12 Eylül 1980… Ülkemin tarihine kara bir leke olarak kazınan bu gün, hayatlarımıza büyük darbeler indirdi. Türkiye’nin dört bir yanında hürriyetimiz askıya alındı, insanlar gözaltına alındı, yargılandı ve kimileri cezaevlerinde yıllarca çile çekti. Ben de o dönemin mağdurlarından biri olarak, binlerce ülkücüden biri olarak bu süreci derinden yaşadım. Yargılandım, mahkemelerde aylarca, yıllarca süründüm ve nihayet cezaevine konuldum. Özel tip cezaevlerinde yatan bir tutuklu olarak, 12 Eylül'ün gerçek yüzünü gördüm. Bugün, 44 yıl sonra, o karanlık günleri anmak, yaşananları unutmamak ve unutturmamak adına birkaç kelime kaleme almak istiyorum.
O dönemde yargılanmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak imkânsızdır. İnsan haklarının çiğnendiği, hukukun bir kenara bırakıldığı ve bir askeri cunta rejiminin tüm ülkeyi korku iklimine boğduğu bu yıllar, benim ve benim gibiler için sadece mahkeme salonlarında değil, hayatın her alanında bir yargılama süreciydi. Kapalı spor salonlarında kurulan mahkemeler, binlerce insanın hayatını sorguladı, yargıladı ve cezaevine gönderdi. Ancak, yaşananlar sadece yargılanma süreciyle sınırlı değildi; cezaevi duvarlarının ardında yaşananlar, belki de bu dönemin en acımasız yanlarını gözler önüne seriyordu.
Bir ülkücü olarak, binlerce dava arkadaşımla birlikte haksız yere cezaevine atıldık. Yıllar boyunca cezaevlerinin karanlık koridorlarında, insan haklarının hiçe sayıldığı hücrelerde zaman tükettik. hürriyetimiz elimizden alınırken, dışarıda bizleri “suçlu” ilan edenlerin sesleri giderek daha da yükseliyordu. Oysa bizler vatan sevgisiyle dolu insanlardık; ülkemizin birlik ve beraberliği için mücadele ederken, bir anda bu korkunç sürecin içerisine sürüklendik. Mahkeme salonlarında yaşanan adaletsiz yargılamalar, cezaevlerinde geçen bitmek bilmeyen günler… Bunların hiçbirini kitaplarla, filmlerle ya da tiyatrolarla tam anlamıyla anlatabilmek mümkün değil. Çünkü her saniyesi bir ömür kadar ağır, her günü bir asır kadar uzun geldi bizlere.
Bugün, 12 Eylül’ün yıldönümünde, bazılarını televizyon ekranlarında kahraman gibi görebiliyoruz. Ellerini kollarını sallayarak gezenler, o günlerin çilesini çekmiş gibi konuşuyor, yazıyor, anılarını paylaşıyor. Fakat gerçek çileyi çeken bizler, o dönemde zulme uğrayanlar, her gün bu anıları içimizde yaşarken, bazıları kitap yazıyor, ekranlarda boy gösteriyor. Edebiyatını yaparak, o günlerin en büyük mağdurlarıymış gibi kahramanca dolaşanlar, gerçek mağdurların çektiklerini asla anlayamazlar. Çileyi çekenler, bedelini ödeyenler; fileyi dolduranlarla bir olamaz, hiçbir zaman da olmayacaklar.
O dönemin çilesi, adaletsizliğin simgesi olan mahkeme salonlarında başlamıştı. Her sabah kapalı spor salonlarında toplanıp, bir avuç insanın ellerinde oyuncak edilen adalet terazisinin nasıl çarpıtıldığını izlerdik. Ne savunmamız vardı ne de sesimizi duyurabileceğimiz bir mecra. İnsanlar yargılanmadan suçlu ilan edildi, adalet sistemi askeri düzenin bir aracı haline getirildi. Yıllarca süren bu yargılamaların ardından cezaevi kapıları bizlere açıldığında, dışarıda bıraktığımız hayatlarımız çoktan paramparça olmuştu. Ailelerimiz parçalanmış, sevdiklerimizle aramızdaki mesafeler büyümüştü.
Cezaevinde geçen yıllar ise her gün bir başka sınavdı. İnsanlık onurunun nasıl ayaklar altına alınabileceğini en çıplak haliyle gördük. İsyan etmeye hakkımız yoktu; çünkü her isyan daha büyük bir baskı, daha büyük bir zulüm olarak geri dönerdi. Ama en acı olanı, dışarıdaki insanların birçoğunun bu süreçte sessiz kalmasıydı. Bir yandan darbeye karşı çıkanlar varken, diğer yandan darbecilerin uygulamalarını görmezden gelen geniş bir kitle vardı. İşte o sessizlik, cezaevi duvarlarının ardında bizim en büyük yalnızlığımız olmuştu.
Bugün, yıllar sonra 12 Eylül’ü anarken, ne yazık ki o günlerin gerçek mağdurları pek az anılıyor. Ekranlarda, kitaplarda, konferans salonlarında kahramanlık öyküleri anlatanlar, o dönemin gerçek yüzünü gizleyip kendi hikayelerini yazıyorlar. Oysa ki gerçekler ortada: Çile dolduranlar ile fileyi dolduranlar hiçbir zaman bir olamaz. Bizler, o günlerin acısını çekenler, hayatlarımızdan çalınan yıllarla bugün burada dururken, bazıları o günlerin edebiyatını yaparak kendilerine sahte bir kahramanlık inşa etmeye devam ediyorlar.
12 Eylül, Türkiye’nin demokrasi tarihinde bir utanç lekesi olarak kalacak. Ancak bizler, bu lekeden en fazla zarar görenler, hiçbir zaman unutmayacağız ve unutturmayacağız. Bu ülkenin evlatları, bir daha böyle bir darbenin karanlığını yaşamamalı. O günlerin gerçek mağdurlarının sesi duyulmalı ve tarihin sayfalarında hak ettikleri yeri almalı.
Unutulmamalıdır ki, adalet bir gün mutlaka yerini bulur. Çileyi çekenlerin hikayeleri, bugün olmasa bile, yarın mutlaka hak ettiği değeri görecek. 12 Eylül’ün 44. yılında, o karanlık günleri ve yaşadığımız acıları bir kez daha hatırlatıyorum. Bizler unutmadık, unutturmayacağız.