiyaçlarında neler var? Bütün bu soruların cevabı siyasetçilerde ve anayasa hukukçularında değildir. Ancak bugünkü bu kısır döngü içerisinde, bütün bu sosyal gerçeklerle baş edebilmek, vasat yolu bulmak mümkün görünmüyor.
Bu anlayış içerisinde 16 Nisan sonrasında evet veya hayır sonuçlarının toplum üzerinde menfi bir etki meydana getirmesi mümkün görünmüyor. Ama şunu söyleyebiliriz ki, önceki iki referandum (2007-2010) sonucu da toplumda gerilimi giderek artırmıştır. İkisinde de ortaya çıkan sonuçtan mevcut iktidar da dahil kimse memnun kalmamıştır. Bu iki tecrübe bile meseleye yaklaşımda birer referans olabilir. Bu yaklaşım bile en azından düşünmeyen, sabit bir evetçi veya hayırcı bakış açısına göre daha makuldür.