İçimizdeki dünya ile dışımızdaki dünya arasındaki fark her geçen gün daha çok aralanıyor. Umutlarımız ve hayallerimizi hakikatlere taşıyacak köprüler daha az güvenilir ve daha fazla riskli.
Sevgi ile nefretimiz arasında duvar daha keskin ve daha kaygan.
Teknolojiye, çok fazla bilgi ve birikime rağmen ağız tadıyla hayatı sürdürebilmek ve adam gibi tamamlayabilmek için sırtımızdaki yük çok fazla.
Mana ve madde arasından gel-gitlerin somurtkanlığında, geçmişe özlemlerin ve hatıraların gölgesinde, sisli-puslu havada, bir adım ötesini görmeden geleceğe yürümek çok zor.
Zaman değirmen gibi öğütüyor kör dişleri arasında insanlığı…
Umut tarlasına ektiklerimiz henüz filiz vermeden, başak vermeden tırpanlanıyor…
İdeallerimiz, şahsi ihtiraslardan, menfaatlerden, bencilliklerden kurtulamıyor.
Yürüyoruz… Kafayı ne ile yaptığı bilinmeyen Sarhoş bir adam gibi….
‘Zübde-i Alem olarak yaratılan insan bu mu?’ diye sorduğumuzda cevap vermekte güçlük çekiyoruz.
Hani insan fıtrat üzerine yaratılmıştı ya!
Fıtrat nedir?
Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve onu oluşturan yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunlarını ifade etmiyor mu?
Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve işleyişi bu fıtrata göre değil mi?
Demek ki insan, fıtrata aykırı davranışa giriyor ve dengeleri bozuluyor.
Aslında İnsan, fıtrata aykırı davrandığının farkındadır. İçten içe bunun rahatsızlığını duyuyor insan.
İnsanı fıtratına aykırı davranışa iten, menfaatleri, beklentileri veya özentilerdir belki… beklide ‘boynuz kulağa geçince’ rahatsızlık duymuyor ve zevk almaya başlıyor.
Acaba biz kötülüklerimizin farkında mıyız? Yoksa içten içe bir duygu bizi kemiriyor tüketiyor mu?
Zübde-i alem olarak ifade edilen insan efsal-i safilin bataklığına doğru çekilmesinde en büyük suçlu insanın yine kendisi mi?
İçinde yaşadığı toplumun, ailenin, ekonomik ve sosyal yapının, Çatı kurucu Devletin suçu yok mu?
Aslında bütün insanlar idealist varlıklar değil midir?
İnsanın özünde bir ülkü ve o ülküye vasıl olma sevdası yok mu?
Bedenimize verdiğimiz kıymetin, zamanın, harcadığımız paranın kaçta kaçını insanı insan yapan maneviyatımızın, ruhumuzun asliyesi için kullanabiliyoruz? ‘Bedensiz bir ruh, ruhsuz bir beden’ olamayacağını biliyoruz. Ruhsuz bir bedenin bir ceset olduğunu da bildiğimiz halde ikisini bir arada tutabilecek formüllerde bilindiği halde neden kös-kös oturuyoruz?
Fıtrat çizgisinden sapan insan sonradan nefsin ve şeytani arzuların baskısına dayanamayarak kötülüklere mi meyil ediyor?
Temayülü bu yönde gelişirken bunun farkında değil mi insan?
‘Madde mananın elbisesidir.’ derler. Biz beklide daha çok, dikişe, nakışa, elbise üzerindeki resime dikkat topluyoruz değil mi?
Maddenin temel yapıtaşında hayat, irade, şuur, görme, sevgi, ve güzellik gibi şeyler yoktur ki zaten. Kuvvet, sevgi, öfke ve hatta hayat, görme, işitme gibi çok şeyi maddede görülünce algılayabiliyoruz. Ve tabii olarak, her şeyin kaynağının madde olduğu vehmine kapılıyoruz neden?
Fıtrat çizgisi dışında gezinmeye başlayınca insanlıkta kayboluyor. Ve efsal-i safilin….
Bunları neden anlatıyorum veya nereye varmak istiyorum; belki, gerçekten insanı veya insanlığı arıyorum. Fıtrat üzerine yaratılmışken fıtrattan kopuk ‘neden’ yaşadığımızı sorguluyorum.
Bugün geldiğimiz noktada insanlığımız, sanki biraz kör, biraz topal ve birazda insani vasıfların üzeri küllerden kalın bir tabakayla örtülmüş… Sadece yansımaları ile idare ediyoruz beklide….
Gelecekten ümit ediyorum. Bugün gençliğin daha sorgulayıcı gelecekte ise daha güçlü imana sahip olacağına inanıyorum. Karanlıktan aydınlığa yürüyüşe katılanların aydınlıktan karanlığa yürüyenlerden daha çok olduğuna inanıyorum.
Üstat Necip Fazıl ne güzel öylemiş:
Hayatımızın yarısını uyuyarak geçiriyoruz;
Diğer yarısını da uyutularak!
Haydi, şimdi uyanma zamanı!
Kurban Bayramınız Mübarek Olsun.
Kalın sağlıcakla…