Yalanı bilerek ve görerek ona inanan insanlar, gerçeklerin yerine yanılsamaları koymak isteyen bir tercihi yaparlar. Bu tercih, çoğu zaman kolaycılığın, korkunun ya da var olan çıkarların yarattığı bir teslimiyettir.
Gerçek, insanın zihninde sarsıcıdır; çünkü çoğu kez kendisini sorgulamayı, doğru bildiklerini revize etmeyi ve belki de sevdiklerinden uzaklaşmayı gerektirir. Oysa yalanın peşinden gitmek, rahatlık sağlar: Rahatlatır, kişiyi çevresindekilere uyumlu kılar, soru sormayı engeller ve mevcut düzenin devamına olanak tanır.
Yalana inanmak, şahsın kendine çizdiği konfor alanının içinde kalmayı istemesidir. Bu insanlar, göz göre göre gerçeğe sırtlarını dönerek, kendi iç dünyalarında bir tür “kendi sahte cennetlerini” kurarlar. Fakat bu sahte cennetler, gerçekle yüzleşilmesi gerektiğinde dağılmaya mahkumdur. Bu yüzleşme anı kaçınılmazdır; çünkü er ya da geç, gerçeğin sarsıcı gücü, ne kadar inkâr edilirse edilsin kendini gösterecektir.
Toplum olarak düşündüğümüzde ise, bu tarz bir düşünce yapısının yaygınlaşması, toplumsal çürümeye davetiye çıkarır. Çünkü gerçeği bilip yalanlara inanmak, bir anlamda ahlaki bir çöküştür.
Yalanın toplumdaki yeri, insanların daha fazla bölünmesine, kutuplaşmasına ve en önemlisi de güven duygusunun yitirilmesine neden olur. Bu tür bir ortamda, bireyler arasındaki bağlar zayıflar, adalet duygusu kaybolur ve herkes kendi gerçeğini yaratarak ortak bir zeminde buluşamaz hale gelir.
Peki, bu duruma sessiz mi kalmalıyız?
Elbette hayır. Gerçeği savunmak, çoğu zaman yalnız bıraksa da kişiyi, yine de onurlu bir duruştur. Yalanlara göz yummak yerine, hakikati dile getirmek, gerçeklerin gölgesinde dahi olsa aydınlık bir yol bulmak demektir. Sonuçta, doğru olanı seçmek, belki bugünün konforunu tehlikeye atabilir; ancak gelecekte sağlam temeller üzerinde inşa edilmiş bir toplum bırakmak adına, tek çıkış yoludur.