Bu kelimelerin yanyana gelmesini tuhaf karşılamayınız!.. Esas düşünülmesi gereken şey, bunları, berâberce kullanmaya niçin ihtiyaç duyduğumdur.
Bir memlekette, olması gereken olmuyor; olmaması gerekenler oluyor ise, orada, fazlaca tartışmaya da gerek yoktur.
Ne mi demek istiyorum?
Gerektiği zaman, muhatapları îdam edilmiyor, buna mukabil yaşaması gerekenler katlediliyor ise; toplumun vicdânını kanatan ve iktisâdî hayatı altüst eden fâize gem vurulmuyor, yaygın hâlde kadınlarımız kocalarına el açar duruma düşürülüyor/mecbûr ediliyor ise; ve yine, âile hayatından başlamak üzere, cemiyet hayatındaki dengeleri değiştiren zinâya geçit veriliyor, başta âile olmak üzere insânî vasıflar yerlebir ediliyor, ahlâk çökertiliyor ise; ‘insan değil de, kadın’, bütün mes’elelerin merkezine çekiliyor ise; bu dört kelime yanyana getirilir.
Önce, sondan başlayayım:
Yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîmde: “Biz, insanı, en güzel biçimde/surette/şekilde yarattık” (Tîn,4) ve “Biz, insanoğlunu şerefli kıldık” (İsra, 70) âyetlerinde, “güzel” ve “şerefli” diye vasıflandırılan, ne yalnız kadın’dır, ne de yalnız erkek’tir!..
Kaldı ki; “Hepinizin dönüşü, ancak O’nadır” (Yûnus,4) âyetindeki “hepiniz” kelimesinden de, yine, ne yalnız kadını ve ne de yalnız erkeği anlıyoruz.
Peşinen söyleyeyim ki, bu cinâyetler, “insan mes’elesi olarak” ele alınmadığı, öldüren’e/kaatil’e yaşama hakkı tanındığı ve maktul’un/katledilmiş olan’ın/katîl’in/öldürülen’in hakkı, adâletli bir şekilde korunmadığı sürece de, şimdiye kadar olduğu gibi, sâdece havanda su dövülür.
Sosyolog S. Ahmet Arvâsî, önemli bir tespitte bulunur ve: “İnsan olmak haysiyeti itibarı ile bütün insanlar eşit’tirler. Soyu, kültürü, cinsiyeti, yaşı, sağlığı, makam ve mevkii ne olursa olsun, “insan insandır”. İnsan, “insan muamelesi”görmelidir.” der.
“İnsan olmak haysiyeti”, onun, “güzel” ve “şerefli” oluşundan geliyor ise, -ki öyledir- neyin, ne ile muhakemesini yapıyoruz!?
Mübârek dînimiz; adâlet, aşk ve güzel ahlâk dînidir. Bunlar; cemiyet hayatı için, ‘hürriyet, muhabbet ve kuvvet’ mânasına gelir.
Çıkarılacak kanunlar, bu esaslar üzerine inşâ edilirse, yetiştirilmekte olan ve yetiştirilecek nesiller, elinde silâh tutacak kaatiller olarak ortaya çıkamayacak; o eller, kitap yahut gül tutacaklardır.
Çokça yazdım. Tebliğler bile sundum.
Bu mes’elelerde; topyekûn siyâset, kökten/temelden zirveye maârif, üniversiteler, tabiî ki, ilâhiyat fakülteleri, sosyoloj ilmiyle meşgul olanlar, Diyânet İşleri Başkanlığı öncü olamıyor ve çâre üretemiyorsa, bütün konuşmaları abesle iştigal adderim.
Basından öğrendiğimize göre, 2020’nin son günlerinde, bir günde üç kadın, üç erkek tarafından cânice katledilmiştir. Bunlar, bir öğretim üyesi, bir anne ve bir eş’tir. Yâni; öğretim üyesi, bir tanıdığı tarafından; bir anne, oğlu tarafından ve bir kadın da kocası tarafından öldürülmüştür.
Bu şu demektir ki, ister herhangi biri, ister bir oğul ve isterse bir koca (yâni erkek cins) olsun, iyi yetiştirilememektedir.
Öğretim üyesinin katledilmesi üzerine verilen beyanatlardan bâzılarını nakletmek istiyor; İbretle okumanızı istirham ediyorum:
Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın: “Bu vahşi cinâyeti işleyen katilin en ağır cezayı alacağına inanıyorum. Biz de takipçisi olacağız”.
TBMM Başkanı Mustafa Şentop: “Bu suçu işleyen katile yargı hak ettiği en ağır cezayı verecektir”.
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül: “Aylin Sözer’i vahşice katleden caninin hak ettiği cezayı alması için yargı gerekeni yapacaktır”.
Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk: “En hafif tabiriyle bir caninin kurbanı olması çok acı. Lânetliyor; ailesi ve öğrencilerine sabır diliyorum”.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk: “...en ağır ceza için davanın takipçisi olacağız”.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Kadın cinayetlerinin durdurulması için, bizden istenen her türlü desteği vermeye hazırız”.
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener:”Bu vahşet en ağır şekilde cezalandırılsın ki, bundan sonra her türlü kadına şiddeti aklından geçiren kirli zihniyetlere engel olsun”.
Gelecek Partisi Genel Başkanı (Eski Başbakan) Ahmet Davutoğlu:”Yeter artık! Yine yüreğimiz yandı...”.
Lütfen düşününüz, elinizi vicdanınıza koyunuz, bu beyanatların hiçbirinde bir ‘çözüm’ veya ‘çözüme dâir bir teklif’ var mıdır?
Sâdece, “en ağır ceza”, “takipçisi olacağız”, “hak ettiği ceza”, lânet”, “her türlü destek” ve “artık yeter!..”
Demek ki, ‘çözüm’, böyle bir şeymiş!!!
Henüz 19 yaşında iken 11 Şubat 2015 tarihinde katledilen Özgecan’ın katli hâdisesinden sonra, hangi hukukî tedbirlerin alındığını da bilmek hakkımız değil midir?
Türkiye Cumhuriyeti Anayası’nın 17. Madde’sinde şöyle denmektedir: “Herkes, yaşama, maddî ve mânevî varlığını koruma ve geliştime hakkına sahiptir”.
Peki; bu maddeyi tatbik etmesi gerekenler, hangi çâreyi üretmişlerdir?
Öyleyse; Özgecan’ın katledilmesinden sonra verilen bâzı beyanatları da -şimdikilerle mukayese bakımından- hatırlatmakta fayda vardır. Böylece; bundan senelerce önce verilen beyanatlarla şimdikiler arasında fazla bir fark olmadığı da görülmüş olacaktır.
Adâlet Bakanı Bekir Bozdağ (2015): “Özgecan Aslan’ın öldürülüp yakılması, sadece canavarca bir hisle değil, vahşice, hunharca işlenmiş bir cinayet değil; aynı zamanda bir insanlık suçudur, bu canavarları lânetliyorum”.
Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış (2015):”Şayet benim kızımın başına böyle bir olay gelseydi ben elime silâhı alır bunun cezasını verirdim”.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli (2018): “Meğer Eylül’e acımadan kıymışlar..İdam bile katiller için kurtuluştur! Bu rezillere öyle bir bedel ödetmeliyiz ki, yankısı yedi cedlerinden hissedilmelidir. Çocuk katilleriyle mücadele değil, savaşmak lâzımdır.”
Türkiye Diyânet Sen Genel Başkanı Mehmet Bayraktar(2018): “Caydırıcı derecede cezaların getirilmesinin şart olduğunu düşünüyoruz.”
CB Erdoğan (2016): “Benim vatandaşım haklı olarak “idam” diyor. Bunun kararını parlamento verir. Ha böyle bir karar gelirse ben onaylarım”.
Görülmektedir ki; 01 Ağustos 2002’de kaldırılan îdam’dan ve 2004’te suç olmaktan çıkarılan zinâ’dan kimse söz etmiyor. Kaldı ki, Erdoğan, 2018’de: “AB istedi zina yasağını kaldırdık, yanlış yaptık” demiş ve hâlen de bu devam etmektedir.
Meselâ; bir p(u)rofesör, üniversiteler için, “neredeyse fuhuş evleri” ifadesini kullanırken; “fuhuş”la aynı mânadaki zinâ hakkında, bu kişinin, ‘Allah ü teâlânın yasakladığı bu fiil, suç olmaktan niçin çıkarıldı’ diye sorması daha münâsip olmaz mıydı?
Türk milleti olarak, çok şükür ki, ileri derecede Müslümanız!..Fakat, ne tuhaftır ki, başlıkta zikrettiğim ‘ilk üç kelime’ye, hiç de bu gözle bakmıyoruz, değil mi? Bunun cevabını, sosyologlarımızdan talep etmek hakkımız olduğunu da ifade etmek isterim.
Anayasa’mızın 17. Madde’sinde geçen “Herkes, yaşama ...hakkına sahiptir” hükmü, başkaları için geçerli değil midir?
Ayrıca; yukarıda isimlerini zikrettiğim muhterem zatların beyan ettikleri , şu “en ağır ceza” nedir acaba?
Hâlbuki, “gaddarca, cânice, hunharca, vahşice... ” birinin canına kıyan kimseye yapılacak muamele mukaddes kitâbımıza göre ap-açıktır. Bakara Sûresinin 178. ve 179. âyetlerinde şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Kasden öldürülenler için size kısâs yapmak farz kılındı. Ey akıl sâhipleri! Bu kısâsta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir ki, siz (haksız yere adam öldürmekten) sakınırsınız.”
Peygamber Efendimiz de, bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Kim kasten öldürürse, bunun hükmü kısastır”.
Hangi fiil meşrûdur, hangisi gayrı meşrûdur karıştırdık, değil mi?
Bilinmelidir ki, ‘mes’ele, kadın’ değil,’ insan hakkı’ olarak görülmedikçe ve bu hakkı, gerektiği gibi tatbik etmedikçe, hiçbir müspet netîceye ulaşamayız!
Mevzû buraya gelmişken, bir husustan daha bahsetmek istiyorum:
ATV’de, “Esra Erol” p(u)rogramı yayınlanmaktadır; seyredenler bilirler. Eşimin çok ilgisini çeken bir p(u)rogramı, zaman zaman, çalışma odamda yorulunca, yanına gidip, benim de seyrettiğim zamanlar olmuştur.
Aman Allah’ım, neler varmış, neler!..Bunları, ibretle seyreden hiçbir Devlet mensubu, hiçbir Diyânet, Millî Eğitim mensubu, hiçbir sosyolog, ahlâk terbiyecisi yok mu acaba?
Adam veya kadın...bir, iki veya üçer çocuklu... Nikâhları da var!.. Biri, karısını, diğeri de kocasını bırakıp, bir yerlere gidiyorlar. Ve; diyorlar ki, “Biz, birbirimizi sevdik. İmam nikâhı da yaptık!”
Meşrûluğun (!) kaynağını, sığındıkları limanı görüyor musunuz? Yapılan muameleyle/zinâyla, buna uydurulan kılıftaki cinnet hâlini yâni “imam nikâhı” sahtekârlığını düşünebiliyor musunuz?
Türk’ün an’anesinde ve Müslümanlıkta böyle bir sefillik ve rezillik var mıdır?
Dehşet ki, dehşet!..
Arkadaş, bir memlekette, bir İslâm diyârında, ‘dîn’, bu kadar istismar edilir de, Devlet’in salâhiyetli ve mes’ul kuruluşları ve bilhassa, oranın Diyâneti, hiç mi kıpırdanmaz?
Esra Erol hanımefendinin yaptığı bu hizmeti, kim yapıyor diye sorsam, hiç de mübalâğa etmiş olmam!..Hele de, Av. Hülya Kuran hanımefendinin bir hukukçu olarak, bu zatlara (kadına veya erkeğe) sorduğu şu soru ve aldığı cevaplar kan dondurucudur:
- Şâyet, zinâ suç olsaydı, sen, kocanı ve çocuklarını bırakır da, bu adama kaçar mıydın?
Veya :
- Şâyet, zinâ suç olsaydı, sen, karını ve çocuklarını bırakır da, bu kadınla evlenir miydin?”
Kafalar, yarı öne eğik (güyâ mahçup/güyâ utangaç) verilen cevap şöyledir:
- Hayır!..
Sanıyorum ki; bu üç kelimeyi niçin başlık yaptığım anlaşılmıştır!..
Bir cemiyetin düzeni bu kadar bozulursa, söylenenler, yukarıda naklettiğim gibi, sâdece birkaç sene evvelin tekrarından ibâret olur!..