İman taklide değil, araştırmaya dayanmalıdır. (İmam-ı Maturidi)
Eshab-ı Kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır. (İmam-ı Azam)
Din seçim, Türklük kaderdir. (Hoca Ahmet Yesevi)
Toplumlar, inanç temelinde varlıklarını devam ettirme eğilimindedir. Çünkü inançlar toplumların kimliğini oluşturan en önemli hususlardan birisidir. Öyle ki, aynı dine mensup olan farklı toplumlar içinde bile kültürel farklılıklar göze çarpmaktadır. Bunun tarihsel, sosyolojik ve kültürel bir arka planı muhakkak vardır. Bunu göz ardı ettiğimizde, dini sadece emir yasaklar çizgisi içerisinde algılarız. Halbuki dini hayat, insan ve toplumların hayat tarzını ve yaşayışını büyük ölçüde etkilemektedir.
Bir insanın veya bir toplumun ilk defa karşılaştığı bir durum karşısında gösterdiği tepki ile sonradan karşılaşanlar arasında da meselenin anlaşılması açısından farklılıklar bulunmaktadır. Bütün bu süreçlerin hem sosyolojik hem de psikolojik karşılığı bulunmaktadır. Bugünkü yazımızda bu süreçleri irdelemeye çalışacağız.
İslam diniyle ilk tanışan ile sonradan tanışanların yaklaşımı arasında farklılıklar bulunması doğaldır. Allah Resulü (SAV)’e inanan sahabelerin durumu ile İslam ile sonradan tanışan toplulukların yaklaşımı arasında farklılıklar vardır. Bu farklılıklar itikadi anlamda farklı yaklaşımları yani mezhepleri ortaya çıkardığı söylenebilir. Eşarilik ile Maturidiliği bu çerçevede ele alıp değerlendirebiliriz.
Çünkü dini hayatın sosyolojik bir arka planı muhakkak vardır. Toplumların coğrafyası, kültürel birikimi ve alışkanlıkları dini yaşantıları büyük ölçüde etkilemektedir. Edille-i Şerriye’de dört esas vardır: Kuran, sünnet, icma ve kıyas… Meseleyi buradan ele aldığımızda örf, adet ve geleneklerin Kuran ve sünnet ışığında ele alınıp değerlendirilmesine olanak vermektedir.
İnsan ve toplumların amelî hayatının çerçevesini çizen dört yaklaşım yani ameli mezhep bulunmaktadır. Bunlar Hanifilik, Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik olarak kabul edilmektedir. İnsan ve toplumların itikadi hayatını etkileyen ve itikadi hayatının çerçevesini çizen iki yaklaşım yani itikadi mezhep bulunmaktadır. Bunlar Maturidilik ve Eşariliktir.
Hem ameli hem de itikadi mezheplerin insan ve toplumlar nazarındaki kıymeti farklıdır. Bu mezheplerin belirlenmesinde coğrafyanın, inançların, akıl ve düşünce biçimlerinin, kültürel birikimin, alışkanlıkların, tecrübelerin, örf, adet ve geleneklerin vs. etkisi vardır. İslam dini de bütün bu konularda yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kuran ve sünnet ışığında imkân vermektedir.
Bütün bu bilgiler ışığında Türklerin ve Arapların (genel olarak Sahabelerin) İslam ile tanışması arasında farklı yaklaşımların olması doğaldır. Ancak bunun öncesinde Peygamber Efendimiz (SAV)’in peygamberlik vasfına sahip olmadan evvelki konumuna bakıldığında Mekke halkı ve özellikle Kureyş Kabilesi içerisindeki Muhammed’ül Emin sıfatıyla bilinmektedir. Yani güvenilir olmak peygamberlik vasfından önce kazanılmıştır. Emin sıfatı, Peygamber Efendimiz (SAV)’in uhuvvet yolunda önemli katkılar sağlamıştır.
İnsan, güvenilir kaynaklarla karşılaştığında, bilgiyi çok fazla sorgulamaz. Çünkü kaynak güvenilir ise bilginin doğru olduğunu varsayar. Bilginin mahiyeti ise sonrasında öğrenilir. Biz buna inanmak diyoruz. İnsan güvenilir kaynağa inanır, itimat eder ve kabul eder. Hz. Hatice (RA) Validemizin ilk Müslüman oluşu, Hz. Ali (RA), Hz. Ebubekir (RA), Hz. Zeyd Bin Harise (RA) ve diğer sahabelerin Allah Resulü (SAV)’e iman etmesinin arka planında Resullah Efendimiz (SAV)’in güvenilir bir kaynak olmasının önemi vardır. Bu sıfat ise peygamberlikten önce kazanılan bir vasıftır. Ancak Sahabenin kemale ermesi, olgunlaşması gibi süreçlerle birlikte İslam kültür ve medeniyetinde yeni anlayışlar da ortaya çıkmıştır. Allah Resulü (SAV) ve Raşit Halifelerin sünnetiyle İslam kültür ve medeniyetinin ana hatları çizilmiş oldu. İslam’ın ilk dönemi diyebileceğimiz bu dönem, inanmak üzerine kuruludur. Anlamak, muhakeme etmek, sorgulamak gibi süreçler sonradan bilgiyi teyit etmek amacıyla kullanılmaktaydı. Bu anlamda ilk Müslümanları körü körüne inandılar demek mümkündür. Ancak sonrasında ilim ve irfan yolunda önemli mesafeler katettiğini görüyoruz. Örneğin Hz. Ebubekir (RA) için Miraç olayının kaynağını sorgusuz sualsiz kabul etmesinin sırrını burada aramak gerekir. Ancak Uhud Savaşı esnasında savaş taktiğine ilişkin ayet mi, savaş taktiği mi noktasında sorgulamanın yapılabilecek düzeyde olması da meselenin bütün boyutlarıyla kavrandığını göstermektedir.
Türklerin İslamiyet ile kitleler halinde tanışması sürecinde akıl ile meselenin sorgulanması, yorumlanması ve kabul edilmesinin önemi bulunmaktadır. Yani Türkler İslamiyet konusunda ikna olmuşlardır. Bu süreç içerisinde edinilen kanaat İslam’ın akla ve düşünceye önem vermesi ve bu doğrultuda İslam’da itikadi anlamda Maturidilik anlayışının ortaya çıkmasına ve gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bütün bunların yanında Buhara, Semerkand gibi merkezlerin İslam’ın Türkler arasındaki gelişiminde önemli bir yeri vardır. Mesele bu açıdan ele alınıp değerlendirildiğinde Hanefilik ve Maturidiliğin Türkler arasında daha çok kabul görmesinin sebeplerinden birini burada görmek mümkündür.
Türkler için, İslamiyet ile sonradan kitleler halinde karşılaşmaları, aklın önemi ve yaşanılan coğrafyanın etkisinin büyük olduğu görülür. Aynı şekilde Arapların yani sahabelerin ilk Müslüman oluşu, güvenilir kaynak olan Hz. Muhammet (SAV) Efendimize iman etmiş olmaları, yaşanılan coğrafyanın konumu vs. gibi etkiler de Arap coğrafyasındaki İslam anlayışını da etkilemiştir. Bu bakış açısıyla meseleyi ele aldığımızda Arap toplumunun genel olarak Eşari, Türklerin Maturidi olması arasındaki belirgin farklılık buradadır. Ancak meselenin itikadi boyutu ele alınıp değerlendirildiğinde Eşarilik de, Maturidilik de itikadi hak mezhepler olarak kabul edilmektedir.
Meseleyi küçük bir örnek ile genişletirsek daha anlaşılır hale getirebiliriz. Örneğimizi de su üzerinden verebiliriz. Su kültürü denilen bir durum vardır. Kültür, binlerce yıllık alışkanlıkların ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Su, suyun kullanımı vs. her toplumun kültürel birikiminin birer ürünüdür. Arapların yaşadığı coğrafya suyun kıt olduğu bir coğrafyadır. Türklerin yaşadığı coğrafya da genel olarak suyun bol olduğu ırmak kenarlarıdır. Dolayısıyla su ve suya ilişkin yaşantılarda Türkler ile Arapların yaklaşımı arasında farklılık olması doğaldır. Türkler suyu bol kullanır, Araplar kısıtlı kullanır. Bu yaşam şekli farklı alanlarda da kendisini gösterir. Temizlik alışkanlıkları da bu doğrultuda gelişmektedir. Sosyal ve kültürel hayat açısından bir su konusu bile farklılık gösteriyor ise, dini hayatın bütününü ilgilendiren itikadi ve ameli yaşantılar arasında da farklılık göstermesi doğaldır. Ancak İslam’ın kendisini bir bütün olarak değerlendirdiğimizde Türklerinki doğru, Araplarınki yanlış da diyemeyiz. Meselelerin sosyolojik anlayışını göz önüne aldığımızda, her iki anlayışın da doğru olduğunu görürüz.
Gelişmeler tabiki sadece bununla sınırlı değildir. Kültür hayatı bir bütündür. Maddi hayata ilişkin yaşantılarda meydana gelen değişikliklere kolay alışılırken, manevi hayata ilişkin yani inanç dünyasına ilişkin değişiklikler kolay alışılmaz. Ancak meydana gelen değişimler karşısında kültür formları yeni duruma uydurulur ve bu doğrultuda da yeni üsluplar gelişir. Türklerin itikadi olarak Maturidi, amelî olarak da Hanefi olması ve bu iki mezhep etrafında gelişmesi ise Türk tasavvuf ekolüyle birlikte olmaktadır. Hayatı kolaylaştıran, sevdiren ve hayat tarzı haline getiren anlayışın temelinde İmam-ı Maturidi veya İmam-ı Azam’ı görmeyiz. Onlar fıkhi meseleler için olanı ifade etmişlerdir. Ancak bunların toplum tarafından kabulü için yeni bir organizasyona ihtiyaç vardı. İşte bu organizasyon Türk tasavvufudur. Bu organizasyonu yöneten, yönlendiren ve yolunu çizen Hoca Ahmet Yesevi’dir. İslam’ın Türkler açısından açık ve seçik anlaşılmasında Hoca Ahmet Yesevi’nin önemli bir rolü olduğunu görürüz. Bu anlayış Türklerin İslamiyet öncesi gelenekleri ve İslamiyet sonrasındaki yeni hayat tarzı arasında bağlantıyı sağlamıştır. Ve bu üslup İslamiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı andan günümüze kadar devam etmiştir. Bu anlayış tasavvuf geleneği içerisinde gelişmiş ve bugünlere gelmiştir. Türk tasavvuf geleneğinin içerisinde, Kuran ve sünnete uygun bir zeminde, Türklerin bütün kültürel birikimin, değişimlerin ve gelişimlerin izini görmek mümkündür.
Buna göre toplumların inanç dünyasına baktığımızda farklı üsluplar içerisinde bir hayat tarzı geliştirmesinin doğal olduğunu görürüz. Ancak meseleyi bütüncül bir gözle değerlendirdiğimizde itikadî ve amelî yaklaşımlar açısından her birinin önemli olduğunu ve toplumların sosyolojik gelişimleriyle uyumlu olduğunu görürüz. Bundan dolayı oluşan farklılıklar nedeniyle diğerini ötekileştiren bir anlayışı kabul edemeyiz. Yani Eşari ile Maturidi açısından biri diğerinin ötekisi değildir. İtikadî yaklaşımlar açısından farklı bakış açıları vardır. Her iki yaklaşımında kendi içinde tutarlı ve doğru kabul edilen yanları muhakkak vardır. Bütün bu farklılıkların temelinde ise toplumların sosyal ve kültürel hayatının önemli katkıları vardır.
Bugün anlaşılmayan ve de üzerinde yanlışa düşülen bir diğer husus ise mezheplerin ideolojik bakış açısıyla ele alınmasıdır. İmam-ı Maturidi, İmam-ı Azam hüküm sürerken, olması gerekeni ifade etmişlerdir. Burada ideolojik bir kaygıları yoktur. Türkler için bu anlayış uygundur, diyerek meseleyi ele almamışlardır. Ancak Hoca Ahmet Yesevi, bütün bunları Yesevi dergahında Türk tasavvuf geleneği içerisinde anlamlı hale getirmiştir. Bu yolun takipçileri yüzlerce Horasan erenleri başta olmak üzere, ilim ve irfan sahibi şahsiyetler yetişmiştir. İnsanı ve maddeyi nakış nakış işlemiştir. Bugün kaynağını bilmediğimiz ama dilden dile dolaşan ve bizim inanç dünyamızı etkisi altına alan ve de farkında olmadan yaşayıp gittiğimiz Türk Müslümanlığı budur.
Türk Milliyetçilerinin genel olarak içine düştüğü en önemli noksanlıklardan birisi siyasi bir mesele olarak Maturidi ve Hanefiliği ele almasından kaynaklanmaktadır. Meselenin özü anlaşılmadan bununla ilgili gündelik hayatımıza ilişkin çözümler üretmek mümkün değildir.
Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, İmam-ı Azam, İmam-ı Maturidi ve Hoca Ahmet Yesevi etrafında şekillenen Türk Müslümanlığı anlayışının ahlakî boyutudur. Yani onların yaşadığı İslam anlayışı hepimiz için birer örnek ise gerek akıl ve düşüncenin, gerekse inanç dünyamızın yaşanabilir hale gelmesi için mücadele ve mücahede etmek gerekir. Bunu yaparken de temel noktalar üzerinde (yukarıda izah edilen) ötekileştirici yaklaşımlardan da uzak durmak gerekir.