Günlük hayatımızında en çok kullandığımız kelimelerden biri de ‘adâlet’tir. Hattâ, her zaman ve her yerde, âdil olmanın önemine işâret eder, başkalarının, bunu yerine getirmediği hususunda beyanlarda bulunuruz.
Kendimizin mağdur edildiğinden, haklarımızın yenildiğinden söz edilmeyen, neredeyse hiçbir ânımız da yoktur diyebilirim.
O hâlde; kişi ve cemiyet olarak bu kadar mühim olan bir hususun yâni adâletin tahakkuku cihetinde atılan adımların, maksat ve hedefine niçin ulaşamadığı üzerinde düşünmemiz gerekir.
Düşünülmemiş midir? Mümkün mü?.. Hattâ, aksine, çok/pek çok düşünülmüştür!..
Çünkü; bunca düşünmeye/düşünmemize rağmen, bir türlü asıl maksadına ulaşılamamıştır da onun için ‘çok düşünülmüş’tür!..Şâyet; netîce alınıp, hedefe ulaşılıp hakkaniyet sağlanabilmiş olsaydı, günün her dakikasında “adâlet” sayıklamazdık!..
Hemen denilecektir ki; “Arkadaş, sen, hep bize vuruyorsun!..Baksana şu dünyanın hâline, kıyamet kopuyor!”
Zâten, asıl mes’elede burada!..Elbette, dünyâdan bana/bize ne diyecek hâlim/hâlimiz yoktur! Fakat...
Hani, biz, dünyâya öncü / örnek / numûne/kılavuz / rehber olacaktık!.
Hani, biz, çağlar üstünden aşacaktık!..Hani, biz, herkese yol açıcı ve yol gösterici olacaktık da, herkes bize gıptayla bakacaktı ve bizi kıskanacaktı!!!
Allah ü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde şöyle buyurmaktadır: ”Allah, emâneti ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisâ, 58)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde: “Bir gün adâletle hükmetmek, bir senelik nâfile ibâdetten daha hayırlıdır” buyurmaktadır.
Yine bir hadîs-i şerîfte, şöyle buyurulur: “Kıyâmet gününde, insanların, Allah ü teâlâya en sevgili olanı ve O’na en yakın bulunanı âdil devlet başkanıdır”.
Elbette ki; adâletli olmak, sâdece devleti idâre edenlere mahsus bir vazife de değildir.. Zîra; yine bir başka hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır:
“Hepiniz çobansınız, güttüğünüz sürüden mes’ulsünüz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden mes’uldür. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır; o da, sürüsünden mes’uldür”
Demek ki, “salâhiyet”, “mes’uliyet”i ve mes’uliyet de, adâletli olmayı gerektirir.
Mes’uliyetsiz salâhiyet, sâdece o kişinin değil, cemiyetin de felâkete sürüklenmesine sebep olur.
Şüphesiz ki, yaşadığımız çağda, bu mes’uliyeti aramak, beyhûdedir. Denilebilir ki, târih içinde, geçen zamanlarda var mıydı?
Hassas ölçülü bir değerlendirme yapabildiğimiz zaman görürürüz ki, bugüne nazaran, az da olsa vardı.
Devlet malını koruma vardı. Helâle-harama dikkat/riâyet vardı. Kul hakkını müdafaa vardı. Yalandan uzak durmak vardı. Komşuya, yaşlıya hürmet vardı.
Dünyâyı temâşa edelim: Bir devlet başkanı, hiç de alâkası olmadığı hâlde, bir başka devlet adamına dostum/kardeşim diyebiliyor. Devletlerarası münâsebetlerdeki dostluk ve kardeşlikteki ölçü nedir, hasep yok!..
Bir devlet başkanı, evet tam ifadesiyle devlet başkanı çıkıp, bir başka devlet başkanına ‘kaatil” diyebiliyor. Yâni; ipin ucu nerededir, belli değil!..
Yalan furyası, iftira furyası, başını alımış gitmektedir!..
Bu durum, ne yazık ki, fertler arası münâsebetlerde de haddi aşmaktadır.
Adâletsizlik, argolaşmayı; argolaşma, nezâketsizliği ve nezâketsizlik de adâletsizliği doğuruyor.
Birbirlerine, “Sen şerefsizsin, alçaksın, çukursun, müfterisin, mübtezelsin, zilletsin...” diyen, devlet mensuplarının traji-komik hâllerine şâhit omak, bunun ispatı değil midir?