Türk milliyetçileri, ne yazık ki güçsüz bir yolculuk sürdürüyor. Bazen satır aralarına sıkışan birkaç kelamla, kendi seslerini duyurmaya çalışıyorlar; küçük salonlarda düzenlenen konferanslar, üç beş kişilik masa toplantılarında kem küm ederek…
Bu dar çerçevede kısılıp kalmak, bir balkon sefasına dönüşüyor ve ötesine geçemiyor. Kendi aralarında “vatansever” olduklarını iddia edenler, eski günlerin sokaklarında kaybolmuş durumda. Peki ya caddeler? Caddelere çıkmaya cesareti olmayanlar, parlak ışıkların altında rahatça dolaşıyorlar, parlayan ampullerin gölgesinde sahte bir konforun tadını çıkarıyorlar.
Sen sokaklarda beklemeye devam et, belki bir gün boşalır da çıkabilirsin caddelere. Ya da ara sıra, sokakların izbe köşelerinden bir ses yükseltmeye çalış. Belki de kalabalığa karış, adın “eski” olarak anılsın. Yine de, dalkavukluktan beslenenler hep var olacak; bütün varlıklarını üç beş kemiğe satanlar, kurt gibi bildiğimiz ama sonunda it gibi karşımıza çıkanlar...
“Kahramanca yaşamak ve kahramanca ölmek!” Ne acı ki, bu tür sözler artık yalnızca laf-ı güzaf olmuş, sıradan bir cümle gibi geçip gidiyor. Gün geliyor, gurbet yoluna düştüğümüzde, belki ardımızdan bir kişi bile gelmeyecek. Bir kemiğin peşinden koşanlar, saatlerce sürecek yalnızlığımızda, kimsesizliğimizle alay edecek.
Her gün kaybettiğimiz umutlar, hangi genç yüreklerde yeniden filizlenip bizleri karamsarlıktan çekip çıkaracak? “Ülkücüyüm” diyemeyen Türk milliyetçileri, ne yazık ki bu sevgiyi aşamayanlar, koşmak gerektiğinde bile yürümeyi başaramayanlar, yığınlar dolusu kitaplara gömülüp kalan zihinler…
Susmanın, suskun kalmanın bir mazereti var mı? Yok. İçimde tarifsiz bir üşüme var; ne Sibirya’nın buz dağlarında ne de Afrika’nın kavurucu çöllerinde, tam da burada, sessizlik içinde üşüyorum.