Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca anayasa, kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı, vesayet ve buna bağlı olarak sistem tartışmaları hep var olagelmiştir. Bunun çok farklı sebepleri muhakkak vardır. Herkesin sahip olduğu bakış açısına göre meseleye yaklaşımlar da haliyle değişmektedir.
21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referandum sonucunda Cumhurbaşkanı’nın seçilmesi, meclisteki partilerin uzlaşısıyla değil, milletin oylarıyla belirlenmesine karar verilmişti. Bu referandum sonucunda Türkiye fiili olarak yarı başkanlık sistemine geçişin önü açılmıştı. Referandum sürecinde iktidar partisi evet, muhalefet partileri de hayır cephesinde süreci yönlendirmeye çalışmıştı. Referandum sonucuna oylamaya katılanların yaklaşık yüzde altmış sekizinin oyuyla Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine karar verilmişti. Cumhuriyet tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri her zaman sancılı olmuştur. Özellikle 367 tartışmalarının yaşandığı dönemi göz önüne aldığımızda meselenin çözümü olarak milletin görülmesi doğru bir yaklaşımdı, ancak sistemin kendi içerisinde mantıksal bir rahatsızlık meydana getirdi. Çünkü halkın yarısından fazlasını temsil eden bir Cumhurbaşkanı ile toplumun belli bir kesiminin desteğini alan Başbakan arasında bir çift başlı yapı görüntüsü meydana geldi. Bu sürecin mimarları böylesi bir sorunu görmelerine rağmen geçmiş süreçlerde yaşanan olumsuz durumlardan dolayı, değişikliğin meydana getirdiği sistemsel problemlere aldırış etmeksizin paket halk oylaması sonucunda kabul edildi. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılacak referandum bu anlamıyla 21 Ekim 2007 de meydana gelen sistemsel problemin düzeltilmesi yönünde yapılmış bir adım olarak görülebilir. Ancak 21 Ekim 2007 referandumun üzerinden, yetmez ama evet yaklaşımı içerisinde 12 Eylül 2010 referandumu, 17-25 Aralık tartışmaları ve 15 Temmuz terör saldırısı süreçleri yaşandı. Referandum süreçlerinde MHP tavrını devlet mekanizmasının işleyişi noktasında ortaya koyduğu görülmektedir. Ancak önceki her iki referandum ve sonrasında meydana gelen siyasi, sosyal ve hukuksal problemler sonucunda meydana gelen sistemsel sorunlar kendisini belirgin bir şekilde göstermeye başladı. Bugünden geçmişe bakıldığında MHP her iki referandum sürecinde de bulunduğu konum itibariyle doğru yerde ve doğru eleştirilen üzerine çalışmalarını yürütmüştür. Ancak referandum sonucuna göre milletin verdiği kararları tartışmaya açmak milliyetçi geleneğe uygun değildir.
Bu referandum sürecinde MHP sistemin kendi içinde meydana getireceği problem karşısında mevcut düzenin devam ettirilmesinden yana tavır koydu. Ancak milletin referandum sonucunda Cumhurbaşkanını halk tarafından seçilmesi yönünde çıktıktan sonra MHP sistemi geriye döndürmenin çabası içerisinde girmedi. Çünkü milletin vermiş olduğu kararı tartışmaya açmak doğru bir yaklaşım olmazdı.
12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum ile yetmez ama evet anlayışıyla bir seçim kampanyası yürütülmüştü. Ancak Türkiye’deki dozu giderek artan tartışmaların merkezine de yargı yerleştirildi. Bütün bu olumsuzluklara 15 Temmuz terör saldırısı da eklenince meselenin boyutu farklılaştı.
16 Nisan 2017 referandumunda hem sistemsel problemler hem de 15 Temmuz terör saldırısı gölgesinde yapılmaktadır. Bir yandan mantıksal olarak devletin işleyişi içerisinde meydana gelen çift başlı görüntünün ortadan kaldırılması, diğer yandan da devletin mekanizmalarını ve işleyişini ele geçirmeye çalışan bir yapı karşısında gösterilen refleksler neticesinde yargı alanında istenen değişiklikler öngörülüyor. Bu noktada MHP’nin tavrını eleştirenler, geçmiş ile bugün arasındaki tutarlılıkları anlayamadıklarını görüyoruz. Geçmişten bugüne kadar ki siyasi duruşuna göre 21 Ekim 2007 referandumuna hayır diyen MHP’nin, 16 Nisan 2017 referandumuna evet demesi, milliyetçi hareketin siyasi ve ideolojik yaklaşımı açısından doğrudur. Burada öncekinden farklı olarak milletin vermiş olduğu kararın tartışılmaya açılmamasıdır. Ancak sistem içinde meydana gelen olumsuz durumun giderilmesi noktasında yine devlet mekanizmasını düşünerek yeni tavır ortaya koymaktadır. Diğer taraftan da 16 Nisan 2017 referandumu bu anlamda sadece sistemsel problemlerin giderilmesi için yapılan bir değişikliği ifade etmiyor. Aynı zamanda devletin hemen hemen her mekanizması içerisinde başta güvenlik kuvvetleri içerisinde olmak üzere, yargı, eğitim vs. gibi bütün kamu kurum ve kuruluşlarında etkin hale gelen bir yapının 15 Temmuz tarihinde meydana getirdiği terör saldırısının gölgesinde bir referandum süreci yaşanmaktadır.
Bir yanda sistemde meydana gelen aksaklıkların giderilmesi, diğer yanda da başta FETÖ ile mücadelede devlet mekanizmasını güçlendirmek için yapılan bir referandum süreci yaşanmaktadır. Buradaki sürecin belirleyicisi ise geçmişten bugüne kadar duruşu ve yaklaşımı ile devlet ve millet hayatına yönelik tehdit ve olumsuzluklar karşısındaki tutumuyla MHP olmuştur. 21 Ekim ve 12 Eylül referandumu sonrasında meydana gelen aksaklıklar, 16 Nisan sonrasında da çıkmaz mı? Çıkabilir elbette… Her sistem kendisini zamanla yenileyebilmektedir. Her sistem zamanla milletin yönlendirmesiyle farklı noktalara gelebilmektedir. Evet ve hayır noktasında kişiler ve kurumlar açısından meseleyi ele almaktan ziyade 16 Nisan referandumu öncesindeki tabloyu da göz önüne almak gerekir. 16 Nisan öncesi tablonun sorumluluğu mevcut hükümete aittir. Ancak bugünden geleceğe yönelik sorumluluk hepimize aittir.
15 Temmuz olmasaydı, böyle bir anayasa paketi halkın önüne sunulur muydu? Muhtemelen 21 Ekim 2007 tarihindeki referandum sonucunda meydana gelen aksaklığın giderilmesiyle mesele tamamlanmış olacaktı. Ancak 21 Ekim referandumundan sonra meydana gelen diğer süreçler 16 Nisan referandum paketinin içeriğini de önemli ölçülerde genişletti. MHP’de bu süreçte geçmişin hatasını düzeltmek ve 15 Temmuz sonrası meydana gelen tablo karşısındaki tavrını göstermek adına bir duruş sergilemektedir. Geçmişi ve bugünü bir bütün olarak gördüğümüzde tavrında bir tutarlılık bulunmaktadır.
Türkiye, normal süreçler içerisinde anayasa tartışılmış olsaydı ve de meseleyi toplumsal bir sözleşme bağlamında ele alıp, sosyolojik arka planı ile birlikte yürütülmüş olsaydı, bugün ortaya çok farklı bir anayasa paketi çıkabilirdi. Dünün bugüne bıraktığı ve her yeriyle defalarca oynanan anayasa ile 16 Nisan 2017 sonrasında ortaya çıkacak yeni tablo eskiyi veya yeniyi ortaya koysa bile tartışmalar yine bitmeyecektir. Bunun en büyük sebebi de meselenin sadece siyasi ve hukuksal bir problem olarak görülmesidir.
16 Nisan sonrasında her yönüyle farklı bir Türkiye tablosu ile karşı karşıya geleceğiz. 17 Nisan sabahı hangi tablo ile karşılaşırsak karşılaşalım, dünyanın sonu değildir; tam tersi yeni bir başlangıç olarak görmek ve toplumsal meselelerimize yeni bakış açıları getirebilmeliyiz. Hiçbir siyasi, fikri ve sosyal yapı 16 Nisan sonrasında varlığının ortadan kalkması söz konusu değildir. Türkiye’nin geçmişten bugüne kadar geçirdiği siyasi ve sosyal olaylar toplumun da hafızasında yer etmiştir. Bu toplumsal tecrübeler neticesinde milletin ferasetine güvenmek gerekir.