Hani, bundan bir süre önce, bana, “Okumaktan soğudum!” diyen, üniversite mezunu aklı başında bir gençten söz etmiştim ya; ona, kısaca anlattığım ve herkesin de bilmesini arzu ettiğim bir büyük ve hakîkî dâva adamından bâzı numûneler arzetmek istiyorum…
Bu dâva adamının hayat mâcerası, bilinmeye değerdir; ancak, siz, benden, hemen hemen her kafada belirecek olan filmlerdeki hâdiseler gibi bir şey beklemeyin!..
Bir önceki yazımda, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil deyip, sözü bağlamıştım.
Diyeceksiniz/demelisiniz ki, bizde, ne Başgiller var!..
İnanın ki, öyle!..
Sâdece, kıymetlerini bilmekten âcizler olarak, birbirimizle kelime vuruşturuyoruz!..
Önce, şunu söyleyeyim: Ali Fuat Başgil, 1893 yılında doğmuş ve 1967 yılında, 74 yaşında iken vefât etmiştir.
O’nun, elbette ki, çok sayıda yayınlanmış kitabı vardır…Konum, onlardan söz etmek değildir!..Hayatını anlatmak da, yine, başka bir mevzu!.
Yalnız, hemen belirtmeliyim ki, kitaplarından birinin adı, “Gençlerle Başbaşa”dır.
“Gençlerle Başbaşa”; altmış iki sayfalık küçük ebatlı bir hazine’dir.
Bu kitabı okudukça ve üzerinde düşündükçe, insanın ufku açılıyor!..
Başgil Hoca, 1959’da, “İkinci tab’ın önsözü” ne şu cümleyle başlıyor:
“Bu küçük eseri ilk defa 1949 da bastırıp neşretmiştik..”
“Bu küçük eseri…”, ben de, ilk defa, Ağustos 1962’de, Kara Harp Okulu, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğin sene, yirmi yaşımı sürerken okumuşum!..
İlk sayfasına düştüğüm not, bu!..
Okumak, insanlık meselesidir…Evet, tamamen, insanlık meselesi!..
Başgil Hoca; bu küçük ebatlı hazinenin son iki sayfasına, önemine binâen bir de bilgilendirme ihtiyacı hissetmiş…Bâzı cümlelerini nakletmekte fayda görüyorum.
Diyor ki:
“Burada, sırası gelmişken, hiç unutamadığım bir hâtıramı anlatacağım:
Birinci Dünya Harbinde, dörtbuçuk sene, Kafkaslarda cepheden cepheye koştuktan ve bu felâketli harbin bütün sefalet ve ızdıraplarını çektikten sonra, nihayet İstanbulda terhis edildim. Terhisimin ilk haftalarında müthiş bir âvârelik ve kararsızlık içinde kaldım. Ne yapmalı ve hayatta nasıl bir yol tutmalıydım? Yarım kalan tahsilime devam mı etmeliydim; yoksa terhis edilen bir çok arkadaşlarım gibi, tahsilden vaz geçip bir iş hayatına mı atılmalıydım? İçimi kemiren bu tereddüdü yenemiyor, bir türlü karar veremiyordum. Görüp konuştuğum kimseler beni hep tahsil hayatından s o ğ u t u y o r ve bir iş tutmıya teşvik ediyordu. Bir aralık, Sirkeci kahvelerinden birinde genç bir tüccar hemşehrime rastladım. Mal almıya gelmiş. Bana ne yapacağımı ve ne iş tutacağımı sordu. Ben de kararsız olduğumu, fakat gönlümün tahsile dönmiye aktığını söyledim. “Şaşarım aklına, okuyup ta kütüphane faresi olacağına, benim gibi iş yap da para kazan” dedi.
Bilâhare hırsının kurbanı olup genç yaşında ölen bu tüccar hemşehrimin sözleri, zaten sallanan içimi, bütün alt üst etti. Adetâ şaşkına dönmüştüm.
Nihayet, ilmine ve kemaline derin bir hürmet beslediğim ve kendisinden feyz aldığım, Şevketi Efendi isminde eski müderrislerden bir zat vardı. Bu zatı ziyaret edip fikrini öğrenmiye karar verdim ve kendisini Çarşıkapıdaki evinde ziyaret ettim. Hoşbeşten sonra, Hoca bana ne yapacağımı sordu. Ben de kendisine kararsızlığımı anlattım. Bana şunları söyledi: “Tereddüdü bırak ve tahsile devam et. İnsan ihtiyarlığına kadar ömrünün her çağında iş hayatına atılabilir ve az çok muvaffak da olur. Fakat okuyup öğrenmenin muayyen bir çağı vardır. Sen bugün bu çağdasın…
Allah, Şevketi Efendi merhumu nur içinde yatırsın.”
Düşündükçe, okumaktan soğumak veya soğutulmak hakkında dilim tutuluyor!..Konuşmakta zorlanıyorum…
Bugünün gencini ümitsizliğe düşürmenin vebâli çok büyüktür!..
Hem de pek çok!...
Niçin Mİ?
Şevketî Efendi gibi, gerçek mânada rehber bir zatın telkin ve tavsiyesiyle; Birinci Cihân Harbi’nin başlamasıyla Kafkas Cephesi’nde dört buçuk yıl askerlik yaptıktan sonra, 1920 yılında Paris’te Buffon Lisesi’ni bitiren bu 25-26 yaşlarındaki genç, kısa zamanda, üniversite tahsilini de orada tamamlayarak Türkiye’ye döndü ve 1939 yılında ilim tahsilinin son basamağı olan Ordinaryüs Profesörlük mertebesine ulaştı.
Bu hayat; Türk gençliğinin düşünmesi ve hedef tespit etmesi için, büyük bir numûne ve ibret teşkil etmez Mİ?!
İşte NİÇİN’i!..